8 Aralık 2010

Suriye: Halep - Deir ez Zor

9 Kasım 2010, Salı / Halep – Abu Makbara

Annecim yaş günün kutlu olsun

Halep’ten ayrılmadan önce hostelin adresini tarif edeyim: Sheraton oteline geliyorsunuz ve otelin önünden geçen ana yol iki yöne ayrılıyor, sol ve düz. Siz sola sapınca saat kulesini göreceksiniz. Sağ tarafta da oteller sırası var. Yan yana dizili. Kimi büyük kimi küçük. Sağ kolda sokak başında meyve suyu büfeleri var, yan yana dizili sokak içine doğru. Buradan içeriye girin. Ters yöndür, önemli değil. İkinci sokaktan sonra sola girin. Zaten tabelasını asılı göreceksiniz, Spring Flower Hostel, sol kolda. Dikçe taş bir merdivenden çıkıp odaların bulunduğu kata geliyorsunuz. Bir de üstü var. Çeşit çeşit geceleme imkanı veriyor. Bu arada akşam birisi bira sordu, 100 suri’miş, yani 320 kuruşa Efes vardı. Öyle kazık değil burası. Sanmıyorum İstanbul’da Sultanahmet’teki hostel bu fiyata versin. İçki demişken, tekel dükkanları var ve çeşit de bol. Ama kaça sormadım. Suriye’de içki sıkıntısı yok anlaşılan.

Bir şey daha, yollar hep tek yön yapılmış, dön dolaş gene aynı yere geliyorsun. Trafik de böylecene akıyor. Polisler her tarafta var, ciddi de kontrol ediyorlar. Işıklar var ve çoğunlukla riayet ediliyor.

Sabah 7 gibi uyanmış ihtiyaç mihtiyaç yola hazırlanmaya başlıyoruz. Alsam mı almasam mı diye düşünürken üşengeçliğimi bırakıp duşa giriyorum. Yani sıcak su küçücük tuvaleti hamama çevirdi. İçerisi duman. Ama ne keyif. Sıcak suyun altından çıkmak istemiyorum. Güzelce sabunlanıp temizleniyorum. Belki yolda bulamayacağız bunu. Sabunumuz zeytinyağlı, hostel koymuş lavabonun kenarına. Zaten Halep’in pek çok yerinde sabun satıyorlardı, el yapımı.

İşte malum toplanmalar, her şey gene yerli yerine konuluyor. Koyduğunuzun nerede olduğunu bilmezseniz, yolda ihtiyaç duyduğunuzda tüm eşyalarınızı karıştırmak zorunda kalırsınız, o da ne sıkıntıdır bilirsiniz.

Kahvaltı işini çözerek çıkalım dedik ve yer aramaya başladık. Dünden gördüğümüz peynirli açma yapan bir yer vardı, yakında. Oraya gittik ama daha hiçbir şey çıkmamıştı. Hadi devam edelim, sebzelerin meyvelerin falan satıldığı bir dizi dükkanın olduğu bir yer vardı. Yolumuzun üzerinde kahve içtiğimiz dükkanda, kazanda bir şeyler satıyordu. Nedir bu? Salep dedi. Ver birer bardak. Üzerine de bolca tarçın ektiler. Yani şahane oldu bu iş, sabah sabah çok iyi geldi. Bir de sıcaktır salep bilirsiniz, adamın içini feci yakabilir dikkat etmezseniz.

Dediğim yere gittik ama ekmek daha çıkmamış. Şimdi peyniri buradan alsak ekmeği nereden bulacağız diye geri döndük elimiz boş. Anlaşılıyor ki her şey geç başlıyor burada. Zaten öyle alel acele bir yerlere yetişmeye çalışan kimse de yoktu ortalıkta.

Aklımıza, bir de diğer yönde pizzamsı şeyler çıkartan küçük bir fırın geldi. Hadi dedi Firuzan ve önüne geldiğimizde tezgahta yeni çıktığı belli olan, çünkü dumanı daha tütüyordu, minik pideler vardı. Çat pat öğrendiğimizle etsiz mi diye sormaya çalışırken tezgahtar genç İngilizce cevap verince işler rahatladı. Ondan da ver, bundan da, ne var başka fırında, çay imkanı olabilir mi, şunu da sarar mısın diye diye doyurduk karnımızı. Pardon ben doyurdum, Firuzan halen dünden dolayı toktu.




Sonra hostele gidip Halit’e veda edip, gerçi girişteki yatakta uyumaktaydı, şöyle bir yorganın altından kafasını kaldırdı, eşyaları, odaya soktuğumuz bisikleti sokağa indirdik. Yükleme yaparken yandaki dükkandan bir şeyler söylediklerini duydum. Bilgimi doğrulayayım diye yanlarına gittim. Gitmemiz gereken istikamet havaalanı tarafı, Ar Raqqa yönü olmalıydı. Evet doğruymuşum, derken Türkçe konuşan birisi yanaştı. Ohh ne ala, Ermeni’ymiş, gayet düzgün de konuşuyordu. Onun tercümanlığıyla yolu, kalabilecek yeri falan öğrendik. Derken bir başkası çekti kolumdan dükkanına ve 10 gün önce Taksim ve Beyoğlu’nda çektiği fotoları gösterdi. Yedek parça satıyordu ve Talimhanedeki dükkanlardan alış veriş ediyormuş. Bir dostluk oluştu gider ayak, acaba gitmesek de devam mı etsek muhabbete?

Çıkmamız lazımdı saat 10 buçuk olmuştu bile, çok oyalandık. Hadi aralardan ana caddeye çıkıp “Airport” tabelasını takip etmeye başladık. Şehir trafiği kalabalıklaşmış, ışıklarda durduk hep. Çünkü her noktada da polis kontrol ediyordu. Kötü örnek olmayalım, şimdi TR çıkartmaları her yerimizde. Demesinler cahil Türkler geldi.

Yolumuz şehir dışına doğru çıkarttı bizi, Halep’in başka bir yüzünü gördük. Biz tabii merkezdeydik 2 gün boyunca. Dışı, mahalleleri, küçük sanayisi vs hepsini geçip otoyola vardık.

Artık doğuya doğru, af buyurun eski Türkçeyle konuşacaktım, şark istikametine sürüyorduk bisikletlerimizi. Yolun trafiği boldu, ama güzel bir yanı sağda genişçe, ikimizin de yan yana sürebileceği bir güvenlik şeridi vardı. Ama korna sesi, selamlamalar hat safhadaydı.

Saat 10:30 gibi sağdaki seyyar kahvecide durduk (15. km’de) ve birer sade kahve çaktık. Bu ülkede her yerde kahve içiliyordu. Şahane espresso yapıyorlar, 75 krş’u geçmiyor. Ve yol boyunca bu tezgahlardan bolca var.


Kafeinin verdiği enerjiyle bastık daha kuvvetli pedallara, ama rüzgar karşıdan esiyordu ve anamızı belletti. Yolun da gürültüsü kafa şişirten cinsten. 1,5 saat kadar gitmiştik, sağda bir tamircinin önündeki kişiler bizi çağırınca, gel dedim Firuzan’a, hem de istirahat ederiz bu vesileyle.

Hemen tanışıldı, daha sormadan Türk olduğumuzu söylüyor, kendimizi takdim ediyorum. Sonra onların isimlerini öğrenip başlıyorum laflamaya: Mümkün istirahat? Şükran… Zevce... Ziyaret... Misafir...

Oturduk, gelen çayları içmeye çalıştık, çalıştık diyorum, çünkü şekerli hazırlıyorlar. Çaydanlığın içinde her şey, biz de ne çayı ne de kahveyi şekerli içiyoruz. Ama artık bu durumu uyarmayı düşünüyorum, ayıp değil ya.

Burası çamaşır makinesi tamirhanesi Dostlarımız Muhammet, Mahmut, hanımı Meryem ve küçük kızları da geliyor çekilen fotoğraf karesinin içine. Firuzan küçük armağanlar taşıyordu yanında, kıza bir firkete hediye ediyor.

Yani böyle güzel şeyler yaşanıyor. Ama yola devam etmemiz gerektiğinden vedalaşıp yanlarından ayrılıyoruz.

Solda bir uçak maketi var, kanatlarından renkli püsküller sarkıyor. Askeri havaalanı mı var yakında, neyin nesidir anlayamadık. Sonra sağda bir termik santral çıkıyor karşımıza, dev bacaları gök yüzüne doğru uzanmış dumanını salıyor. Kurbanlıklar için çadırlar hazırlanmış, hayvanları bekliyorlar. Art arda köylerin levhaları, sapış yönleri ve km’leri gözüküyor. Acıkıyoruz ve kenarda durup, sardırdığımız pidelerden, Kilis’ten alınan kahke ve Fethiye’den aldığımız incirlerden atıyoruz ağzımıza. Ne matrak nereden nereye dolaştı bu incirler, Fethiye – İstanbul – Suriye turu.

 
 


 

Gene yoldayız ama artık sıkıntı başladı. 60 km’dir pedal basıyoruz. Bu günlük bu kadar demeliyiz.

Yer bakınmaya başladık. Sağımızda yola yakın evler var, acaba girsek ve çadırlık yer mi sorsak, dur biraz daha gidelim, önümüzde Al Mahdoum diye bir yerleşim var haritaya göre. Aslında programın gerisindeyiz. Daha ileriye ulaşırız diye hesaplamıştım İstanbul’da ama çarşıya uyamadık.

Sağda bir benzinci, Firuzan ihtiyaç için girelim diyor ve sağ sinyali verip sapıyoruz. O tuvalete bense pompanın önüne. Es selamın aleyküm, benzin diyerek bisikletin arka çantasını gösteriyorum. Hani espri yapıyorum, sanki benzin alacakmışım gibi. Tabii dediklerim geç anlaşılıyor ve gülüşmeler geç geliyor. Neyse Firuzan gelene kadar ben Al Mahdoum’da çadırlık imkan soruyorum. Yoktur, büyük yerdir falan gibisinden dediklerini anlayabiliyorum. Herhalde benim duruşumdan ve ifademden olacak, burada kurun teklifini yapıyorlar. Daha güneş batmamış, devam edip acaba yarınki yolu kısaltsak mı gibi bir tereddütteyim. Ama Firuzan kararlı çıkıyor ve beni de burası için ikna ediyor. O zaman neresi olsun diye arkadaki toprak alan üzerinde duruyoruz. Ama öncesinde bir çay ile sohbet, tanışmalar Cihat ve Zeki kardeşlerle, başkaları da eklenince bir kalabalık oluşuyor.

“Sohbet esnasında fotoğraflar çekerken yanıma Zeki geliyor. Makinayla çok ilgileniyor. O da eline alıp bir kaç kare çekiyor. Çektiklerini de anında görünce pek hoşuna gidiyor kamera. Eliyle kaç para diye işaret ediyor. Zamanında falanca fiyata, şu kadar dolara aldık diyorum. Anında cebinden bir tomar dolar çıkarıyor. Sat bana diyor ama nafile. Kameramdan ayrılmam ki :))

Sonra İngilizce bilen, ziraat tahsilinin son senesinde olan Saad ile devam ediyoruz. Yani çok şeyler oluyor da ben kısa keseyim, Saad bize istersek arazisindeki çadırında da kalabileceğimizi söylüyor. Hiç de fena fikir değil. Böylecene çadır kurmaktan da kurtuluruz diye arkadaki tarlaya yürüyoruz. Çadır dediği kamışlardan yapılma bir kulübe, 2 de sedirimsi bir şeyler var içinde. Birine ben diğerine Firuzan, olabilir. Derken baba da geliyor ve çayla (şekerli maalesef) devam ediyoruz, Türkiye, Ermeniler, başbakanlarımızın isimleri gibi şeylerden konuşmaya.

Eşyaları almak için benzinciye döndüğümüzde bir de ne görelim, yemeğe davet. Bir koca tepsi için de salata, bulgur ve taze kişniş. Lavaşlar da yanlarında. Hep beraber dalıyoruz içine. Karnımız doyduğunda Cihat’ın babası Musa geliyor ve bir Türk hanım isteğini söylüyor. 4 tane varmış, beşinciye talip. Gelmez bizimkiler, boşuna heveslenme şakalarıyla karışık Sadri Alışık derken Saad’ın babası Mustafa bizi evine davet ediyor. Kulübeye köpek falan gelir akşam, rahat edemezsiniz diye kaptığı gibi bizi, evlerine gidiyoruz.

Yani ne şans bizdeki. Ama daha sonra isabet ettiğimizi anlayacağız, gece soğuyor ortalık ve herhalde kulübede üşürdük.

Evlerinde sohbete devam. Biraz TV, biraz bilgisayar, resimlere bak, onu sor bunu dinle diyerek. Saat geç olduğundan, bizim için en azından, yatmamıza ayrılmış mekanda, daha tam bitmemiş, pencereleri takılı değil ama içinde hazır bekleyen 2 döşek ve yorgan üzerine tulumları atıp günümüzü sonlandırıyoruz.


 

Halep – Abu Makbara
Uzaklık: 63,7 km
Süre: 4 h 6'
Ortalama hız: 15,5 km/h
Rakım: 298 – 380 m
Hava sıcaklığı: 18 - 31 °C
Garmin yol bilgileri için: Halep-Abu Makbara


10 Kasım 2010, Çarşamba / Abu Makbara – Al Thawra

Atam çok yaşa

Çok rahat uyuduk ikimiz de, kaldığımız binanın camları daha takılı olmadığından odanın içi serindi. Bu da tulumlara daha derin girmemize neden oldu. Ama böylecene tulumun da keyfi tam çıktı.

Saati unuttuğumdan tam olarak bilemiyorum ama dışarısı aydınlanmıştı. Yakınımızdan geçen yol tüm gece çalıştı, araçların sesi durmadı. Af buyurun araç dedim, vasıta demem lazımdı. Sürekli Arapça kökenli kelimeleri bulup kullanıyoruz. Böylece az da olsa bir şekilde anlaşmaktayız. Olmadı el kol hareketiyle.

Tulumu hiç terk etmek istemedim, ama çok da oyalanırsak yoldan olacağız. Şöyle bir vücudumun yarısını çıkarttım, soğuktu ortalık. İyi ki gece kulübede yatmamışız, yoksa büyük abdestimiz donardı. Geceyle gündüz arasındaki fark büyük burada.

Yavaş yavaş toparlanmaya başladık. Ev sahibimiz de az sonra yanımıza gelip “sabah hayr” diye bizi selamladı. “Şükran” diyerek kendisine teşekkür ettik ve birlikte kahvaltı etmek için evlerine geçtik. Dün akşam geç geldiğinden tanışamadığımız abisi Mohammed de yerde oturuyordu. Turist rehberliği yaptığından İngilizcesi iyiydi. Onunla anlaşmak daha kolay oldu. Bu arada biz de bazı kelimelerin anlamlarını ondan öğrenme fırsatı bulduk. Hafif, muz gibi kelimeler aynendi. Sonra fıstık çeşitleriyle ilgili bilgi verdi. Onlarda 5 çeşit fıstık yetişirmiş. Bizdeki Antep ve Siirt’in dışında 3 çeşit daha. Bunlardan birisi ise çok makbulmüş ve 1000 suri fiyata satılıyormuş.

Daha pek çok şey konuştuk. Bölgenin politik yapısı, Baaz, El Kaide, Türkiye-Suriye ilişkileri gibi, 4 karılı evlilik... daldan dala atlayarak sürdürdük. Ama esas ilginç bir şey oldu. Konu haliyle Türkiye olduğunda Atatürk’ü anmadan olmuyor. Biz de anlatırken hatırladık ki bugün onun ölüm yıldönümü ve tepedeki saate bir baktık; 9:05. Bazen garip tesadüfler oluyor, nasıl açıklayacağımı bilemiyorum.

Kahvaltıdan önce birer kahve ikram edildi. Sonra bir tepside kase içinde kekikli zeytinyağı. Kase Arapçada bardak anlamında kullanılıyor, kekik de zahter olarak adlandırılıyor. Bir başka tabakta zeytun (Arapçası), biber salçası ve nefis bir peynir. Bunların hepsi kendi evlerinin mahsulüymüş. Ekmek lavaştı. Afiyetle giriştik ama önce bekledim, adetleri nasıldı acaba diye. Lavaştan ufak bir parça koparıp zeytinyağına veya salçaya batırıyorlar. Dediklerine göre normalde kahvaltıda yoğurt yerlermiş ama bu sabah yoktu, bilmiyorlardı ancak sebebini.

Hem yedik hem devam ettik sohbete. Ama saat da dokuz buçuk olmuştu ve çıkmazsak iyicene gecikecektik. Veda etmeden önce son bir ihtiyaç giderip, tıraş olup bu nazik ve misafirperver insanlardan ayrıldık.


 
 


Hava ısınmış, güneş tepemizdeydi. Güneydoğu yönüne doğru sürdük bisikletlerimizi. Dünkü saat yanlışını düzelttim artık. Meğerse Suriye’de de yaz / kış saati uygulaması varmış ve ben geldiğimden beri yanlış saatleri konuşuyormuşum. Hep 1 saat ileri söyledim her şeyi.

Yol, daha önce söylediğim gibi “mükemmel”. Hem evsafı hem de yandaki güvenlik şeridi o kadar geniş ki, daima yan yana sürdük. Bir de hep 0, -1, -2 eğimle gittik. Çok çok nadiren +1, +2 gibi çıktık. Fırat nehrine doğru iniyorduk artık.

Devamlı selam vermek durumundayız, mutlaka yolun öbür tarafı bile olsa, kornayla, selektörle veya el sallayarak bizi selamladılar. Yanlarından geçerken illaki “es selamın aleykum-aleykum selam” veya “merhaba, ehlen ve sehlen” diyorlardı.

Suriyeliler sıcak insanlar, dost ve misafirperver. Sizi mutlaka çaya davet etmek istiyorlar. İkramı seviyorlar.

Yol boyunca kahvecilere rastladıkça durup birer tane çaktık. Bu bize hem enerji verdi hem de dinlenme sebebi oldu. Bazıları ısmarlandı, bazılarını biz ödedik. Sonra Maskaneh’e geldik ve yolun karşı tarafından girip biraz dolandık içerde. Bir fırından 5 suri’ye bir açma tarzı bir şey aldık, için de üzümleri vardı. Çok lezzetliydi. 15 kuruş, düşünsenize. Komik, kaldı mı bizde bu fiyata bir şey?

Sonra daha da falafel’ciye uğradık ve 2 dürüm, 2 ayran için 70 suri ödeyerek karnımızı fulledik, 2,5 liraya.

Güneş tepede olmasına rağmen üzerimdeki ince yeleği çıkartmadım. Hem güneş hem de karşıdan esen rüzgar bazen şaşırtıcı bir serinlik verebiliyor. Firuzan’sa taytını ve kolluklarını daima takılı tuttu. Bir ara kolluklar çıksa da tayt kaldı hep.


 
 


 
 

Bu şekilde bugün 85 km kadar yol aldık. Saat 3,5 gibi artık güneş batmadan kalacak yer meselesini çözmemiz gerekiyordu. Kenardaki evlere alıcı gözle bakmaya başladık, hani dünkü gibi bir benzinci gene iyi olurdu ama bu sefer çıkmadı karşımıza. Al Thawra Fırat nehrinin kenarındaydı ve 7 km daha içeriye doğru pedallamamız gerekecekti. Sonra yarın, ya Fırat’ın karşı kıyısından Ar Raqqa üzerinden Deir Ez Zor’a gidecektik, ki o zaman yol bu kıyıya nazaran uzayacaktı veya dönüp bu tarafı tercih edecektik. Bu arada bu şehrin anlamı Zor Diyar gibi bir şey herhalde.

Geldiğimiz kavşak sanki bir yolcu aktarma noktası gibi bir yerdi. Sağdan Humus’a, düz Deir Ez Zor ve sola Al Thawra’ya ayrılıyordu. Oldukça kalabalık vardı. Otobüsler, kamyonlar, insanlar, büfeler, satıcılar falan. Ne edeceğiz, kime sorsak falan diye düşünürken sağda bir polis karakolu gördük, önünde de siyah üniforması içinde bir memur. “Mümkün çadır istirahat” gibi bir laf diyerek aklım sıra çadırda dinlenmek için yer aradığımı söylemeye çalışıyordum. Bir yandan da el kol hareketiyle destek vererek. Yani namümkün lafını işittiğimde pek bir suratım asıldı herhalde. Ama memur gene de bir yere gidip sordu ama gene menfi bir cevapla döndü. Ama buna karşılık bizi karakola çaya davet etti. Yani ne etsek falan derken, hadi girelim belki bir sonuç alırız diye takıldık peşine. İçeride 5 - 6 memur masa etrafında oturmuş, bir yandan TV izliyor, bir yandan da vazifelerini yapıyorlardı. Bizim gelmemizle ve Türk olduğumuzu öğrenmeleriyle ilgi tamamen üzerimize toplandı. Önce bazı pidemsi yiyecekler geldi, sonra çay. Ama tecrübeli olduğumuzdan ”lütfen çay sade, mafi sukar” diyerek şekersiz gelmesini sağladık. Sonra hepsinden ısrarla yedirdiler. Etsiz mi diye sorduk elbette. Hiçbirinde et veya benzeri hayvani bir şey yoktu. Helal gıda :)

Bu arada konuş babam konuş, anlat babam anlat durumlarıyla, bir yandan TV’deki programlar zaplanarak, sürekli Arap ülke TV’lerinin şarkılı sözlü programlarıyla zaman geçmeye başladı. Ama bizim yatacak sorununa ilişkin bir gelişme yoktu. Ara sıra bir cep telefonu elime tutuşturuluyor ve hattın ucunda Türkçe konuşan birisine derdimi anlatıyordum. 2,5 saat sonra karakol amiri olduğunu öğrendiğimiz başkomiser Hüseyin Bey geldi. Herhalde bizi onun için bekletiyorlardı. Neyse önce kimliklerimiz bir güzel incelendi ve pasaport fotokopileri alındı, bunun için 7 km uzaktaki Thawra’ya gitmek zorundaydılar. Sonra kalacak yer için odaya gelen diğer insanlarla sürekli durumumuz değerlendirildi. Bir ara birisi evine alıyordu, sonra ne oldu da değişti bilemedim ama en sonunda az ilerideki bir kamyoncu lokantasının yanındaki arazi ayarlandı ve uzatmayayım karakola veda edip ayrıldık.

Bu arada karakol dediğimiz yer aslında trafik kontrol noktasıydı. Bulunduğumuz süre içinde de radara yakalanmış araçların fotoları geliyordu ve ceza yağdırıyorlardı. Bir de arka bahçelerinde kaza geçirmiş araçlar yatıyordu, bazıları feci durumdaydı, içinden sağ çıkmak mümkün değildi.

Çadırı kurmadan önce karnımızı doyuralım bari. Hava da kararmış ve soğumuştu. Bulabildiğimiz yiyecekler humus, çoban salata, hıyarlı yoğurt (cacıkımsı) ve bir tabak maydanoz, nane, soğan, biber ve turp. Yanında lavaş ile güzelce yedik. Sonra da üzerine çay geldi ve 250 suri (8 lira) ödeyerek çadırımızı kurmaya geçtik.

Bugün 88 km yol yaptık. 70’in üstü benim için fazla. 90 sınır, sonrası kasıyor.

Karakol amirinden güzel bir şey öğrendim; Türkçeden de Arapçaya bir kelime geçmiş, o da döşekmiş. Zaten battaniye da Arapça. Şimdi gezimiz boyunca çadır, döşek (matlar) ve battaniye (tulumlar) yanımızda diyebiliriz.




Abu Makbara – Al Thawra
Uzaklık: 88,5 km
Süre: 5 h 13'
Ortalama hız: 17 km/h
Rakım: 248 – 310 m
Hava sıcaklığı: 15 - 31 °C
Garmin yol bilgileri için: Abu Makbara-Al Thawra


11 Kasım 2010, Perşembe / Al Thawra - Madan

Saat 6’ydı uyandığımızda sabah. Gece soğuk geçecek sanıyordum ama dün akşama nazaran daha sıcaktı. Gittikçe güneye iniyorduk, hava da beraberinde ısınıyor.

Akşam yola yakın olduğumuzdan araçların sesi hiç kesilmedi. Ama herhalde yorgunluktan olsa rahat uyudum. Ara sıra köpekler havladı durdu. Tren geçti diyor Firuzan ama ben pek hatırlamıyorum.

Her neyse, başladık toparlanmaya. Çadırı kurduğumuz arazi kumluydu o nedenle eşyalar da kum oldu. Biraz kenara, yola koydum ki daha rahat toparlayabileyim. Hava daha ısınmamıştı, serindi ve kolluklar, yelekler, hatta Firuzan uzun taytını bile giymişti. Gece yemek yediğimiz lokanta zaten öğlen açıyordui. Kahvaltı için oradan hayır yoktu. WC de kapalıydı, bu nedenle biraz yabani giderdik ihtiyaçlarımızı, daha doğrusu ben giderdim.

Saat 7:30 gibi yola çıktık. Erken hareket etmek çok güzel oluyor. Bir tazelik, bir enerji, güçlü döndürüyorsun pedalları.

Yol hem temiz, hem asfalt ve güvenlik şeritli, hem de -2 gibi bir eğimle gittiğinden neredeyse kayıyoruz zahmetsizce.

Yoldaki her geçenle, her önümüze çıkanla selamlaşıyor, merhabalaşıyor, erken olduğundan “sabah hayr” diyerek günaydınlıyoruz. Adamlar da bunlar nereli diye merakla bakıyorlar. Hani ne Arap ne başka bir şey, ama Arapça konuşuyorlar.

Sürekli kahvaltı edebileceğimiz yer aradık ama boşuna, bildiğimiz bir şey çıkmadı karşımıza. Buralarda kahveciler de yoktu. Daha önceki köydeki gibi falafel veya fırın da yoktu. Köyler boş, herhalde herkes kendi ihtiyacını evinde hazırlıyor burada.




Geçtiğimiz bir köyde, veya kasaba da olabilir, anayola paralel yan yolda dükkanlar çıktı. Manavlar vardı. Durup birisinin önünde elma, mandalina aldık. Elma 45 suri (1,5 lira) mandalina 25 suri (80 krş). Tabii durduğunda meraklılar etrafına toplanıyor insanın. Biz gene aynı repertuarı oynuyoruz, isim Mustafa, Türkiye – İstanbul, zevce Firuzan diyerek kendimizi tanıttıktan sonra onların isimlerini öğrenip, zaten hepsi bizde de olan isimler ama okunuşu değişik, vurguları farklı, daha gırtlaktan çıkıyor ses, akraba çıkıyoruz :)

Çok seviniyorlar ve çaya davet ediyorlar hemen. Tabii daha önce içmediyseniz katılmak çok güzel oluyor ama dediğim gibi şekerli sevmiyorsanız önceden söyleyin çünkü şekeri katıp pişiriyorlar.

Ha, burada da salepçiye rastladık ve birer bardak, bol tarçınlıyla içimizi ısıtıyoruz.

Yeniden yoldayız. Hızımızı almış giderken, dur biraz köylere girelim diye sağdaki birine dalıyoruz. Oldukça küçük bir yer, bebeler kıçları çıplak dolanıyorlar. Öyle bakınırken soldan bir ses bizi çağırıyor. Hadi kırmayalım gidelim bari deyip yanlarına varıyoruz. Kadınlı erkekli olmaları hoşuma gidiyor. Altımıza iki sandalye sürülüyor ve şov başlıyor. Neredeyse tüm köy yanımıza geliyor. Hatta az önce yanımızdan motorlarıyla geçen gençler de. İşte malum gösteri, sıcak ve dostça - samimi ifadeler. Az İngilizce bilen sayesinde biraz olsun anlaşma gayretleri, yetmediği yerde eski Türkçe falan. Fotoğraf çekilmesini çok seviyorlar, aile resmi için hepimiz sıraya diziliyoruz. 2 tanesi kareye girmek istemiyor, iki kadın tabii bunlar. Dijitalin keyfi, hemen bakıp sevinebiliyorsun. Bize yemek daveti yapıyorlar ama sadece çayla yetiniyoruz.

Yatıya kalmamızı teklif ediyorlar ama çok erken daha. Yol almalıyız, üzgünüz. Tabii konu hep 4 kadın, çocuğunuz var mı, kaç yaşında, meslek gibi yerlere geliyor. Burada 4 kadınla evlenmek mümkün, kanunen. Olanına da rastladık olmayanına da. Bense 1 tane kafi diyorum. Derdim mi yok 4 tane alacam diyerek espriye vuruyorum.

Bu güzel insanların çocuklarına Firuzan yanında getirdiği balon ve küpeleri dağıtıyor. Birden ortalık ana baba gününe dönüyor, hepsi haliyle almak istiyor. Hatta 2’şer tane kapmaya çalışan da var.

Hoş insanlar, kadınlı erkekli olmaları, el sıkmaları. Veda ederek uzaklaşıyoruz oradan.



 

Karnımızı doğru dürüst doyuramadık. Sabahtan beri bir muzla duruyoruz. Biraz mandalina falan ama ciddi bir kahvaltı lazım bize.

Yol boyunca başları üstünde 3 kat eşya taşıyan kadınlar müthiş bir denge içinde yürüyorlar. Manken okullarında kitap koyarlar kafalarına adayların, o gözümün önüne geldi. Sonra 3 tekerli çok ilginç tasarlanmış araçlar, sivri sinek gibi vınlayıp geçiyorlar. Klakson sesleri bitmez tükenmez vaziyette. Sanki bir yarış var aralarında, en yüksek ses benimkisi diye. Motosikletlerin ki bile kamyon sesi çıkartıyor. Arkandan ağır vasıta geliyor sanıyorsun, sese bakacak olursan, bir de geçiyor yanından, motor!

Fırat nehri solumuzda, aralardan görebiliyoruz, sağımızın devamı çöl. Bu şekilde bir kasabaya geliyor ve artık saat öğlen olduğundan falafel yiyelim bari diye birinin önünde duruyoruz. Ben bisikletlerin başındayım, Firuzan da alış verişte. Etrafımda bebeler, sorular, orayı burayı kurcalamalar. Biraz fazla ama. Sonra İngilizce konuşan, hatta öğretmen olduğunu söyleyen Yunus Ali ile sohbet. Birazdan Firuzan 2 dürüm + 2 ayranla geliyor, 70 suri ödediğini söylüyor. Çok ucuz tabii. Onları yemeğe çalışırken bebeler biraz abartıyorlar meraklarını, hatta aralarında bir itişme de oluyor bir ara. Sonra illaki resim, gördüğünüz gibi sandviç durumuna düştüğüm an. Yemeğin üzerine kahve için karşı kaldırımda bir dükkanda mırra içiyoruz. Bilirsiniz oldukça serttir, Urfa’da da yaparlar. Bütün gün kaynar sonunda zıkkım gibi bir şey çıkar ortaya. Firuzan bitiremiyor bile, ben onunkini de içiyorum. Kaç para dediğimizde uyanık 100 suri diye yazıyor hesap makinesine. Olur mu, iyi ki az çok haberdarız fiyatlardan, 50’ye indiriyorum ama o da çok, sonra diğer genç 30 diye yazıyor, bunlar Türk gibisinden dediğini duyuyorum, daha doğrusu Türkiye kelimesini anlıyorum.

Halep’ten ayrılalı 3 gün oldu. Bugün 60. km civarında yol tek şeride indi. Hatta bazı yerde yan şerit yoktu veya mıcırlıydı, gidilemiyordu. Sonra güvenlik şeridi düzeldi ama tek şeritte devam ettik. Öyle bir sollama yapıyorlar ki. Otobüs traktörü geçerken araba da otobüsü geçiyor ve hiç biri yavaşlamıyor, inadına gaza basıp geçiş süresini uzatıyorlar. Bir bakıyorsun yol tamamen kaplı, 3 araç üzerine doğru geliyor. Tabi kornalar ciyak ciyak inliyor. Açıkçası söylemek gerekirse kafa kalmadı bu seslerden. Çok gürültülü yollar.





 
 




 

Artık saat 4’e geliyordu ve 100 km’yi geçmiştik. Altım ağrıyor, canım sıkılmıştı. Kalacak yer seçmekte zorlanıyorduk. Benim şov yapacak enerjim kalmadı. Sahneyi Firuzan’a devrettim. Maadan’a gelmiştik. Buraya kadar ulaşabileceğimizi tahmin etmiyordum. Kasaba büyüktü o nedenle betonların arasında çadır kurulamazdı. Neresi diye bakınırken sonunda Firuzan gene bir polise soralım dedi ve ben velespitleri beklerken o konuşmaya gitti. Sonra beni çağırdı, içeride komiserle konuşuyordu. Gerçi sonuç çıkmadı ama bu arada Ali bizimle sohbete geçti ve evine davet etti. Bundan daha iyi ne olabilirdi ki, atladık teklife. Ve az sonra evinin oturma odasında yerde minderlerin arasındaydık. Birazdan anne geldi, baba geldi, veletler, derken ailenin oldukça büyük olduğu meydana çıktı. Ama babadan dolayı büyük kızlar ortaya çıkamıyor, baba da kadınların elini sıkmıyordu. Ali de aynı durumda. Dini sebepler saydı ama benim için bir mana ifade etmiyordu.

Akşam yemeğine ne yersin diye sorunca, aman bir yanlışlık olmasın diye vejetaryen durumlarını okuduk. Önceden bir temizlenmek iyi gelecekti, banyoyu hazırladılar. Firuzan yıkanırken ben de Ali ve babasıyla sohbete geçtim. O Suriye’yi ben Türkiye’yi anlattım. Benzerlikler farklılıklar konuşuldu. Elbette Murat Alemdar’a sıra geldi. Adamımız bayağı şöhret buralarda, tanımayan yok.

Ve banyo sonrası Firuzan’ın Suriyeli kadınlar gibi giyinip gelmesi çok hoştu, tekliflerini kırmamış. Çok sevindiler, ben de hemen 2 kare alıyorum bu andan. Sonra banyo sırası bana geldi. Yani su gibisi yok. Ve sırada yemek vardı. Tepsi için de yumurta, patlıcan ve domates. Yanında lavaş ve de süt. Ama ben oldum olası sıcak süt sevmem. Sonra üzüm reçeli geldi, tadı çok güzel, Firuzan’ın yaptığına çok benziyor.

İşte daha çok şeyler konuşuldu ama biraz onlara bilgisayardan eski gezilere ait video, foto gösterdik. Ama uykumuzun geldiğini fark etmiş olacaklar ki 9’u az geçe bize bir döşek verip odadan çıktılar. Biz de tulumları üzerine atıp uykuya geçtik. Yarın zor diyara gitmek istiyorduk. 80 km yolumuz olacaktı.

Al Thawra - Madan
Uzaklık: 106,8 km
Süre: 6 h 15'
Ortalama hız: 13,6 km/h
Rakım: 190 – 299 m
Hava sıcaklığı: 15 – 33 °C
Garmin yol bilgileri için: Al Thawra-Madan


12 Kasım 2010, Cuma / Madan – Deir ez Zor

İyi dinlenmiş olarak uyandık. Yerimiz çok keyifliydi. Onların oturma odasına serilen döşek üzerine attığımız tulumların içinde mışıl mışıl uyuduk. Banyonun da verdiği rehavet vardı elbette.

Ev halkı uyanmış, sesleri geliyordu. Tuvalet hemen yakındaydı, biz de alelacele ihtiyaçları giderip çantaları toplamaya başladık. Salonun içine öyle bir yayılmışız ki.

Neyse birazdan Ali kapımızı çaldı ve kahvaltıya geçmek ister miyiz diye sordu. Yani ne desek, bundan daha iyi bir teklif olamazdı. Birazdan küçük hanım elinde bir tepsiyle çıka geldi, akşam yemeğini yediğimiz yere kahvaltı konuldu. Tepsinin içinde üzüm reçelleri, akşamki patlıcan yemeği, peynir, domates, zeytinyağı ve zahter vardı. Lavaş ekmeği, bir de 2 bardak süt ve çay. Çayı şekersiz sevdiğimiz için bize göre hazırlamışlar. Gene lavaştan biraz koparıyor ve kaşık gibi kullanıp yemek istediğimize daldırıyorduk. Ali’yle de sohbete akşamdan devam. İşte şunun Arapçası ne, bu bizde de var, siz nasıl söylüyorsunuz. Veya İstanbul nasıl bir yer, sizde muhtar var mı? Burası belediyelik mi gibisinden merak ettiğimiz, onlar da merak ettiklerini sorgu sual ediyorduk. Az sonra baba da (uyanmış) yanımıza geldi. Hemen "sabah hayr" diyerek kendisini selamladık. Güler yüzlü bir insan, bize bir şeyler anlatıyor Ali de mütercimlik yapıyordu. Firuzan kahvaltısını bitirip çocuklara toka, küpe gibi getirdiklerinden veriyordu. Doğru tahmin ettiniz. Hemen bir curcuna, heyecan başladı. Gezilerde ufak tefek bir şeyler taşımak iyi oluyor, yarım elma gönül alma. Çocuklar da seviniyor, sen de mutlu oluyorsun.

Mataralarımız da dolduruldu ve biz de eşyaları develere yükleyip yola çıkmaya artık hazırdık.

Kapı önünde vedalaşmaya geçildi, kadınlarla erkekler el sıkışmadı, ama şükran diyerek duygularımızı ifade etmeye çalıştık. Ali bizimle köşe başına kadar geldi ve onunla da vedalaşıp saat 8 buçuk gibi Dier ez Zor yoluna çıktık.



Hava bence sıcaktı ama Firuzan yeleğini hiç çıkarmadı. Kasabanın çıkışında mısırları yollara sermiş, tartan, ayıklayan bir grup gördük. Anlaşılan hasat satılıyordu.

Bugün Suriye tatil (cuma). O nedenle ortalık sakince. Çöplüğün de yanından geçtikten sonra yavaş yavaş çöl başladı. Sağ sol kum tepeleri oldu. Asfalt yol, ters güneşten dolayı gümüşümsü bir renkte parlıyordu. Hava daha da ısındı. Yanımızdan veya karşıdan geçen arabalar sürekli korna çalarak bizi uyarmaktaydılar. Aman geliyorum, bilesin dercesine.

Çöl yolculuğunu çok merak ediyorum, nasıl bir duygudur uçsuz bucaksız düzlük görmek ve her yerin tek ton olması, kum rengi. Gerçekten heyecan verici. Ama bu durum geceleri değişiyormuş, hiç tavsiye etmedi Ali. Yabani hayvanlar sizi boş bırakmazlar, denemeyin gecelemeyi diye uyardı.

Çöl uzun sürmedi ve Fırat nehriyle beraber bereketli topraklara geri döndük. Yol hiç bozulmadı. Güvenlik şeridi buralarda yoktu ama araçlar sorun teşkil etmedi. Gerekli mesafeyi bırakarak yanımızdan geçtiler.

Susuzluğumuzu mandalina ve elma ile giderdik. Ağzımıza tat versin diye.

Sonra yolumuzun solunda bir bakkal dikkatimizi çekti, kadınlar doluşmuş. Oraya yanaşıp tatlı bir şeyler bakındık. Değişik bir şey buldu Firuzan, tek tarafı fıstık, diğer yanı Hindistan cevizi. Bir tane yedim, hoşuma gitti, birer daha alıp yedik. Bu arada da dükkan sahibesi kadın ve çocuklarla sohbete geçildi. Sonra birileri daha geldi ve yarı anlaşarak, yarı da anlarmış gibi kafa sallayarak konuştuk.

Beyler cumadaymışlar. O nedenle hanım duruyordu dükkanda. Kucağında, daha doğrusu yürüteçte bebesi. Çay ikram edildi, bu sefer bizdeki bardak formundaydı, ince belli. Bugüne kadar hep su bardağında gelmişti. Biz de ülkemizle benzerliklere rastladığımızda seviniyor, bunun aynı olduğunu onlara anlatmaya çalışıyorduk. İki ülke arasında halkların dostluğu çok güzel bir şey .


Yarım saatten fazla oturduk ve dinlendik. Ama artık çıkmamızın vakti geldi. Hanım Firuzan’ı yemeğe davet etmişti ama mümkün değildi. O zaman dönüşte tekrar uğrayın dediler.
 
 
 
 
 


Varacağımız yere (Deir ez Zor) 40 km gibi bir mesafe vardı. O nedenle rahattık, aceleye gerek yoktu. Dünkü 100 km’den sonra bu mesafe çerez kalıyordu. Ama dünün ağrısı halen geçmedi. Yamuk oturuyorum seleye.

Küçük bir yerleşimden geçerken bebenin teki Firuzan’a su atınca sinirlenip peşine takıldım ama kaçıverdi fırlama. Kenarda duranlara kustum öfkemi, "terbiye terbiye" diye bağırdım. Adamlar hak verdiler, mahçup oldular. Yani dikkatli de olmak lazım. Ama sanırım kadın gördüler mi cesaretleri mi geliyor, nedir?! Çünkü ileride gene elinde sapanla oynayan veledin bir teşebbüsü olacaktı, fark ettim ve uyardım. Onun üzerine durdu. Bu taş meselesini duymuştum. Gerçi bugüne kadar atan olmadı ama gene de uyanık olunmalı.

Bu şekilde giderek, yanımızdan geçen veya yavaşlayan motor üzerindekilerle tanışarak Deir ez Zor’a çok az kala gene motorun üzerinde benimle sohbete geçen, adının İsa olduğunu öğrendiğim ve sonrasında güzel bir dostluk kuracağımız Suriyeli vatandaş, ne edeceksiniz gelin bende kalın dercesine evine davet edince, yani ayağımıza gelen bu teklifi değerlendirelim, takıldık peşine. Sağdan sokak içine sapıp, sonra toprak yoldan devam ederek evine vardık. Ortada kocaman bir alan ve çevresinde 2 -3 bina, hepsi tek katlı. Bisikletleri park edip yanına oturduk, sonra da Fırat nehrine bakan terasına geçtik. Yarı İngilizce, yarı Türkçe ve Arapça derdimizi anlatıyor ondan tavsiye alıyorduk. Aç mısınız diye sordu, zahmet olmazsa demeye çalıştık. Hemen hanımı bir tepsi içinde mercimekli bulgur, zeytin ve domates getirdi. Zeytinler müthişti. Anladık biz Halep’te rezilini almışız. Onlar neydi, bunlar ne? Şimdi oldu bu iş, sanmıştık ki zeytinlerinde iş yok, yanılmışız.

Karnımız doydu, çayları içtik, sıra mırraya gelmişti. Burada kalmaya karar verdik, ama öncesinden gidip zor diyara bakalım bari. Çok merak ediyordum burasını. Nedense Suriye haritasını açtığımda bu isim, bu yer çekti adeta.




 

Uzunca bir yoldan gittikten sonra Deir ez Zor’a girdik. Biz bir kaç km dışındaymışız. Geçtiğimiz meydanların ortasında sürahi, teker veya başkanın heykeli bulunuyordu. Şehir merkezi levhalarını takip edip cuma olmasından dolayı kapalı dükkanların olduğu bölgede bir oyuncakçıdan evdeki küçüklere bir kaç şey aldık. Sonra da elimiz boş olmasın diye baklava alalım istedik. Sorduk oyuncakçıya, buranın en iyi baklavacısı nerede diye. Düşünün bunu Arapça sormaya çalışıyorum. Ama şaşarsınız, derdimi anlatabiliyordum. Tarif üzerine o istikamette sürdük bisikletleri. Ama bu bölge şımarık veletlerle doluydu. Peşimizden koşuyor, bisikletleri elliyor, sürekli gevezelik ediyorlardı. Mecburen kaba davranmam gerekti, başka türlü başımızdan gitmeyeceklerdi. Daha sonra ucuzcu Çin mağazalarından, sonrası için bir kaç hediyelik ıvır zıvır alıp kendimize kuruyemiş, badem çeşitleri alıp, ilk defa tütsülenmişine rastladım, eve de baklava alarak dönüş yolunu tuttuk. Baklavalar nefisti, kilosu 450 suri, yani 13 lira bile değil. Kuruyemişler 3 çeşit, toplam 600 gr 320 suri, 10 lira bile değil. Bu ülke ucuz, bize nazaran çok ucuz...

Her şeyi develere yükleyip dönüşü biraz uzatarak, veya karıştırdığımızdan uzamış şekliyle tamamlayıp İsa’nın meskenine vardık.

Şu çamaşır meselesi vardı halledilecek. Eşyalar kirlenmiş yıkanması gerekiyordu. Firuzan evin hanımından leğen alıp bu işi çabucak halletti. Sonra da İsa’nın kamyonetiyle şehir turuna çıktık. Önce Deir ez Zor'un ünlü 1927’de (bazı kaynaklar 1930 demekte) Fransızlarca inşa edilmiş asma köprüsüne gittik. Fırat’ın iki yakasını birleştiriyordu. Üzerinden karşıya geçtik. Bir hayli kalabalıktı, balık tutanlar, çekirdek çıtlatanlar, arak içip sapıtanlar, envaiçeşit olay yaşanıyordu üzerinde.

“İsa “sim sim” diyor. En azından kulağımıza öyle çalınıyor. Arapça “gibi gibi” demek herhalde. Buna kanaat getirip sim sim = gibi gibi çıkarsamasını yaptık. Bizim Arapça-Türkçe sözlüğümüze böyle ekledik.”

Daha sonra arabayla şehir turu attık. Yani bizim görmediğimiz yerlerden geçtik. Gece olmasına rağmen hareketli ve kalabalıktı ortalık. Çok ilginç bir şey gördük. Karanlıkta farlar birden, 3 renge boyanmış büyük bir bisikleti aydınlattı. Öyle heykel gibi duruyordu. Ne güzel bir şey bu diye sevinirken, yakınına yaklaştığımızda açının değişmesiyle üç ayrı parçanın (daire, üçgen ve kare) arka arkaya sıralanması ve belli bir açıdan bakıldığında üst üste gelmesinden oluşan bir göz yanılsaması olduğunu anladık. Yani optik sanat (opart) yapmışlardı. Öyle hızla geçti ki önümüzden bu resim, algılanması ve kaybolması bir hayal gibiydi.

Ardından Isa bizi bir lokantaya falafel yemeğe götürdü. Şahaneydi. Yerlisiyle takılmak lazım. Hayatta bulamayacağın yerler ve yemekler. Ful geldi, ama Halep’tekiyle ilgisi yok. Üzerine zeytinyağı gezdirilmiş, humus eklenmiş ve içinde de nohut. Bir tabak salata Firuzan’a, falafeller minnacık, üzerine humus dökülmüş. Turşu, soğan ve elbette humus ayrı bir tabakta. Bol zeytinyağlı. Yani nasıl açmışız anlatamam. Daldık, yumulduk, sildik süpürdük. Hele lavaşlar, sıcacık öyle güzel gidiyor ki yanında. Kopardık ve öğrendiğimiz gibi kullanarak yedik. Buradan çıkıp, ha çaylarımızı içtikten sonra tabii, bir küçük tur daha atıp, kuruyemiş karışımı alıp yoldaki bir iki dostuna laf atıp, iki satır konuştuktan sonra meskenimize döndük. Yorgunluk, artık bizim daha fazla ayakta durmamıza engel oluyordu. Rica ettik ve bize hazırlanmış döşeklerin üzerine tulumlarımızı serip uyumaya geçtik.

Yarın yolumuz çöllere girecek, Palmira’nın kraliçesi Zenobia ile buluşacağız.
 
 
 
 
 

 
 
 


Madan – Deir ez Zor
Uzaklık: 86,2 km
Süre: 5 h 50'
Ortalama hız: 14,8 km/h
Rakım: 202 – 321 m
Hava sıcaklığı: 18 – 32 °C
Garmin yol bilgileri için: Madan-Deir ez Zor

Gezinin devamı: Deir ez Zor-Tadmor, öncesi: Kilis-Halep