Balkanların üzerinden beklenen kar, gelişini erteleyince
biz de elimize geçen fırsatı Piyer Loti’yi ziyaret etmek üzere kullandık. Pazar
sabahı Levent ve Serhan’la buluşarak keyifli bir şehir turu attık. Km olarak
uzun olmasa da İstanbul’un güzelliklerini, kültürel değerleri ve lezzetlerini
tattık, mahallelerin dünü-bugünü’nü değerlendirdik.
Kahvaltı için durağımız Siirt Pazarı’ydı.
Unkapanı kemerlerine varmadan sağa sapan yolun sonunda. İMÇ karşısı, Fatih
itfaiyesinin arkası sayılır. Eskiden bir hayli dağınıktı, sonra belediyenin
çevre düzenlemesiyle turistik değer kazandı. Siirt, Van ve o yöre insanının
toplandığı, bölge kültürüne ait yiyecek-içeceklerin satıldığı bu meydana fırsat
buldukça geliriz. Nefis çay demlerler. Süslü bardaklarda servis ederler. Bugün
İstanbul’un az yerinde rastlarsınız. Belki yıldızlı otellerde. Bakkaldan
aldığınız malzemeyi hemen yanı başında bulunan fırına verip şahane pideler
hazırlatabilirsiniz. Bize peynirli, içine domates ve biber de ekleyip
pişirttiğimiz 4 pide her şeyiyle 12,5 liraya çıktı. 1 tanesini ancak
alabilirsin bu paraya. Bakliyat, kuruyemiş, peynir, yağ, bal, baharat cinsinden
ne istersen bulunur dükkanlarda. Gelmişken boş ayrılmayıp, Levent Siirt
tereyağı, bizse Van otlu peyniri aldık.
Pazarda daha çok ‘Doğu’ vatandaşlarımız
ağırlıklı olduğundan kadın görme şansı çok yok. Erkek ağırlıklı bir mahalle. Onlar
da bolca sigara içiyor. Neyse ki artık kapalı mekanda içmemeyi öğrendiler,
yasaya uymaktalar. Buranın eski halini de bilirim. Kahvede ‘lavaboya su
dökmeye’ giderdin, çıkana kadar, iç çamaşırın dahil her yerin sigara kokardı.
Zaten göz gözü görmezdi içeride. Bu yasa çok iyi oldu. Ama uymamakta ısrar eden
yerler halen var. Kadıköy’de, Karaköy iskelesi yakınında büfe diye
adlandırılmış yerler var. Açık mekanını kış için naylonla çevirmiş. 3 tarafı
kapalı, yani sağ-sol ve arka. Bu da kapalı mekan tanımına girer. Ama tablaları
koymuş, millet fokur fokur içiyor. 184’e bildirdim.
Bu bölgede bulunan ve UNESCO Dünya Mirası
listesinde koruma altında olan Zeyrek Camii ve mahallesini gezmeden edemezdik.
Ancak camii restorasyon altında olduğundan çevresi perdeyle kapatılmış.
Mahallede de pek çok, korumadan kaçmış, estetik yoksunu binalar gözümüzü
rahatsız etti. Yetkililerin zaten geç davranması / gereğini yapmamış olmaları bir zamanlar
tartışma konusuydu. Elinizi çabuk tutun yoksa UNESCO’nun koruması kalkacak
deniliyordu. Sanırım gene son dakikada treni yakaladık. Burada tescilli 150
bina bulunuyor. Elin adamı da olmasa kültürel değerlerimizi koruyamayacağız.
Unkapanı’na ve Haliç’e tepeden bakan,
İstanbul’un en eski semtlerinden biri olan Zeyrek evleri, Türk mimarisinin
İstanbul’daki ilk örneklerini yansıtıyor. Evlerde, dönemin aydınları ve devlet
görevlileri yaşamış. Tarihî evler, yangınlara ve depremlere rağmen 1900’lü
yıllara kadar ayakta kalmayı başarmış. Ancak 1909 yılındaki büyük yangından
sonra onarılmış. Cumhuriyet’le birlikte gözden düşen semt, zamanla dar
gelirlilerin oturduğu bir yere dönüşmüş. Osmanlı Devleti’nin sivil mimarî
özelliğini taşıyan bu evler, bakımsızlık ve ihmal neticesinde yok olmaya yüz
tutmuş. Tarihî Zeyrek evleri, 1985 yılında UNESCO Dünya Mirası listesine
alındı. Zeyrek, bakımsızlık ve ihmal nedeniyle Kültür Mirası listesinden
çıkarılma tehlikesiyle karşı karşıya kaldı. 2003 yılı Aralık ayında önemli bir
koruma kampanyası başlatıldı.
Kaynak Arkitera
Kaynak Arkitera
Çevrede karın doyuracak, çay içilecek pek çok
yer var. Bunlardan biri de ‘Kırmasti At Pazarı Meydanı’. Fatih Camisi’nin arka
tarafına düşüyor. Soğuktan ve de pazar olmasından dolayı sanırım pek insan yoktu
ortalıkta. Ancak bir kere burada da çayımızı içmiştik. Gene aynı nefasette
demliyorlar.
Bu bölgenin bir de Çarşamba’sı vardır. Kara çarşaflıların, şalvarlı ve çember sakallıların yoğun olduğu mahalle. Nakşibendiliğe bağlı İsmail Ağa Cemaati’nin karargahı. Bölgede bulunan İsmail Ağa Camii ve onun 1996 yılına kadar imamlığını yapmış olan Mahmut Ustaosmanoğlu cemaatin lideridir. Ama bir hesaplaşma neticesinde 1998’de liderin damadı Hızır Ali Muratoğlu ve 2006’da da emekli imam Bayram Ali Öztürk cinayete kurban gidiyor. Bu günlerde de cemaat ve etki alanları üzerine sıcak gelişmeler yaşıyoruz. Bakalım daha neler öğreneceğiz?
Bu bölgenin bir de Çarşamba’sı vardır. Kara çarşaflıların, şalvarlı ve çember sakallıların yoğun olduğu mahalle. Nakşibendiliğe bağlı İsmail Ağa Cemaati’nin karargahı. Bölgede bulunan İsmail Ağa Camii ve onun 1996 yılına kadar imamlığını yapmış olan Mahmut Ustaosmanoğlu cemaatin lideridir. Ama bir hesaplaşma neticesinde 1998’de liderin damadı Hızır Ali Muratoğlu ve 2006’da da emekli imam Bayram Ali Öztürk cinayete kurban gidiyor. Bu günlerde de cemaat ve etki alanları üzerine sıcak gelişmeler yaşıyoruz. Bakalım daha neler öğreneceğiz?
Tabii Kadınlar Pazarı’nı unutmayalım, her
çarşamba günü kurulan. Yiyecek dışında geniş bir de tekstil bölümü var. Üst-baş
ihtiyacını karşılamak için uzaklardan bile gelindiğini duymuştum.
Çarşamba’yı geride bırakıp Fatih Camii içinden
sürdük velespitleri ve hemen yanı başındaki çarşıdan ağır ağır etrafı seyrede
seyrede geçip Karagümrük’e ulaştık. Burası da ilginç bir mahalle, çetesi bile
var. Hatta ‘Cüppeli’ diye anılan Ahmet Mahmut Ünlü bu çeteye yapılan operasyon
sonucunda tutuklanmıştı. Çeteler arası savaş 2000 yılında patlak vermiş, Çakıcı
ile Nuriş çeteleri karşılıklı lokal ve kahvehane basmış, medyaya uzun süre malzeme
olmuşlardı. Birbirlerine hapishaneden sert tehditler savurmaktaydılar.
Hatırlarsanız, Sibel Can, Selçuk Ural gibi isimler de gündeme gelmişti.
Yolumuzu buradan ayırıp karşı kaldırıma geçip,
Sulukule tarafına yönelttik. Romanları, yani çingeneleri buradan attıktan (!) sonra
çevreye yeni binalar dikildi, dıştan hoş
gözüken. Bilir misiniz, Romanlar İstanbul’un alınışından sonra şehri
canlandırmak için buraya davet edilmişler. Dönemin en iyi, en zengin
katırcıları, sepetçileri Sulukule’den çıkmış. 50’li 60’lı yıllar buranın en
görkemli zamanıdır. Zeki Müren, Müzeyyen Senar gibi sanatçılar eğlenmeye
gelirlermiş. Hüsnü Şenlendirici, Adnan Şenses, Kibariye buradaki Eğlence Evleri’nde
yetişmişler. Ama Menderes döneminde Vatan Caddesi için Edirnekapı yıkımlarından
nasibini alıp surlara doğru kayar Sulukule. 85’e gelindiğinde burası doruğa
ulaşır. 34 Eğlence Evleri’nde çalışan 3500 kişi. Mahalle ekonomik olarak
kalkınma sağlar, yeni apartmanlar yapılır. Uzun sürmez bu saadet, tamtam
sesleri yaklaşmaktadır. Saadettin Tantan’ın Emniyet Müdürlüğü ile Sulukule’ye
baskınlar başlar (1990) ve 2 yıl içinde Eğlence Evleri’nin çoğu kapanır. Fatih
Belediye başkanı seçilmesiyle de kalan birkaç evin boşaltılması bölgeyi tekrar
fakirliğe teslim eder. 2005 ise Romanların kabus yılıdır; Sulukule Kentsel
Yenilenme Projesi. Ardından kamulaştırma kararı ve Çingeneler Zamanı’nın sonu.
Son gelişimizde Sulukule’den geçmeye izin
vermemişlerdi ama bu sefer giriyoruz. Daha tam yerleşilmiş gibi görünmüyor.
Belki de bizim geçtiğimiz bölüm öyleydi. Çünkü etrafta dolanan güvenlikçilere
sorduğumuzda “yarısı tutuldu bile” denildi. -“Kimler tarafından?” -“Zengin Suriyelilerce.”
Edirnekapı’yı geride
bırakarak Gazi Osman Paşa yönüne pedalladık. Şehitlik sağımızda ve solumuzda. Yolda
minibüs trafiği bolca. Fazla da müşteri olmadığından kenarda beklemekteler, tam
geçecekken hareket etmeleri sinir bir durum.
Küçük ve orta ölçekli
sanayi atölyelerinin önünden geçip Rami ve G.O.P’a doğru devam ettik. Gıda
Toptancıları Çarşısı’nı sağımızda bırakıp kışlayı geçtikten sonra, ki kışladan günümüze
sadece duvarları kalmış, Eski Edirne Asfaltından ayrıldık. Rami kışlası Bedrettin
Dalan zamanında geçici olarak gıda toptancılarının kullanımına bırakılmış. Bu
geçicilik halen devam etmekte ve süreklilik kazanmış durumda. Halbuki ordu burayı,
İstanbul’un nefes alacağı bir alana dönüştürülmesi şartıyla devretmiş.
G.O.P kalabalık bir
yerleşim. 1950'den
önce burada hayvancılıkla uğraşanların kurduğu ağıllarla bir kaç atölye tipi
imalathane varmış. 1952 yılında Balkan göçmenlerine devletin verdiği evlerle başlayan
Taşlıtarla serüveni, 60'lı yıllardan itibaren sanayinin Rami ve Eyüp'e kaymasıyla
korkunç bir ivme kazanıp 2007 yılı itibariyle ortaya 1 milyonun üzerinde kişinin
yaşadığı dev Gaziosmanpaşa ilçesi çıkmış. Bir bakıma Taşlıtarla, Gaziosmanpaşa
ilçesinin çekirdeği sayılmakta.
1958 yılına kadar Eyüp İlçesi Rami Bucağına bağlı 'Göktepe' adını taşırken, aşırı göç ve yapılaşma sonucu
genişlemesiyle 1963 yılında Eyüp İlçesinden ayrılıp, burada yaşayan halkın isteği
doğrultusunda adını Plevne kahramanından alarak 'Gazi Osman Paşa' adıyla ilçe oldu.
2008‘de de Gaziosmanpaşa ilçesi bölünerek Sultangazi ve
Arnavutköy ilçeleri ortaya çıktı.
Merkez Camii ve belediyenin de bulunduğu genişçe bir
meydanı var. Saadet Partisi bayraklarla donatmış binasını. Neyi kutluyorlar ki?
Çanakkale Şehitlik Gezici Savaş Müzesi de otobüsünü buraya çekmiş. İlçede
belediye AKP’nin elinde. Zaten 50 yıllık belediye seçimlerine baktığımızda 12
yıl sadece sosyal demokratlar iktidar olmuş, gerisi hep muhafazakar sağ
partilerin.
Piyer Loti’ye üst
yoldan ulaştık. Böylece Eyüp’ten tırmanmak zorunda kalmadık. Buranın güzel bir
pazarı vardır, bugün kurulan, yani Pazar pazarı. Girelim girmeyelim arasında karasız
kalıp turist otobüslerinin de park ettiği alana geldik. Her zamanki gibi
kalabalıktı tepe. Teleferik de yapıldıktan sonra çıkış daha da kolaylaştı. Yıllardır
süren, bir türlü açılamayan turistik binalar/dükkanlar yerine güzelim giriş
yolu üzerine kulübeler kondurmuşlar. Kelebek kondurur gibi. Yol daralmış, satış
heveslisi çığırtkan satıcıların sesleri kulakları tırmalamakta. Haliyle turist
sanılıp laf da yiyorsun. Şu zevksizlik bizde ne zaman geçecek? Eskinin zevki
nasıl oldu da kaybolup gitti bu milletten?! Neden güzel ve doğru bir şey yapıl(a)maz?
Ne gereği var bu tezgahların burada?
Hava uygunsa güneşli
bir masa seçin ve halici güzelce temaşa edin. Ortasındaki adacıklar, kürek çekenler,
kıyısında yürüyenler... Bugün tepe Japonlarla doluydu. Kalabalıktılar, fotosuz
da edemezler. Tabii Piyer Loti kahvesinde fiyatlar da turistiktir: çay 2,60,
kahve 5,20. Çok ince bir hesap.
Servisimizi yapan garson 15 yıldır buralıymış.
Kimseye hoş geldiniz demiyorum diyor. Anlayamadık duruşunu, pozitif mi negatif
mi? Piyer Bey’i sorduk. Uzundur görünmüyormuş. En son 1913’de buradaymış,
Sultan Reşat’ın konuğu olarak. Tam adamına denk gelmişiz. Başladı anlatmaya: “İlk gelişi 1876 yılına rastlıyor, Fransız
ordusunun görevli bir subayı olarak. Osmanlı yaşam biçiminden öyle etkileniyor
ki Eyüp’te yaşamaya başlıyor. Hatta bununla yetinmeyip giyimini kuşamını da
buraya uydurup Arif Efendi oluyor. Aslında Pierre Loti ismi de sonradan alınma.
Okyanusya seferleri sırasında Tahitili yerliler tarafından verilmiş. Esas adı
Louis Marie Julien Viaud. Loti, egzotik iklimlerde yetişen bir çiçeğin ismidir.”
Hayretler içinde anlattıklarını dinlemeye devam ettik. “Aziyade isimli Çerkez
kızıyla burada tanışır, aşık olur ve romanına onun ismini verir (1879). Roman,
Loti’nin bu kıza olan tutkusunu konu eder. Genç,
güzel, etkileyici kıza nasıl aşık olunuyorsa, Loti de İstanbul'a öyle
bağlanmıştır. Çünkü Aziyade romanı değişmeye hazırlanan, yeni bir devrin
başlangıcı olan Türkiye'yi ve Türk toplumunu anlatmaktadır. 1876 Türkiye’si
henüz modernizme geçmemiş, örf ve adetlerini muhafaza eden bir ülke
görünümündedir.” Müthiş, hepimizin nefesini kesiyor. “Kendisini her zaman Türk dostu olarak adlandıran Loti, Milli Mücadele döneminde Anadolu'daki direnişe destek vermesi ve kendi ülkesi olan
işgalci Fransa'yı ağır bir dille eleştirmesiyle Türk halkının da sempatisini
kazandı. Öyle ki TBMM 4 Ekim 1921’de ona şükranlarını sunan bir mektup yolladı,
İstanbul Fahri Hemşerisi olarak kabul edildi ve adını taşıyan bir de cemiyet
kuruldu. Ancak tüm bunlara rağmen Loti, Türk aydınlarını ikiye böldü. Kimi
aydınlar onun gerçekten bir Türk dostu olduğuna inanırken, kimileri de onun
aslında Osmanlı'nın zayıf ve geri kalmış hâlini acıyarak sevdiğini
savunuyorlardı.”
Yani ağzımız açık dinledik. Neler neler öğretti ayaküstü.
Müsaade istedik ama gitmemize izin vermedi. Daha anlatacakları vardı.
“Bitmedi, geçen yıl AKP Bitlis milletvekili Vahit Kiler, buraya Osmanlı’nın önemli
devlet adamlarından olan İdris-i Bitlis’in adının verilmesini istedi. Ama iyi ki
ilgi görmedi. Çünkü Piyer Loti,
etnik ve kimlik meseleleri açısından değil, turistik ve kültürel açıdan ele
alınması gereken bir bölge ve bu bölgenin ismi olmalıdır” diyerek adisyon
fişini masamıza bıraktı.
Tam anlamıyla ‘vay
be’ olmuştuk. 18,20 tutan hesabımıza karşılık 20 lirayı bırakıp ayrıldık kahveden.
Pierre Loti, 1850-1923
|
Piyer Loti’den dönüş için birinin tavsiyesine uyup mezarlıklar arasından giden yoldan inme cüretinde bulunduk. “2 dakkada inersin” demişti adam. Parke taşların üzerinden, yürüyenlerin yanından dimdik bir yolu inmek, sonunda da merdivenlerle karşılaşmak hiçbirimizin hoşuna gitmedi. Eyüp’te fazla kalmadık. Oyalanmadan, son durağımız olacak Vefa’da boza içmek 4lüden kabul gördü. Değişiklik olsun diye halicin kıyısından gidebilirsiniz. Ama ne çok camın üzerinden geçtik bilemezsiniz. Bakalım kimin lastiği önümüzdeki günlerde sönecek, göreceğiz.
İMÇ’nin arkası pazar
günü 2. el satıcılarıyla dolu, bir kalabalık ki sormayın. Geç geçebilirsen.
Parke taşlı yoldan tırmandık ve şıracının şahidi bozacının önüne velespitleri
bıraktık. İçerisi kalabalıktı. Yer açılır açılmaz daldık. Birimiz de karşıdan
leblebi (bozanın mezesi) alınca adeti yerine getirmiş olduk.
Mekan aynı, solda
tezgahın üzerinde mermer küpler ve dizili bardaklar. Bardaklar değişmiş
gelmeyeli, küçülmüş. Herhalde zam yapmayıp miktarı azalttılar. Artık yanında
kaşık da veriliyor. Malum, dikersin başına ama bir türlü dibi gelmez.
Kaşıklamak iyi fikir, parmağını sokacağına. Bu tarçınlı ekşi içeceğin hikayesi
çok uzun.
Boza, Mısır ve Kuzey Afrika
sahilleriyle Akdenizli tüccar gemiciler aracılığıyla batıya, Hazar Denizi
güneyinden doğuya, Asya içlerine ve Çin’e; İran ve Afganistan’a, Kafkaslardan
kuzeye, Volga havzasına doğru geniş bir coğrafyaya yayılır. Balkan ülkelerinin
hemen hepsinin “milli içki” olarak sahiplendiği bozanın Balkanlar’a gelişi ise,
iki farklı öyküye dayandırılır. İlkinde, Orta Asya’dan kalkıp XI. yüzyılda
Karadeniz’in kuzeyinden Balkanlar’a kadar geniş bir bölgeyi ele geçiren Kıpçak
Türklerinin, bozayı da kültürlerinin bir parçası olarak bölgeye taşıdığı
savunulur. İkincisinde ise, Horasanlı savaşçı dervişlerden Sarı Saltık yer
alır. Horasan’dan gelip Anadolu’da Hacı Bektaş’a bağlanan Sarı Saltık,
Rumeli’ye yerleşen ilk Müslüman Türk toplulukları da yönetmek üzere, 1263
yılında Babadağı’na, bugünkü Dobruca’ya gelir. Horasan’da öğrendiği bozacılığın
bölgede yayılmasına da önayak olan Sarı Saltık, bozacı esnafının piri sayılır.
Farsçada 'darı' manasına gelen 'Bûza' kelimesinden
türemiş olan boza, XIII. yüzyıldan sonra dilimize yerleşmiştir. Osmanlı Cihan
Devleti’nde, tahminen XVI. yüzyılın ikinci yarısına kadar devletin teşvik ve
himayesini görmüş, kayıtları tutulmuş, vergisi alınmıştır. Hatta bozacılar,
sefer zamanında sıcaklık ve tokluk veren bozalarıyla Osmanlı ordusunu takviye
ederlermiş.
En şiddetli yasakların yaşandığı
IV. Murad ve IV. Mehmed dönemlerinde İstanbul’da 300 dükkânda 1005 bozacı
çalışırdı. Meyhaneler, yüksek alkollü Tatarbozası satan bozahanelere dönüşür ve
bir laf türer: “Meyhaneciye sormuşlar şahidin kim diye, bozacı demiş.” İçki
yasağı III. Selim döneminde de sürer. Bu dönemde bozahaneler artık iyice ayak
takımının işgali altındadır. Okuryazar takımı, hanımlar, beyler ve aileler
bozahanelerden elini eteğini çeker. ‘93 Harbi’ olarak da anılan Osmanlı-Rus
Savaşı (1876) nedeniyle Rumeli’den İstanbul’a yapılan yoğun göç, bozacılık
tarihinde bir dönüm noktası olur. Savaştan hemen önce, Karadağ sınırındaki
Prizren kasabasından İstanbul’a gelen Arnavut genci Sadık, bir süre mahalle
aralarında seyyar bozacılık yaptıktan sonra, kentin eğlence merkezi olan Direklerarası
ve Şehzadebaşı’na yakın Vefa semtinde bir küçük bozacı dükkânı açar. Sadık
Efendi, iki yenilik getirir bozacılığa: Birincisi, o dönemin en meşhur
bozacısı, Taksim’deki Tevfik Efendi’den aldığı bozayı bir süre bekletip
üzerinde biriken suyu döktükten sonra satar. Benzerlerinden daha saf, kıvamlı
ve nefis hale gelen bu tadın şöhreti kısa sürede yayılır. İkincisi ve en
önemlisi, o zamana kadar boza, ilkel yöntemlerle üretilip saklanırdı. Bunun
için kullanılan ahşap fıçılar, bozayı da etkileyen kötü kokular yayardı.
Prizrenli Sadık, bozayı kendisi yapmaya başladıktan sonra fıçı yerine mermer
küpler kullanmaya başlar. Genç bozacı ayrıca dükkânını çeşit çeşit kepçeler,
güzel bardaklar, şık tarçın ve leblebi kaplarıyla donatır, tadını iyice
geliştirdiği bozanın orada içilmesini bir zevk haline getirir.
Şimdi madalyonun bir de diğer yüzüne bakalım. Bozada alkol var mı? Öyle
değil mi, günümüzde alkol konusunda ciddi kısıtlama ve kontrol getirilmesine
çalışılıyor. Acaba bu konuda neler söylenmiş? Bir bilene soralım:
Bozanın elde edilişinde en önemli rolü,
mayalar üstlenmektedir. Maya, şekeri parçalayarak alkol üretir. Yani mayalanma
sonucu oluşan fermantasyonla etil alkol miktarı, ortamın sıcaklığına ve
bekletilme süresine bağlı olarak artmaktadır. Eğer ilk yapıldığı günden
şişelerde +4 derecede muhafaza edilirse, alkol oranı % 0.8′i geçmemektedir. İyi hoş da, bekletme zamanı uzadıkça
bu miktar artmaz mı? %6’ya kadar çıkar. Alkollü içki olarak
kabul ettiğimiz birada ise alkol oranı, biranın cinsine göre %4-13 arasında
değişmektedir.
Bir görüşe göre
boza, bilinen en eski içki olan biranın ilk hali. Bir Anadolu içkisi olan üzüm
şarabından daha eski bir geçmişe sahip. En eski yazılı
kaynaklara sahip Mezopotamya (Sümer) ve
Mısır uygarlıklarında üretilen birayla boza, hemen hemen aynıdır. Bira
hammaddesi olarak kullanılan malt ekmeği, suyla ezilip bulamaç haline
getirilir. Karışım mayalanmaya bırakılır. Böylece alkolle birlikte süt asidi de
ortaya çıktığından, sözü edilen bira bozaya benzer. Türkiye’de
genellikle darıdan yapılan boza, başka ülkelerde yapıldığı yerin başlıca
ürününe göre mısır, arpa, çavdar, yulaf, buğday, kara buğday, Arnavut darısı,
gernik gibi tahılların unu, bazen da pirinç ve ekmek, nadir olarak da kenevir
unu ve karamuk mayalandırılarak yapılır. Kepeği alınmış darı unu kazanda
kavrulup, yumruk veya tokmakla dövülerek suyla hamur haline getirilir. Belli
bir kıvama ulaşan bu karışım elekten geçirilir. Eski boza veya hamur mayası ile
mayalandırılarak serin yerde 3-7 gün dinlendirilir. Şeker veya pekmezle
tatlandırılarak içilir. Ülkesine göre
alkol oranı % 2-6 arasında değişir.
Karşı masada oturan 2 tesettürlü hanım acaba bu durumu biliyorlar mı?
Süleymaniye
üzerinden S.Ahmet, Gülhane Parkı içinden Eminönü ve Beşiktaş’tan Kadıköy’e
geçerek İstanbul’un 1001 halinden bir kaçını gördüğümüz turumuz böylecene tamamlandı.
Görsellere
bakmak isterseniz...
Kaynaklar
PiyerLoti Turu
Karaköy-Unkapanı-Fatih-Sulukule-Edirnekapı-Gaziosmanpaşa-Piyer
Loti Tepesi-Eyüp-Haliç-Balat-Vefa-Süleymaniye-Sultanahmet-Gülhaneparkı-Eminönü-Beşiktaş
Tur
tarihi: 8 Aralık 2013
Kat
edilen mesafe: 34,47 km.
Ortalama
hız: 10,5 km/sa.
Bisiklete
biniş süresi 3 sa 16 dk., dışarıda geçen süre 7 sa 17 dk.
En yüksek
sıcaklık 18 ˚C, en düşük 6 ˚C, ortalama 9,8 ˚C
İrtifa
kazancı (çıkış) 603 m, kaybı (iniş) 578 m.
Garmin yol
bilgileri PiyerLoti Ziyareti
Bölgeye
yapılmış geziler PiyerLoti gezisi, Eyüp’e doğru bir gezi
İlginizi
çekebilir Büyükçekmece Beşlisi, Kara-Burun 2