1 Kasım 2009

Kara-Burun 2

Ramazan, bayram seyran derken herkes bir taraftaydı. Hep beraber artık şöyle uzak bir yere gidelim dedik ve Karaburun’u seçtik. Mayıs ayında 1 kere gitmiştik (yazısını okumak isteyen altta bağlantısını tıklayabilir), 130 km’si vardı yolun. Haydi dedik ve Pazar (27.09.09) sabahı için 7:30’da Şişli Atatürk evi önünde buluşmaya karar verdik arkadaşlarla.


Sabah tam evden çıkarken telefon çaldı ve hattın ucunda Mehmet:Nerdesiniz? - Çıkıyoruz evden. - Ben de geliyorum, gemideyim. - Ya niye önceden haber vermedin, yetişebilecek misin peki? - Yetişirim. - Olmadı metroyla gel. - Olmaz, basar gelirim Şişli’ye”. İyi dedik, olmadı bekleriz biraz ve çıktık evden. Bu konuşma biraz zamanımızı aldı ve buluşma yerine az geciktik. Vardığımızda Sarkis ve Hasan bekliyorlardı. Dedim, Mehmet de buraya geliyor, biraz bekleyeceğiz. İyi o zaman şurada oturup bir çay+simit yapalım istedik ama daha yerleşemeden Mehmet göründü. Bayağı kuvvetli çevirmiş pedalları. Karaköy-Dolmabahçe-Maçka-Osmanbey, iyi gelmişti doğrusu. Eee o zaman hiç oyalanmayalım bari. Kemer’de içeriz diye atladık velespitlere ve sabahın sakin trafiği ve serinliğinde Mecidiyeköy üzerinden 4.Levent ve Seyrantepe kavşağını geçer geçmez de sola otoyola, havaalanı yönüne doğru döndük. İyi organize olduğumuzdan ve trafiğin de uygun oluşundan sorunsuzca bu işleri yaptık ve hızlı bir şekilde Kemerburgaz yönüne sapıp Hasdal kışlası önüne geldik. Burada göbekte bir başka grup bisikletli bekleşiyordu. Bizi herhalde kendilerinden sanıp yollara atlayıp karşıladılar ama yanlışlarını fark ettiklerinde yanlarından uzaklaşmıştık bile. Dedim ya bu sabah çok hızlı başladık pedallamaya.
Otoyolda sağdaki geniş güvenlik şeridinden yan yana, peş peşe dizilerek sohbetlerimizi de aksatmadan Kemer’e vardık (9:00 / 25.km). Bu yolu artık gözü kapalı gidebilirdik. Kimbilir kaçtır yapıyoruz. Hemen her zamanki kahveye oturup çaylarımızı sipariş ettik. Aramızdan 2 kişi gidip börekleri aldı. Her daim lezzetine doyamadığımız Filiz börekçisinden tabii. Peynirlisinin porsiyonu 3 lira. Ispanaklı da oluyor bazen. Çaylar da burada 50 kuruş. Makul fiyatlar.
Çaylar ve börekler eşliğinde Sarkis’in yeni bisikletinin hikayesini dinlemeye başladık. Gerçekten iyi bir bisiklet almıştı, Madone5.0. Tam ona göre, çok iyi denk düşmüş. Fiyatını söylemeyeyim, anlayan tahmin eder ne olacağını. Artık yarış grubunda daha iddialı basacak pedallara. Ehh arkadaşımıza başarılar dileriz buradan, yarış günlerinde bizlerle olamayacak ama biz onu alkışlamaya yolda duracağız. Bu arada 4’ledi bisikletleri. Nereye sığdırıyorsun bunların hepsini diye merak ettik. Evin her yerini işgal etmiş, anlaşılan çok anlayışlı bir hanımı vardı. Acaba burada duracak mı yoksa 5 mi yapacak? Galiba bu bir tutku, bir taneyle kalamıyorsun. Bakalım ben ne zaman bu duruma uyacağım?
Her seferinde Kemer’e geldiğimizde oturduğumuz kahvenin çok güzel görünümü, medeni hali, tertemiz tuvaleti bize hep buranın sahibini, hikayesini merak ettirmiştir. Bu sefer artık biraz bilgi alalım, kendisini tanıyalım istedik ve şunları öğrendik: Yavuz Bey’in rahmetli babası burasını 1969’da devir almış. Kahve aslında 90 yıllık, eskiden Rumlara aitmiş. “1924 Mübadelesi” sırasında Selanik göçmenlerini buralara yerleştirmişler. Yavuz Bey’in büyükleri de oradan gelmişler. Zaten bu bölgede daha pek çok köyde (Bahçeköy, Gümüşdere gibi) göçmenler mevcutmuş. Yavuz Bey burasını 2 sene önce aslına uygun olarak restore etmiş. Bu güzel görünümüne kavuşturmuş. Kemerburgaz’da daha çok bahçevanlıkla uğraşılırmış. Son selde bahçeler de epey zarar görmüş. Burası Eyüp’e bağlı bir mahalleymiş. Epey şeyler konuştuk. Kendisiyle tatlı tatlı sohbetimiz maalesef artık yola çıkma nedenimizle kesilmek zorunda kaldı. Devamını bir sonraki gelişimizde yapacağız. Vedalaşıp yola koyulduk (9:45).
Göktürk’ten geçip otoyoldan ilerlemeyi sürdürdük. İSTAÇ’a geldiğimizde burnumuzun direğini kıran o malum kokuyu fazla solumamak, süratle uzaklaşmak için neredeyse ayakta pedalladık.
Yolumuz Odayeri-Işıklar kavşağına geldiğinde kesildi, araç geçişine kapanmıştı. Ama bizi durdurur mu bu durum? Hemen engellerin kenarından geçip aslında kaymak gibi bir asfaltın sürdüğü bu yoldan devam ettik. Ohh gel keyfim gel, yolun tamamı bize aitti. Gelen giden yoktu. Sadece diğer şerit açıktı ve orası işliyordu. Ancak bu keyfimiz ileride çalışan asfalt makinelerinin görünümüyle sona erdi. Gidelim mi gitmeyelim mi diye tartışırken Sarkis yoklamak için gitti ama hemen geri döndü çünkü yerler ziftliydi ve gidilemezdi. Haydi bu sefer karşı şeride transfer olduk, bisikletler bariyerlerin üzerinden atlatıldı ve ters yönde ilerlememizi sürdürdük. Taa ki tekrar gidiş yoluna geçebileceğimiz uygun kavşağı bulana kadar.
Sağ şeride geçip pedallamaya devam ederken merak ediyorduk acaba bu yol üzerindeki inşaat mayıs ayından beri ne kadar ilerledi diye. Ama gördük ki hiç bir ilerleme yoktu (veya vardı da açmamışlardı). Gene aynı noktada yolun asfaltı bitti ve toprak yol önümüze çıktı. Burası toz duman içindeydi ve bozuktu. Kamyonların arasından sıyrılıp eski yola inene kadar burnumuzu kapattık. Ama tozdan payımızı alarak.
Bundan sonrası artık klasik köy yollarındandı. Etraf yeşil ve sen bu yeşilin yanından, hatta sanki içinden gidiyorsun. Neredeyse çalılara uzanabileceksin. Grup da bu keyifle farklı tempolarda gidiyordu. Kimi önde kimi arkadaydı. Ben biraz arkada kalmıştım. Az sonra öndekilere yetiştiğimde durmuş birileri ile konuşurken buldum Firuzan’ı (11:20 / 49,5.km). Orada kenarda birşeyler toplayan sonradan ana oğul olduklarını öğrendiğimiz birileri vardı. Adına Tokat çileği dedikleri bir yemiş topluyorlardı. Benim ilk defa gördüğüm bu yemiş gerçekten de ilginçti. Hemen hepimiz inip yemeye başladık dallardan. Kimimiz torbasını doldurdu, hatta aşka gelip çiçek de topladı. Tadı nefisti, hele olgunları müthiş tatlıydı. Pekmez yapıyorlarmış. Biz de acıkan karnımızı bunlarla doldurup yeterince oyalandığımıza karar verip yolumuza devam ettik.
Şimdi ara yollardan gitmenin böyle de ayrı bir keyfi var. Sağda solda birşeyler buluyor, insanlarla iletişime geçiyor, çevreyi çok daha fazla tanıyorsun-özümsüyorsun. Ama otoyolda buna olanak yok. Vızır vızır araba geçiyor yanından, sen de onun rüzgarı ve sesinden rahatsızlık duyarak ilerliyorsun (bu rahatsızlığı dönüşte çok daha fazla anladık). Bu vesileyle Firuzan’ın sayesinde de yeni bir meyvayı tatmış oldum. 
Yol bizi keyifle inerek çıkarak ama yorulmadan Tayakadın’a ulaştırdı. Buraya varmadan önce soldaki bir su yalağında mataralarımızı doldurduk, çeşme başındaki dedeyle sohbet ettik, fotograflar çektik. Suyun tadı çok güzeldi. Hava da halen kapalıydı ve açmaya niyetli görünmüyordu. Sabahki güneş kendini bulutların arkasına saklamıştı. Aman yağış olmasın da!
Tayakadın’da Ağadayı Kıraathanesi’nde bir çay molası verdik. Ama Hasan çayla yetinmeyip bir de kuru+pilavı temizledi anında. Resimde de göreceğiniz üzere iştahı yerindeydi, aklı sadece yemekteydi (hatta öyle ki eldivenlerini bile giderken unuttu). Bizler de sohbetimizin kalan kısmını tamamladık. Dinlendiğimize karar verdikten sonra harekete geçmek üzere toparlanmaya başlamamız uzun sürmedi (12:15 / 52.km). Çayların parası hemen ödendi ve çıkıldı.
Daha fazla gitmeden Mehmet’in arka freninin sürtüyor olması nedeniyle durup onu ayarlamaya çalıştık. Tezgahtaki aleti kullanmak istedik ama satıcı izin vermeyince elimizdekilerle uğraştık ama tam sonuç alamayınca yolumuza devam ettik (sonra Durusu’daki bisikletçi düzeltti freni).

Önümüze müthiş keyifli görünümü olan rüzgar pervaneleri çıktı. Peş peşe sıralanmış dönüyorlardı. Kaç taneydiler şimdi bilemiyorum ama en az 10 olmalıydı. Bir kanadı 35 m’miş. Bu enerji elde etme şekline bayılıyorum. Yenilenebilir enerji (istersen yiyebilirsin de ;)) kim karışır ki sana? Ne güzel değil mi, rüzgar estikçe pervanen enerji üretiyor. Onlara baka baka yanlarından geçip gittik. Bir de resmimiz olsun istedik burada. Pek de uygun düşmeyen bir yerde durduk. Biraz döküntü içinde çekilmiş oldu bu resim ama idare edelim şimdilik. Dönerken daha iyi bir yer bulur-tekrar çekeriz diye Durusu’ya doğru inmeye başladık.
Durmaksızın inen bu yol hepimize neşe verdi. Dalga dalga akıp hem etrafı izledik hem de pedal basmadan gideceğimiz yere varmış olduk. Durusu küçük, sevimli, hoş görünüşlü bir kasaba. Bolca kasabı ve marketi var. Herşey piknikçiler için düşünülmüş. İhtiyacın olan malzemeyi burada tamamlayabilirsin. Tüpçülerin arasında sıkı bir rekabet var anlaşılan, hepsi tüpün yanında birşeyler vererek müşteri çekmeye çalışıyorlar. Çok dikkat çekiciydiler. Mehmet’in frenini buradaki bir tamircide ayarlattık. Çeşmeden suyunu tamamladı Sarkis.


Buradan Karaburun’a 2 yol vardı. Soldan giden kısa olan ve doğrudan Karaburun’a çıkıyor. Sağdansa daha uzun ve Yeniköy üzerinden sahile iniyor. Biz yolu uzatmak için sağı tercih ettik (geçen gelişimde soldan gitmiştik, bu da değişiklik oldu).

Durusu’dan ayrılırken Fikret Albay’ın tanıdığı Veysel Bey’e (meşhur Terkoz köftecisi) de selam verip hafif rampaları çıkarak sonra inerek Yeniköy’e geldik (13:30 / 64.km).
Yeniköy’e ulaşan yol keyifli, düzgün ve rahattı. Köy girişinde patlak bir lağım borusu etrafa nahoş kokular salsa da görünüm düzgündü. Firuzan girişte bir köylü kadında bulduğu acı biberlerden (ki şeker gibi görünüyordu torbanın içinde) bir avuç almış, mutluluktan uçuyordu. İkimizin de bu biber tutkusu bizi her gittiğimiz yerde arayışa sürüklüyor. Ama bunlar süperdi doğrusu. Rengarenk, kırmızısı, sarısı, moru dopdoluydu torba.

Kahvedeki vatandaşlardan sahil yolunu sorup (gerçi duvarlara da yazmışlardı ama bazen hangi yönü gösterdikleri pek belli olmuyordu) iyi Türkçemizle onları hayrete düşürüp Yeniköy’ün kıyısına doğru indik. Etraf sezon sonu olması sebebiyle boştu. Yazlık evler sağda solda. Hepsi ayrı bir mimarlık şaheseri (rezaleti demem gerekir). Renkleriyle şekilleriyle zevksizlik örnekleriydi bunlar. Daha sonra sahil boyunca göreceklerimiz bizi daha da hayrete düşürdü. Tam anlamıyla kaval ve şeşhane çalıyorlardı. Esaslarını çekemedim ama gene de bazılarını resimledim. 

Sahile indiğimiz noktada Sarkis’i bir lokantacıyla pazarlık ederken buldum (13:40 / 65,5.km). Balık porsiyonu 15 lira (palamut veya bir başka balıktı) salata ikramları olacaktı (Sahil Restaurant, Yeniköy). Bizim yanımızda sandviçlerimiz olduğundan Hasan da kuruyla doyduğundan dahil olamadık mönüye.

Sahildeki masalarda yerimizi alıp kumanyamıza takıldık. Sarkis ve Mehmet içeride konuşlanıp, bir de bira açtırarak afiyetle karınlarını doyurdular. Sonra öğreniyoruz ki salata çok lezzetliymiş (Hasan da tatmış ve onaylıyordu). Ama bizim sandviçlerimiz de bir o kadar lezzetliydi. Evde yaptığımız tam buğday unundan ekmeğimizin içinde beyaz peynir, zeytinezmesi, salatalık, domates, maydanoz ile adeta bir sebze bahçesiydi. Yanına da o acı biberleri koyunca anında süpürdük herşeyi. Daha da olsaydı yerdik vallahi. Zaten acı biber iştah açan birşey.

Acı biber, acı biber diyoruz da nedir bunun acılık ölçüsü, nasıl belirlenir? En büyük acı biber midir? Acıların kadını kimdir? Bu konuda uzmanlaşmış olan Firuzan’a bağlanıp bilgi alalım mı?

“Acı biber yediğimizde hissedilen acı, vücudun "doğal ağrı kesici" olarak bilinen endorfin hormonunu salgılamasına yol açar. Endorfin, aynı zamanda haz hissi de verdiği için insanlar bir süre sonra bu hazzı yeniden hissetmek için daha acı biberler yemeye başlar. Aslında biber acı değil yakıcıdır. Çünkü acı tatlının tersidir. Buna en iyi örneklerden biri de greyfurtun tadıdır.

Bibere yakıcılığını veren bileşik kapsaisin adındaki maddedir. Biberin etli kısmında ve tohumlarında bulunur. Bu nedenle ucu pek yakıcı olmayan biberin, sapına doğru yakıcılığı daha çok hissedilir.

Kırmızı biberler karoten ve C vitamini bakımından çok zengin olup, sıcak havada yenilen yakıcı biberler insanı terletir ve terin buharlaşmasıyla insanda bir serinlik hissi uyandırırlar. B ve özellikle B6 vitamini açısından zengin olan biber aynı zamanda yüksek oranda potasyum, magnezyum ve demir içerir.

Şimdi sizlere bir soru: Biberden ağzımız yanınca çoğumuz hemen su içeriz. Ama pek bir işe yaramadığını görürüz. Ama neden? Sebebi basit: Yağ ve su kesinlikle birbirlerine karışmaz. Biberlerin yakıcılık veren maddesi yağlıdır ve su ile birleşmez. En iyi yöntem ekmek yemektir. Ekmek bu yağı absorbe eder ve mideye taşır. Bir diğer etkili yol da süt içmektir. Sütün içindeki kasein maddesi bir deterjan görevini üstlenir, biberin yağı ile karışarak ağzı temizler.

Pekiii, biberin yakıcılığının biriminin ne olduğunu biliyor muydunuz? Scoville Heat Unit - SHU (Scoville Isı Birimi): Biberin yakıcılığı, bir miktar biber ekstresinin, tadı denekler tarafından hissedilmeyecek hale gelene kadar şekerli su ile seyreltilmesi ve biberin yakıcılığının hissedilmediği anda da şekerli su ile biberin oranlarının ölçülmesiyle tespit edilir. Dolmalık yeşil biberin SHU'su 0 (sıfır), ülkemizde de yetiştirilen Meksika biberi “Jalapeño” 2.500-8.000 arası, acısos “Tabasco” ise 2,5-5 bin. Ancak, Guiness Rekorlar Kitabı'nda Kuzeydoğu Hindistan'dan “Naga Jolokia” adlı kırmızı biber 1.000.000 (yanlış okumadınız birmilyon) üzerindeki SHU'yla yakıcılıkta bir numara! Polisin kullandığı biber gazı ise 5-5,3 milyon SHU. Eylemlerde maske takmayı ihmal etmeyin, bizden söylemesi."

Bizler yemek yerken Hasan da kumlara uzandı deniz kenarında. Adeta meditasyon oldu benim için diyordu. Ruhunu dinlendirmiş. Yemek sonrası lokanta sahibi bizlere çay ısmarladı ve artık gitme vakti geldiğinden vedalaşıp (14:45) sahilden devamla Karaburun’a doğru pedallamaya başladık. Yolda envai çeşit bina gördük. Herkes kendine göre birşeyler dikmiş. Kimse uyum aramamış kendi tarzını ortaya koymuş. Bu da buraları acaip bir tarza dönüştürmüş, kaval-şeşhane tarzı olmuş.

Altı Kaval, Üstü Şeşhane.
Mantığı, eski Osmanlı silahlarının namlu tiplerinden gelir. Kaval düz boru bir namluyken, şeşhane altıgen bir namludur. Bir silahın namlusunun ucu kaval gerisi şeşhane olamayacağı için, birbiriyle tutarsız durumlarda ve şekillerde bu deyim kullanılabilir.

Buradaki şeşhane kelimesinin İstanbul’da bir semt olan Şişhane ile herhangi bir alakası yoktur ve Şişhane söylenişi yanlıştır (İskender Pala / İki Dirhem Bir Çekirdek. Kapı Yayınları 2008).
Karaburun’a dik bir yokuşla çıkılıyor. İyi geldi yemek üzerine :) hazmettirdi. Zaten acıkmaya başlamıştım bile. Ne kadar çok yemek yiyoruz değil mi binerken.? Hani önüne bir tencere koysalar banamısın demeden indireceksin miğdeye. Bazen etrafımdakilerden utanıyorum. Kardeşim nereye gidiyor bu kadar yediğin diye soruyorlar.
Karaburun’u mola vermeden geçtik. Gölün kıyısından kıvrıla kıvrıla giden yoldan peşpeşe dizilip pedallarımıza coşkuyla basarak Durusu’ya yaklaştık. Girişte gördüğümüz tatsız olay bizi biraz üzdü ama yapabileceğimiz tek şey arabanın ezdiği kediyi kenara koymak olabildi. Dikkatsiz sürücülerden bıktım!!! 
Durusu’da kendimize uygun, daha doğrusu bisikletlerimize uygun park yeri olan bir kahve seçip, kimimiz çay, kimimiz sodayla rahatlayarak ve de eşrafla sohbet ederek biraz vakit geçirdik. Fotolar çektik, Hasan’ın ikramı elmalar yedik ve sonunda veda edip yolumuza tekrar koyulduk (15:45 / 76.km). 
Tayakadın’a şimdi bir çıkış bekliyordu bizi. Gelirken lay-lay-lom indiğimiz yolu çıkmak vardı ama inanın öyle pek de zorlamadı kimseyi. Nedense artık fazla da üzerinde durmuyorsun rampa çıkışlarının. Nasıl olsa çıkıyorsun eninde boyunda. Hava da çok sıcak olmadığından biraz terlemek iyi bile geldi, ısındık. Bu gün havanın bulutlu olacağını okumuştuk. Ufak serpintiler dışında dediği gibi oldu. Arasıra yüzünü gösteren güneş bize biraz mutluluk veriyordu ama serin geçen bir tur oldu. Mevsim de artık dönmeye başlamıştı, kolluları giymek gerekirdi. Yanınıza mutlaka kollu birşeyler bulundurmalısınız, neme lazım – ya dönerse. Peki bu kuyunlar ne olcak? Güpresini nirden bulcaz?
Geldiğimiz yolu geri pedallamaya başladık. Sırasıyla Tayakadın’ı geçip (bu sefer rüzgar pervanelerinin önünde bir resim daha çektirerek) ve yolun kenarındakı atları izleyip, otoyola bağlanana kadar ki yeşilliklerin içinden süzülerek, ihtiyaç molası da verip...
…yol inşaatı başlangıcındaki (Hasan bize nispet toprak yoldan gidileceğini kanıtlayarak) bozuk zeminden geçip (toz duman içinde kalarak gene) ve sonrasında bitmeyen otoyolda ilerleyerek. Yolun efsafı çok güzel, güvenlik şeridi geniş ama öylesine gürültü var ki, kafan şişiyor. 

Bir türlü bitmeyen bu otoyolda (git babam git) İstanbul’a yaklaşırken (Hasdal’a gelmeden) yağış başladı ama şansımıza artmadı. Artık hava da kararmaya başlamıştı. Enerjimiz de azalmıştı. Yanımızdaki tüm şekerli şeyleri yiyerek biraz daha güç alıp E5 üzerine çıkıp “critical mass” taktiğiyle sapakları atlatıp Seyrantepe önünden Barbaros yokuşu - Kışlaönü’ne kadar 5’li olarak geldik. Mehmet karşıya geçmek için buradan Beşiktaş’a devam etti, yolu daha uzundu, Pendik onu bekliyordu. Bizse Mecidiyeköy trafiğinde slalom atarak Nişantaşı’na doğru devam ederek herkesin evine doğru yöneldiği bir kopuşla gezimizi sonlandırdık.

Saat 8’i az geçmişti eve girdiğimizde. 12 saatten fazla sokaklardaydık. 134 km yolu 8 saat 22 dakikada gitmiş, ortalama 16 km sürat yapmışız. Kalori ihtiyacım 2700’miş, buna karşılık 219 da yağ tükenmişti. 2. Karaburun gezimiz de bu şekilde tamamlanmış oldu.


Yol: N.taşı > 4.Levent > Hasdal > K.burgaz (25 km) > Tayakadın (52 km) > Durusu > Yeniköy (64 km) > Sahil (65,5 km) > Karaburun > Durusu (76 km) > Hasdal > N.taşı (134 km)

Not: Fotolar müşterek.

Kaynakça: