Nihayet Yukarı Tavşanlı’ya geliyoruz. Hem biraz dinlenmek, hem de sularımızı tazelemek için bir molaya karar verip, sağımızdaki köy kahvesinin önündeki duvara bisikletleri dayayıp terasına çıkıyoruz. Köy halkından birkaç kişi oturmuş, sohbet ediyorlar. Selam verip, kendimizi tanıtıp yanlarındaki masaya geçiyoruz. Birer çaydan sonra, beraberimizde taşıdığımız yol haritasını açıp köylülerden buraları ile ilgili bilgiler alırken, onlar da bize ziyaretimizin sebebini, nereden geldiğimizi soruyorlar. Karşılıklı sohbet içinde burada yarım saatimizi paylaşıyoruz. Yol bilgilerini de tamamladıktan sonra müsaade isteyip caminin yanındaki çeşmeden mataralarımızı taze suyla doldurup köyden ayrılıyoruz.
Buraya kadar yolumuz bizi 160 metre rakıma çıkarmıştı, ama artık daha da dikleşecekti. Çünkü varmak istediğimiz tepe neredeyse 620 metre yükseklikte. Önümüzde Ahmediye var, 2 kilometrelik bir uzaklıkta. Burası da Tavşanlı’yla aynı yükseklikte olduğundan şimdilik düz yolda ilerliyoruz.
Yol üzerinde gördüğümüz piknikçiler hazırlık içindeler. Çocuklar koşuşturuyor, büyükler sofraları kuruyor. Çayırlarda inekler, yolumuz iki taraflı ıhlamur, dut ve kavak ağaçlarıyla süslü. Ahmediye’yi geride bırakıyor Fevziye yönüne sapıyoruz. Pür neşe ilerlerken solumuzda gördüğümüz böğürtlenlerin tadına bakmaktan başka bir isteğimiz yok. Başladık erik kadar büyümüşleri mideye indirmeye. Bu kadar irilerini görmemiştik. Kimse de geçmiyordu herhalde buradan ki toplanmamıştı. Ne kadar yedik bilemiyorum ama karnımız iyice doydu. Gerisini başkalarına bırakarak tekrar bisikletlerimize atlıyor, kırların içinden geçen yoldan Fevziye’ye doğru devam ediyoruz.
Yolumuz çıkıyor, az iniyor sonra tekrar çıkıyor. Önümüze gelen üçyol ağzında kararsız kalıyoruz yönümüzü belirlemede. Haritamızdan yolu bulmaya çalışırken yanımızdan geçen bir araba bizi böyle görünce duruyor ve önce İngilizce, sonra Türk olduğumuzu öğrenince de Türkçe konuşarak bize yolumuzu tarif ediyor. Sapmamız gereken nokta az geride kalmış. Teşekkür ederek doğru yerden sapıp devam ediyoruz pedallamaya. Çevrenin güzellikleri içinden ikitekerimizle akıp giderken birden yolun kenarında gördüğümüz molozlar canımızı sıkıyor. Bu güzellikleri kıskanan olmalı ki utanmadan ve çekinmeden getirip molozlarını buralara döküyor. Böyle birşeyi nasıl yaparlar düşünceleri içinde Fevziye’ye ulaşıyoruz.
Bu köy biraz daha büyük, ancak etrafta kimsecikler yok. Solda, bir çınar ağacının gölgesinde oturan birkaç kişi dışında. Belki de pazar günleri buralarda herkes dinleniyor. Enerjimiz halen yerinde, o nedenle durmayalım devam edelim istiyoruz. Köyün çıkışını az geçiyoruz. Sağ tarafta gördüğümüz ağaçlarda elmalar neredeyse yerlere değmekte. Neresiydi burası, cennetten bir köşe mi? Göz hakkımızı almak için duruyor ve bahçeden renk renk elmaları toplayıp, hem yiyip hem çantalarımızı dolduruyoruz. Bayağı oyalanmışız. Tekrar yola koyuluyoruz. Fazla araç yok geçen, ara sıra bir mobilet veya traktör. Sessizlik içinde ilerleyen yolumuz bizi 3 kilometre sonra Semetler’e ulaştırıyor.
Köyün içinden geçerken sağda bir evin duvarı dibinde iki çocuk bisikletleriyle uğraşıyor. “Ne yapıyorsunuz, bir ihtiyacınız var mı?” diye soruyoruz. Lastikleri inmiş, pompaları da yok. Onları böyle bırakmak içimize sinmiyor. Bisikletten inip yanımızdaki pompayı veriyoruz. Onlar çalışıyorlar bizse onları soru yağmuruna tutuyoruz. Özgür ve Emre sınıf arkadaşı ve bisiklet tutkunu. Bu şekilde bizi gören Emre’nin annesi de bir torba dolusu elma gönderiyor. Az önce topladıklarımız çantalarımızda olduğundan, içinden iki tane alıp teşekkür ediyor ve tekrar yolumuza dönüyoruz.
Edindiğimiz bilgiye göre önümüze Valideköprü çıkmalıydı, bakın neler yazmışlardı bu köprüyle ilgili: “Çevresinde kurulan mezraya adını veren Valideköprü, ilçenin Osmanlı Dönemi'ne ait en önemli eserlerinden biri olarak kabul edilir. Karamürsel'den güneye doğru; Karaahmetli, Hayriye, Yalakdere köylerinden geçen ve İznik'e giden yolun üzerindedir. 17. yüzyılda kimin tarafından yaptırıldığı kesin olarak bilinmemekle beraber; Kösem Sultan, Turhan Sultan veya Emetullah Sultan'dan birinin yaptırdığı rivayet edilmektedir. Köprü; üç gözlü, sivri kemerlidir ve iki yanı korkuluklarla çevrilidir. Klasik Türk mimarisi tarzında, kesme taşlarla yapılmıştır. Boyu 64 metre, döşeme eni ise 450 metredir.” (1)
Bugünse bu köprü yıkılmaya yüz tutmuş. Yenisi yapıldığından da artık kullanılmıyormuş. Bu nedenle eski köprünün yanındaki benzin istasyonu da önemini yitirmiş, çalışmıyor. Ama köyün insanları, alışkanlıktan olsa gerek, gene burada toplanmış, kahvede oturuyorlar. Biz de bir mola verip, hem acıkan karnımızı doyurup, hem de bundan sonraki yolumuzla ilgili bilgi alalım istiyoruz. Dışarıdaki masalardan birine oturup birer madensuyu ısmarlıyoruz. Terle kaybettiğimiz mineralleri tamamlasın diye. Gerçi bu iş için hazır meşrubatlar var ama burada yokmuş. Sonra yandaki bakkaldan bulduklarımızla -ki az da sayılmaz- domates, biber ve peynir ile soframızı donatıp muhabbet eşliğinde yol bilgilerini tazeliyoruz. Çok cüzi bir para ödeyip tekrar yollara düşüyoruz. Çıkmadan önce çevrenin fotoğraflarını çekmeyi ihmal etmeyelim: Köprüyü bir daha göremeyebiliriz.
Güneş tepemizde, hava iyice ısınmıştı. Köyden çıkarken yolda gördüğümüz iki bisikletli gençle tanışıp sohbet etmeye başlıyoruz. İkisi de okuyor, biri İmam Hatip’te diğeri düz lisede, Muhammet ve Onur. Yolları karıştırmamamız için bize eşlik etmek istiyorlar. Memnuniyetle kabul ediyor ve ilerdeki sapaktan sola, baraj göletine doğru birlikte kıvrılıveriyoruz. Hem konuşuyor hem etrafı izliyoruz. Sağda solda tarladan mahsulünü toplamış, kamyonete yüklemeye çalışan köylüler. Aralarından geçerek DSİ’nin barajına geliyoruz.
Çok büyük olmamakla beraber gene de hatırı sayılır bir su birikmiş. Burada göletin kenarında piknik yapan ve balık tutanlar var. Biz de şöyle biraz kenarından bakıp tekrar yola devam edelim diyoruz. Artık önümüzde bir tırmanışımız var. Gençler de buradan ayrılıp bizi kaderimizle baş başa bırakıyorlar.
Yavaş yavaş kıvrılarak giden yoldan 380 metre yükseklikteki Çamdibi köyüne ulaşmak niyetimiz. Konuşarak, çevrenin güzelliğini izleyerek, arada durup fotoğraf çekerek devam ediyoruz. Dağlara yaklaşınca yol sola kıvrılıyor. Tam dönüm yerinin karşısında yamaçta kurulu Çamdibi görünüyor. Yolun yaptığı açıyı selviler süslemekte idi ki orası da köyün mezarlığıymış. Bu köy daha bakir gibi. Mimari açıdan halen yerel bir tada sahip. Öncekiler kadar değişmemiş sanki. İstanbullular fazla itibar göstermemişler, bunu az sonra kahvede otururken öğreneceğiz.
Köy meydanına girdiğimizde solda bulunan kahvenin önüne yanaşıp oturanları başımızla selamlayıp sonra bisikletleri de bir yere dayayıp yanlarına varıyoruz. Hoşgeldiniz, hoşbulduk. Bisikletle mi geldiniz? İlk konuşmalar hep bu şekilde başlıyor. Bisikletle mi geldiniz sorusu bize hep sorulur. Ama çok da hoşumuza gider bu laf. Araba dururken bisikletle de dolaşılır mıydı? Üstelik de bu sıcakta!
Masalarına oturup karşılıklı tanışmalar ve sorular sonrası bizim İstanbul’dan geldiğimizi öğrenmeleri üzerine askerliğini Kasımpaşa’da yapmış olan, yaşı 70 civarında gözüken ama ihtiyar denilmeyecek kadar dinç bir amcanın hatıralarını dinliyoruz. Hey gidi günler hey, o eskilere uçup gidiyor bizse muhabbetin güzelliğine kapılıyoruz. Bisiklet gezilerinde bu keyfi rahatlıkla yaşıyorsun. Araba içinde olmadığından çok daha fazla çevreyle temastasın, çok daha yakın ilişkidesin. Burada da durum böyle, 1 saate yakındır yanlarındayız: Çaylar içilmiş, kuruyemişler yenmişti. Ancak daha çıkılacak tepelerimiz var. Fulacık yolunu sorup masalarından ayrılıyoruz.
Köy çıkışında dikkatimizi çeken birkaç çocuğu tahtadan yapmış oldukları ve adına “Kaymak Arabası” dedikleri araçla eğlenirken buluyoruz. Çok hoş bir şey çıkarmışlar ortaya. Her şeyi tahtadan, tekerlekleri bile. Sanki taşdevri aracı. İple çekip sonra yokuş aşağı salıyorlar kendilerini. Biz onları izlerken onlar da bisikletlere gözlerini dikmiş. Değişelim mi diyoruz ama hayret arabalarını vermek istemiyorlar. Ne yapacaklardı zaten kocaman bisikletlerle buralarda?
Artık tırmanıyoruz, Fulacık 627 metre yükseklikte. Buranın tepe noktası. Yolun efsafı çok uygun bisiklete. Boş da. Rahat rahat pedal basıyoruz. Bu şekilde bazı çiftliklerin yanından geçiyoruz. Tek tük insanlar, selam veriyor, selam alıyoruz. Uzaklarda hayvanlar otluyor. Bereketli topraklar buraları. Hava tertemiz, ciğerlerimiz bayram ediyor. Biz de keyfini çıkarta çıkarta Fulacık’a giriyoruz.
Dedikleri gibi, haneleri olan ama nüfusu azalmış bu köy sessizlik içinde. Kahvesinin önünden geçerken oturan 2-3 kişi başlarını bile kaldırmıyor. Oralı olmuyor, sanki her gün buradan bisikletli geçiyormuş gibisinden sohbetlerine devam ediyorlar. Biz de rahatsız etmemek için ağzımızı açmadan yanlarından sessizce kayıp gidiyoruz. Bir yokuş daha çıkmamız gerek ve sonunda dağın doruk noktasını buluyoruz.
Burası neredeyse tam bir sessizlik, rüzgar dışında ses yok. Hava da biraz serin. Herhalde yüksekliğin etkisidir. Arkamızda kuşbakışı İzmit Körfezi, önümüzde İznik Gölü, üzeri parıl parıl. Pek de yakın görünüyor gözüme. Hani şuradan bıraksak kendimizi inivereceğiz kolaylıkla. Uzaklarda daha yüksek tepeler var. Arada bir ilerdeki çınar ağacının yaprakları rüzgarla kıpırdıyor, hışır hışır ses çıkarıyor. Biraz durup buranın keyfini çıkartmak istiyoruz. Neredeyse sabah 6 buçukta evden çıkmış, 10 saat sonra buraya varmış, sıfır metreden 627 metreye tırmanmıştık. Bu duygu ve düşüncelerle dalıp gidiyoruz. Rüyamızdan uyanınca çınar ağacının yanındaki çeşmeden taze su alıp, birkaç da fotoğraf çekerek Tahtalı’ya doğru kendimizi bırakıyoruz.
Yol hafif bir eğimle bizi kendiliğinden köye getiriyor. Burası daha da küçük ve az nüfusluymuş. Girişte solda kahve olduğunu tahmin ettiğim bir evin önünde 6 - 7 kişi var. Yanlarına varıp yol bilgisi almak ve devam etmek düşüncesindeyiz. Ancak çay ikramlarını geri çeviremeyip masalarına oturuyoruz. Karşılıklı tanışmalar, benzer konulardaki sohbetler. Dönüş için biraz geride kalmış olan yol ayrımından Avcılar’a inmemiz ve oradan sahile, Altınova’ya gitmemiz gerektiğini söylüyorlar. Hava yavaştan kararma sinyalleri veriyor. Eh biz de artık fazla oyalanlanmadan yola çıkalım. Çaya teşekkür edip, vedalaşıp Tahtalı'dan geri dönüyoruz.
Buradan sonrası artık hep yokuş aşağı. Şimdi işin tersini yapıyor 600 metreden sıfıra iniyoruz. Altımızdaki velespit yolun eğiminden dolayı ok gibi öne atılıyor. Bu müthiş zevkin uzun sürmesi için ara sıra ikitekerimizi frenleyerek yavaşlatıyor, ama elimizi bıraktığımızda gene hızla ileriye doğru gidiyoruz. Sağımız solumuz yemyeşil bahçeler. Meyveler toplanmış, ağaçlar kışı bekliyor. Birkaç arı kovanı görüyoruz, anlaşılan arıcılıkla uğraşanlar da var. Yol boyunca Yeşil-Mavi Yol levhaları gezginlere yön gösteriyor, bilgilendiriyor. Biz de bu temaşa içinde kendimizi Avcıköy’de buluveriyoruz.
Artık dönüşte olduğumuzdan fazla zaman kaybetmeden devam ederek, Valideköprü’de hoş bir tesadüf sonucu sabahki gençlere tekrar rastlayıp, azıcık onların eşliğinde gene köy çıkışına kadar giderek, sonrasında kendi başımıza devamla Altınova’ya doğru pedal basıyoruz. Hava artık karanlık. Bu nedenle farlarımızı, hem önümüzü görmek hem de arkadan geleni uyarmak için yakıyoruz. Sahile vardığımızda sola dönerek Topçular iskelesine doğru hızla pedallıyoruz. Yolun kenarındayız. Trafik var ama güvenlik şeridi bize yetiyor.
İskeleden henüz hareket etmekte olan feribota yetişmek çok sevindirmişti bizi. Gene geldiğimiz yoldan geri dönüp eve girdiğimizde 14 saattir açık havadaydık ve neredeyse 100 kilometre yol yapmıştık. Yalova’nın tepeleri çok güzel, bir değil birçok geziye sığmayacak kadar güzel. Buralara mutlaka tekrar gideceğiz ve görmediğimiz köyleri ziyaret edeceğiz.
Yeni bir gezinin hayalleri içinde açlığımızı dindirmek için makarnanın sosunu hazırlamıştık bile. Bu geziler iştah açıyor...
Kaynakça:
(1) Türkiye’nin Kültür Mirası 100 Köprü; Faruk Pekin, Hayri Fehmi Yılmaz. NTV Yayınları, İstanbul 2008, s. 145.