20 Temmuz 2009

AltınPedallar 9 Doğurdu

Aslında yola çıkarken aklımızda F1 önünden geçerek üst yollardan dolaşıp Mollafenari üzerinden Gebze’ye inmek vardı. Ancak havadaki sürpriz değişmeler ve zaman kaybımız nedeniyle Ballıca’ya gitmek üzere değişiklik yaptık.

Pazar günü (05.07.09) 7:45 gemisiyle Beşiktaş’tan Sarkis, Fahri, Firuzan, Emre ve Banu ile Kadıköy’e geçtik. Sabah gemiyle başlayan geziler ayrı bir güzel oluyor. 20 dk sohbet etmek, çay içmek gibi bir keyif sunuyor insana. Banu ilk katılıyordu AltınPedallar’a. Böylecene tanışma fırsatımız da oldu gemide. Çıkışta Emre ve Banu’yu nerede kaldılar diye merak ederken, gemide unutulan çantanın Emre’nın çevik bir hareketiyle kurtarılması gerektiği için beklediğimizi öğreniyoruz. Aksi durumda çantanın akibeti ne olurdu bilemiyorum.
Hemencecik Boğa’nın önünden geçip Feneryolu’nda bizi bekleyen İlhan’la buluşmaya gittik. Kısa bir selamlaşma sonrası Pendik’e doğru hareket edildi. Sabah olmasından dolayı trafik yoğun sayılmazdı. O nedenle rahat rahat, yan yana konuşarak ilerleyebiliyorduk. Sahil kenarında sabah sporu için Kadıköy’lüler yerlerini almışlardı bile. Eti’nin spor dersleri başlamıştı. Biz de yanlarından onları izleyerek, onlar da bizlere bakarak geçtik gittik.

Hava raporuna bakmak adetimdir, yağmura ilişkin hiçbir veri yoktu. Ama hava bir kapalıydı ki, sanki birşeyler olacakmış gibi görünüyordu. Bulutlar toplanmış, önümüz kapkaranlıktı. Belli ki ileride yağıs vardı. Hoppala olduk bu duruma ve haksız olmadığımızı da az sonra anladık. Yerler feci ıslaktı, bayağı yağmıştı buralara. İdealtepe ve cıvarı sırıl sıklamdı. Yollardaki su birikintileri (bir de köpük vardı-nedendir anlayamadık) ve hızla geçen araçlar yüzünden rahat bisiklet kullanmak mümkün değildi. Mecburen kaldırıma çıktık. Tabii bu durum hızımızı kestiği gibi zamanımızı da çaldı. Hatta acaba vaz mı geçsek diye düşünen bile oldu. Neyse ki sonunda buluttu ve sağnak yağış geçmişti ve ıslak yerler yerini kuru yollara bırakınca tekrar eski tempomuza dönüp Maltepe’ye geldik.

Burada yeri gelmişken, bisiklet yollarına konulan engellerden söz etmek istiyorum. Resimde de gördüğünüz gibi, saygı ve eğitim eksikliğinden, ısrarla bisiklet yolları engeller, araçlar vb şeylerle kapatılmaya çalışılıyor. Bunların bazıları belediyenin yanlışları (bank, çöp bidonları vb), çoğu da vatandaşların görgüsüzlüklerinden kaynaklanıyor. Acaba “Trafikte Bisiklet” konulu bir tanıtım kampanyasını kim üstlenecek? Billboard’arda bu durumu anlatan dev afişleri görmeyi çok istiyorum. Bisiklet üretici ve satıcı firmalar da bu meseleye hiç sahip çıkmıyorlar. Tek tarafın gayretiyle olmaz ki!!
Burada bizi gene grubumuza yeni katılacak olan Mehmet bekliyordu. Onunla da Delmece gezisi sırasında tanışmış, bir gün birlikte pedallarız diye sözleşmiştik. Ama diğer köşede de Selçuk vardı. Her ne sebeple birileriyle buluşamamış veya başka birşey olmuş ki o da bize katılarak sayımızı 9’a yükseltti. Böylecene dokuz doğurmuş olduk ve turun adı konuldu. Hep birlikte pedallamaya başlayıp keyifli bir sürüş ve sohbetle Pendik’e vardık. Molamızı Melemenci’de verdik (9:45) ve bisikletlerimizi park edip dışarıya aldığımız masaya yerleştik. Bugün burası kalabalıktı. Çok hoş, her gelişimizde kalabalığı görmek insanı sevindiriyor. Pazar iznine çıkmış askerler vardı bu sefer. Burasını da bence Sibel popüler etti. İlk defa onunla gelmiştim. O zaman daha az müdavimi vardı. Şimdiyse bisikletlilerin uğrak yeri konumunda. Cama asılı duyurudan anladık ki Sibel gece turlarını burada noktalıyormuş. Harikasın Sibel, aynen devam.
Bizler de siparişlerimizi verdik ve tabii ki bisiklet üzerine sohbete geçtik. Herkes birşey anlatıyordu. Sarkis dünkü F1 grubuyla yaptığı tempolu sürüşü, Selçuk ise o grubu ancak Pendik’e kadar nasıl takip ettiğini, Mehmet ise herşeyi büyük bir merakla dinliyor, öğrenmeye çalışıyordu. Firuzan’la ikimizse bir menemeni paylaşarak karnımızı doyuruyorduk ama sohbete doyum olmadığından ve saatin de 10:45 olduğunu gördüğümüzden artık yola koyulmanın zamanı gelmişti. Hesabımızı ödeyip, ihtiyaçlarımızı giderip Kaynarca’ya ve oradan da Sabiha Gökçen’e doğru hareketlendik. Otoyolun sağındaki güvenlik şeridini kullanarak İstanbul Park’a sapıp Ballıca ayırımına kadar geldik (11:45 / 43,7.km).
Buradan itibaren köy yolları başlıyordu ve bisikletin keyfi bir kat daha artıyordu. Hava da bugün kapalı olmasından dolayı serinceydi ve bisiklete binmeye çok müsaitti. Gezinin tadı şimdi tam çıkıyordu. Fazla terlemeden ilerliyorduk. Sağımızda Trabzon’lu vatandaşlarımızın eğlenceli piknik sesleri kulağımıza kadar geliyordu. Bir hayli kalabalık toplanmışlar. Her geçişimizde mutlaka bir eğlence var burada. Bu şekilde inişli çıkışlı giden yolda ilerleyerek önce Kurtdoğmuş-Ballıca sapağını (12:20 / 49,8.km) sonra da Ballıca’yı bulduk (12:45 / 53,2.km).
İlk işimiz mataralarımızı doldurmak için köy çeşmesine yönelmek oldu. Ama ne görelim, çeşmenin suyu akmıyordu. Hayretlerle bakkaldan şişe suyu alarak giderdik susuzluğumuzu. Etrafı gezip gelmek fikri üzerine Atlı Spor Kulübü’ne doğru gidelim, bakalım denildi. Köy oldukça bakımlı. Etrafdaki mandıralarda günlük süt satışını duyuran yazılar asılıydı. Atlı spora giderken yol üzerinde ilginç bir binayla karşılaştık. Sanki bir dergah gibi göründü gözümüze. Minyatürden kumbetler, köprüler falan vardı bahçesinde. Bina bitmiş ama çerçeveleri takılmamıştı. Kapısında oturan adam, mimarım böyle istedim, 4 hanım alacam, hepsine yer yaptım gibi espirili ama mantıksız açıklamalar yaptı. Her neyse, kendi bilir doğrusunu.
Atlı sporun kapalı manejinde at binen birini az izledikten, etrafta görünen yolların da nerelere vardığını öğrendikten sonra aynı yoldan geri dönerek, köydeki çocukların hayran bakışları önünden merkezdeki krathaneye (kr arasında harf yok) gidip çaylarımızı ısmarlayıp, yemeklerimizi çıkartıp yuvarlak masa toplantısına geçtik. Herkes beraberinde getirdiği kuruyemişleri masaya koyunca birden zengin bir atıştırmalık oluştu. Azıcık üzümden, azıcık fındıktan, azıcık kayısıdan derken karınlar doydu. Zaten en güzel gıda da bu. Beraberinde içilen ayran, soda falan karnımızı şişirdi de yetti. Tüm bunları yaparken de tavandaki kırlangıç yuvalarından çıkmaya çalışan minik kuşlar ve onları gidip gelip besleyen annelerinin (Sarkis ise babaları diyordu) cıvıltıları bizleri neşelendiriyordu.

Az gittikten sonra yağmur bulutları yüklerini boşaltmaya başladılar. Seyrek ama iri damlalar şeklinde yağıyordu. Git git dinmiyor, hafiften de ıslanmaya başladık. Hadi bir yere sığınalım, neresi, neremi diyerek Tepeören’e geldik. Yağmur da dinmişti ama açlık başlamıştı. Fahri’nın yaygarası sonucunda kebapçılar silsilesi arasından Öz Hacıbey kebap salonunda karar kıldık. (15:50 / 68.km)

Hemen 2 masayı birleştirdiler, o arada bizler de velespitlere yerler bulduk. Siparişler verildi, kimi çorba, kimi salata, kimi döner, kimi tavuk derken müessenin de ikramı salatalar ve pidelere yumulundu (tavuk 6,- / az pilav döner 8,- TL). Acılı ezmeyle karışık hazırlanan sandviçler miğdelere inmeye başladığında “iyi ki yaygara koparmışsın Fahri” sesleri yükselmeye başladı. O olmasaydı daha gidelim diyorduk, Fahri ise ısrarla depoyu doldurmaktan yanaydı. Ne kadar haklıymışsın arkadaşım ; )


Ye iç (ısmarlanan çaylar) sonunda yolcu yoluna diyerek hesabı kapatıp tekrar pedalları döndürmeye başladık (16:45). Karınlar şişmişti ama yol iniyordu. Öyle salıverdik kendimizi, İçmeler’e kadar süzülerek geldik. 9 kişi olunca ve farklı tempolarda binilince kimisi önden kimisi arkadan ama mutlaka tepelerde veya kavşaklarda buluşularak grubu toparlayarak sürdürdük yolculuğumuzu.



Pendik’e geldiğimizde asfalt yoldan devam kararı aldık, Dragos Belediye tesislerine kadar. Ama mangalcılar, piknikçiler ve onların araçları her yerdeydiler. Aniden yola çıkan veya duran, sinyalsiz dönen, çıkıp yavaşlayan, sonra tam biz onları geçerken hızlanan, ne isterseniz vardı ortalıkta. Tabakhaneye bok yetiştirircesine araba kullanıyorlar. Sen de aralarından, kah kızarak, kah gülerek yolunu bulmaya çalışıyorsun (yolsuzluk kötü birşey). Çok merak ediyorum, belediye bisiklet yolu yapacakmış, yok 600 km, yok 1000 km’ye çıkartacaklarmış! İnsanlara birşeyler öğretilmedikce, bisikleti ciddiye almadıkça yol olmuş – olmamış ne değişir ki? Adam yolun üzerine arabasını koyup gidiyor. Laf ettin mi sana hakaret edebiliyor. Tüm dernekleri (şoförler, minibüsçüler, kamyonetçiler vs) bu konuda sürekli uyarmak, hatırlatıcı bildiriler dağıtmak, kısaca eğitmekle başlamak lazım işe.

Şimdi bu “tabakhaneye bok yetiştirmek” lafı nereden çıkmış bakalım. Bu konuda bilgisine güvendiğim arkadaşım Ozan bakın neler diyor:

Osmanlı döneminde deri tekeli vardı. Safranbolu’ da derinin tabaklanması için o dönemin ileri gelenleri çeşitli tedbirler almışlar. Safranbolu`da tabaklanmayan deriyi satanlardan o dönemin tüccarları alış veriş yapmazlar ve mecburen Safranbolu`da tabaklananlar satılırdı. O dönem çok para kazanan Safranbolu iş adamları köşkler, konaklar ve 99 odalı evler yaptırmış. Bazı evlerin içine çeşme dahi getirilmiştir.

Safranbolu da taze köpek dışkısı için tabakhanelerde yaygın olarak binlerce köpek beslenirmiş. Ham deri, kıllardan, yağ ve et tabakalarından mekanik olarak temizlendikten sonra kimyasal olarak işlendiği sama safhasında, taze köpek dışkısı enzimlere ihtiyaç duyulduğundan, tabakhanelerin olduğu yerleşim yerlerinde çoluk çocuk ellerinde teneke maşrapalar, köpek dışkısı toplarlar, sama işlemi ancak dumanı tüten taze dışkıyla yapılabildiğinden koşa koşa tabakhanelere yetiştirirlermiş. Hayvanların derilerinin işlendiği atölyeler köpek dışkısı için yanar tutuşurlarmış. Çünkü bir tek taze köpek dışkısı içinde bekletilen deri yumuşacık, kıl köklerinden arınmış, gözenekleri açık, ince, homojen yani kaliteli olabilirmiş. Bu nedenle köpek çiftlikleri kurulmuş. Binlerce köpek beslenmiş, üretilmiş ve hatta köpeğin dışkısını sıcak ve kurumadan yetiştirmek için sistemli bir iş örgütlenmesi kurulmuştur.

Bugün dericilik tamamen ölmüş olup, yapay olarak yeni kimyasallarla da aynı sonuç elde edilmeye başlanınca köpeklerin de, dışkı toplayıcıların da pabucu dama atılıvermiş, "tabakhaneye bok yetiştirmek" de yeni kuşakların nereden geldiğini bilmediği, merak ettiğini de sanmadığım bir deyiş olarak - belki de içinde bok kelimesi geçtiğinden günümüze kadar gelebilmiş.

Safranbolu’da deriyi işleyip kullanılabilir hale getiren meslek erbabına: "Tabak mısın; it bokuna muhtaçsın” denilirmiş.

Tam bu şekilde giderken Kartal’a gelmeden Fidan Satışın yakınlarında Selçuk’tan dur sesi yükseldi. Onun lastik de patladı (17:50 / 89,9.km). Hemen işe girişildi ve uygulamalı şekliyle hanımların pratik kazanması için ders verildi tecrübeli beyler tarafından. Hanımlar da büyük bir başarı ile sınavdan geçtiler.


Tamir işi bitince (18:10) nihayet Dragos tesislerine geldik ve hayret yer de bulduk. 2 hamleden sonra hem bisikletleri gören hem de gölgesi olan bir masaya yerleştik (18:30 / 96,4.km). Dondurmalar, sodalar (cay 0,75 / soda 1,- / mey.soda 1,25 / dondurma 2,- TL) falan derken Emre ve Banu’nun 20:15 gemisine yetişmeleri gerektiği netleşti.



Hadi o zaman yola diye çıktık ve gene asfalt üzerinden devamla Bostancı’ya kadar gidip (Mehmet bizi yolcu etmek için Göztepe’ye kadar devam etti, Selçuk ise Caddebostan civarında ayrıldı), oradansa sahil bisiklet yolundan (burada bir koşu yarısı düzenleniyordu bir spor firması tarafından, Nike miydi ne. Mecburen yol değiştirdik) Kadıköy’e varmadan 2 ye ayrıldık. Banu ve Emre iskeleye, Sarkis, Fahri ve ben Firuzan’ın evinden eşyalarını almak üzere Kızıltoprak’a. Tesadüf ki hepimiz gene 20:45 gemisinde buluştuk ve birlikte geçtik karşıya. Oradan herkes kendi yönüne doğru ayrılarak evlerimize dağılmış olduk.

Saat 9 buçuk olmuştu. 117 km yolu 6 saat 54 dakikada almış ve bunun için 2409 kalori ve 207 gr yağ gerekmişti. Ortalama hızımızsa 17 km idi. 14 saat açık havada dolaşmanın yorgunluğuyla ve de “Tour de France” yarışlarının banttan tekrarıyle günümüzü kapatmış olduk.
Yol: N.taşı > B.taş > Kadıköy (gemiyle) > Pendik > Kaynarca > Ballıca (53,2 km) > Okan Üni. > Tepeören (68 km) > Orhanlı > İçmeler > Pendik > Kadıköy > B.taş (gemiyle) > N.taşı (117 km)

Not: Fotograf katkıları için Emre ve Firuzan’a ayriyeten teşekkür ederim.

Ballıca'ya önceki gezimiz için: Ballıca Trio