24 Kasım 2009

Marmaris - Serçe

Muğla'dan Akyaka'ya pedallamış, oradan GPA3'e katılmıştık. Çok keyifli ve heyecan dolu bir gezi sonunda Marmaris'e gelmiştik. Gruptan Marmaris’te ayrıldık. Son kısmına katılmadık (Marmaris - Akyaka), çünkü buraya kadar gelmişken devamla Serçe ve Dalyan üzerinden Fethiye’ye kadar gidelim istiyorduk. Bu nedenle 3 günümüzü bu bölgeye ayırdık ve yarımadanın ucuna kadar, Serçe Limanı'na gittik geldik.

GPA gezimizi buradan okuyabilirsiniz (GPA3)
Yol: Marmaris > Bördübet > Hisarönü (1.gün) > Turgutköy > Selimiye > Söğüt > Taşlıca > Serçe (2.g) > Taşlıca > Bayır > İçmeler > Marmaris (3.g)


29.10.09 Perşembe / Marmaris - Bördübet - Hisarönü (39 km)

Çarşamba akşamı Kayhan, Mehmet ve Alphan’dan aldığımız bilgiler bizi Amazon’a götürecekti. Anlatılanlar çok keyifliydi ve hemen üzerine atladık buranın. Kayhan’ın tavsiyesi olan Marmaris’ten bir minibüsle yokuşu çıkma fikri de akla mantığa yakın gelmişti.

Perşembe öğlene doğru otelden ayrılıp köylere giden minibüs durağına gittik. Hisarönü’ne giden minibüs durağını bulduğumuzda kalkmasına neredeyse 1 saate yakın zaman vardı.

Bisikletleri bir kenara dayayıp etraftan bilgi toplamaya çalıştık. Bizi alacaklar mıydı acaba? Nasıl olacaktı falan derken “Umumi Hela” işletmecisi Mehmet Akyüz Bey’le dostluk kurarak empati yapmaya çalıştık. Çok da ilginç biriydi. Bir kedisi vardı, adı Boncuk ve gününü onunla geçiriyordu. Nerdeyse ahbap çavuş gibiydiler. Konuşuyordu kediyle, jimnastik yaptırıyordu, biraz zorlasa da kedi hoşlanıyordu. İtiraz etmiyordu yapılanlara. Dozunu da kaçırmıyordu Mehmet Bey. Birkaç resim de aldık bu durumdan.
 


Sonra gidecek minibüs gelince şoföre yanaşıp acaba bizi bisikletlerle Değirmenyanı’na kadar alabilir miydi diye sorduk. Şöyle bir baktı bisikletlere, yolcu çok olmazsa alırız dedi. Ohh içim rahatladı. Hiç olmazsa baştan red edilmemiştik. Bekledik, kalkış saatine kadar fazla gelen olmadı, bagajlar arkaya bisikletler öne sığdırıldı. Önce Firuzan’ınki tersten sokuldu, sonra benimkisi. Ehh sığmışlardı da yoldan binen olursa “ne edcez” diye meraklanarak yerleştik içine.
Nitekim az gittikten sonra pazar alışverişiyle bir adam bindi. Onu şöyle bir yerleştirdi kaptanımız, çantalarıyla bir yere. Sonra yoldan bir anne+büyükanne+torun+puset el ettiler. Anne binmedi ama büyükanne+torun+puset bindiler. Puset de kapanamadığından bütün olarak bisikletlerin üzerine yerleşti. Bana kapı kenarına sığışmak kaldı.

Ben önde bisikletlerin yanındayken arkadan durumlar nasıl gözüküyordu:
“Bisikletlerle bizi alırlar mı almazlar mı diye boşuna endişelenmişiz... Kendimizi meyva, sebze poşetleri, bebek puseti ve yolcuların arasında buluverdik. Ben de elimde kamera bakalım şoförümüz daha neleri sığdıracak minibüse her durduğunda diye merak içinde bir poz yakalamak için hazır ve nazırım. Minibüsün içi kalabalık, ama hiç insanı sıkmayan, germeyen cinsinden. Büyükanne+torun+puset üçlüsü gayet güzel yerlerini almışlar. Herkes bir koltuğa yerleşmiş, Mustafa dışında... Meyva ve sebze poşetleri ayağımın dibinde, öfleyen, pöfleyen, burnundan soluyanların eksik olduğu bu oldukça sıkışık ancak bir o kadar da keyifli yolculuğun tadını çıkarıyorum.”

Yani resimden de gördüğünüz durumdaki Hindu minibüsümüzle ineceğimiz yere az kala pazar alışverişini yapmış yolcunun inmek istemesiyle bizler de mecburen indik. Gerçi fazla da yolumuz kalmamıştı. Ama dikkat çeken tarafı şoförün hiç usanmadan, ses etmeden sabırla herşeyi düzenlemesi, bindirmesi, indirmesiydi. Teşekkür ettik. Karşılığında 10 lira alarak ciddi bir rampanın tırmanışından kurtarmıştı bizi, 10 km kadar keyif yaptık anlayacağınız. Çantalarımızı tekrar takarak Değirmenyanı’na doğru pedallamaya başladık. Ama öncesinde bir bakkaldan, hemi de İstanbul Market’ten biraz yiyecek falan aldık. Sahibi kadına rica ettik, bize bir ekmek arası peynir + domates falan birşeyler hazırladı.

Bugün Cumhuriyet Bayramı'ydı, heryer bayrak ve flamalarla donatılmıştı. Birazdan Amazon tabelasını görüp içeriye doğru pedallamayı sürdürdük, 14 km görünüyordu önümüzde. Offff anam offf çok keyifli bir yoldu. Şöyle biraz gittikten sonra tırmanmaya başladık hafif hafif. Tepe noktasına geldiğimizde (R 237 m) bir ihtiyaç gidermek zorunda kaldım. Bu işi halledip rampa aşağıya saldık kendimizi.

Sonra yanımızdan bir suyun aktığını gördük. Önce inceydi ama diğer yanda da daha geniş akıyordu. Yolda Firuzan’ın dikkatini çevredeki yengeçler çekmişti. Hayret, karada bu kadar yengeç olması! Dereden geliyorlardı muhtemelen.

“Bir baktım, asfaltın üzerinde yandan çarklı bir yengeç... Durduk hemen. Gezimizin fotograf çekilmesi gereken muhteşem anlarından biri dahaydı bu. Bize poz veren tatlı su yengeci genellikle akarsularda, göletlerde ve barajlarda yaşarmış. Kurak zamanlarda suların ortadan kalkmasıyla kendini kuma veya çamurlu zemine açtığı bir çukurun içine gömermiş. Çukurun içindeki nem de onu yağış mevsimine kadar ıslak tutarmış. Ortalama yaşam süresi ise 5 yılmış. Bu güzel canlılarla birlikte daha nice yıllara!”
Ormanlık içinden giden, aracın olmadığı bu güzel yol bizi kıvrılarak bir yol ayırımına çıkardı.
Sağdan gidip, rastladığımız bir vatandaşa yol bilgisi sorduk. 7 adalara istersek buradan, istersek diğerinden gidebilirdik. Ama diğerinden gitmenin daha pratik olduğunu söyledi. Burası Bördübet köyüydü. Amazon’da Bördübet koyundaydı, 1 km sonra.

İlginç bir isimdi Bördübet. Nereden geliyor diye araştırdığımda bakın neler çıktı:
"Bird the bed"den Bördübet' e.
Bördübet kusursuz doğasıyla olduğu kadar adıyla da ilgi çeken bir tatil yöresi. Adını savaş yıllarında bu koyda saklanan İngilizler' den alıyor. Yöre sakinleri, İngilizler' in kuşların çokluğu ve çeşitliliği karşısında şaşırdıklarını ve buraya Türkçe' de kuş yatağı anlamına gelen "Bird the bed" adını verdiklerini söylüyorlar. İngilizler' in koyduğu bu ad zamanla değişime uğramış ve yöre Bördübet olarak anılmaya başlanmış.

İster inan ister inanma durumları!!! Ne desek ki?

Yön levhasını takiple önce “Golden Key” diye bir yere geldik. İlginç görünüyordu dışarıdan. Merakımızı çekti. İzin isteyip şöyle bir dolaşmak istedik.

Bekçisi olan Mustafa adaşım bizi gezdirdi. İçeride bir ırmak akıyordu. Evler ahşap ve ırmak kenarındaydı. Bir kenarda çimlerde tavşanlar, tavuklar, horozlar, tavuskuşları dolanıyordu. Sanki bir cennet yaratılmaya çalışılmıştı. Irmakta kuğular yüzüyordu. Gerçekten keyifli görünüyordu burası. Senin dikkatini çeken başka ne olmuştu Firuzan?


“Golden Key: Günlük hayatınızın koşuşturmacasından uzaklaşmak için size sunulan altın bir anahtardı sanki burası, Mustafa’nın da sözünü ettiği cennetin kapısını açmaya yarayan. Her şey olabildiğince doğal, gözü acıtmayan bir şekilde tasarlanmıştı. Sezon bitmiş, tüm dinlence mekanları keyiflerince dolaşan hayvanlara kalmıştı. En çok da kuğulardan etkilendim. Suyun üzerinde ne kadar da zarifler… Kuğuların tek eşli olduklarını bilir miydiniz? Bu ilişkilerini yıllar boyu sürdürürlermiş. Hatta bazı durumlarda ömür boyu... Ancak modern genetik teknikleri ile yapılan araştırmalarda, "boşanmaların" da düşünüldüğünden daha sık olduğu ortaya çıkmış.”

İçerideki turumuzu tamamlayıp yanlarından ayrılarak Amazon’un yolunu tuttuk. İnen çıkan ama fazla yormayan bir yoldan buraya ulaştık. Ana yoldan yaklaşık 14 km kadardı. Etraf çok güzeldi değil mi?

“Harikaydı. Nereye bakacağımı şaşırmıştım. Yolun bazen sağından, bazen solundan, bazen de iki yanından birden dereler akıyordu. Su o kadar berraktı ki, dibinde sanki uçuyormuşlar hissi uyandıran çeşit çeşit uzun gövdeli yosunları görüyorduk. İnanılmaz güzellikte öten kuşlar da yol boyunca bize eşlik ettiler. Sanki “Golden Key”e girip çıkmak bile cennetin kapılarının bize açılıvermesine yetmişti.”

Sezon bittiğinden pek bir sakindi ortalık. İçeri girip kimse yok mu seslenişimizle ortaya 2 kişi çıktı. Tanıştık ve mümkünse burada kamp kurabilir miyiz sorumuza olumlu yanıt alınca acaba ne olur karşılığı diye sormamız (iyi ki sormuşuz), “bilmem, 20 lira verin” lafı üzerine teşekkür ederiz, biz bu kadar pahalı düşünmemiştik diye geldiğimiz gibi çıktık. Açıkçası, hani belki “ne gereği var, zaten kapattık önemli değil” cümlesini beklemiştik. Geldiğimiz yolu geri gitmek zorundaydık. Aslında bir heveslenmiştik burada kalmaya. Sabahki halini merak etmiştik, ama olmadı. Burası olmadı o zaman Golden Key’e sorarız diye geri pedalladık. Saat de 4’ü geçmişti. Yani karanlığa da 2 saat vardı. Minik bir taşın ön lastiğimi patlatmasıyla bir lastik tamirine girişmek zorunda kaldık.

Patlağı da geride bıraktıktan sonra G.Key’deki adaşıma durumu anlatıp mümkünatını sordum. Ancak onun karar verme yetkisi pek olmadığından altın anahtar için esas adamları beklememiz gerekti. Az bekledikten sonra, gelen giden olmadığından, fazla da gecikmemek için Mehmet’in tavsiyesi -hatta Kayhan da orasını önermişti- Çubucak’a yetişelim bari dedik. Zaten aslında orada Mehmet ve Alphan’la buluşuruz diye de sözleşmiştik Marmaris’te. Hani olabilseydi babından. Çünkü onlar da Akyaka’dan arabayla döneceklerdi Datça’ya. Köyün yanından geçerek ana yola, yani Marmaris- Datça yoluna çıktık. Sola döndük. Ama hava hafiften gidiyordu. Durumu Mehmet’lere aktarmak için aradığımızda yakınlarda biryerdeydiler. Bize arkamızdan yetişip kampla ilgili bazı bilgiler vererek, bekçinin kapıda olduğunu, Çubucak Kampı’nda kalabileceğimizi falan söyleyerek yolcu ettiler. Neyse uzatmayayım, sonunda kampın kapısına geldik ama ne bekçi vardı ne de açıktı. Cama yazılı cep telefonlarını da açan yoktu, açılandan da bekçi çıkmıyordu. Kaldık mı ortalıkta şimdi. Hava da kararmıştı. Ne edecektik? Akla az ilerideki jandarma geldi. Oradan yardım isteyelim, belki bir kenarda kalabiliriz diye düşündük. Ama ne dediysek kendimizi acındıramadık jandarmaya, sadece tarif aldık. Hisarönü’nden Bozburun’a doğru saparsak az ileride bir kamping varmış. Gel de karanlıkta bul jandarma efendi. Yuh tüh diyerek ayrıldık yanlarından.

Yapabileceğimiz başka birşey yoktu ve Hisarönü kavşağına kadar tekrar pedalladık. Aklımıza dünkü pideci (Üçler Restaurant) gelmişti. Aynı kavşakta olan. En iyisi oraya gidelim ve şansımızı deneyelim dedik.
Pideciye varıp derdimizi anlattık, vallah kabul gördü teklifimiz ve kenarlarında çadırımızı kurduk. Pidelerimizi ısmarladık, bol yeşillikli salata çay falan derken az da tv izlemeceyle uyku vaktini bulduk. WC'leri de temizdi. Bisikletleri de içeride bir yere dayayıp uykuya çekildik. Yol kenarı olmasıyla araç trafiği ara sıra gürültü ediyordu ama yorgunluktan gözlerimiz hemen kapandı değil mi Firuzan? Benim gözümden kaçmış birşey var mı burayla ilgili?

“GPA’cılar için hazırlanmış masa düzeninden eser yoktu. Bir kaç masa konmuştu sadece, çok yakın geçmişte 150küsur kişinin eninde sonunda ama yine de bir şekilde pide yediği yere. Pideci dostlar kamp konusunda bize olumlu cevap verince çölde su bulmuşa döndük. Çook rahat uyuduğumuz geceden sonra güzel bir güne uyandık. Misafirperverlikleri için “pideciler”e tekrar teşekkür ederiz.”

Bugün 39 km yol yapmış, 3 saat bisiklet üzerinde, 13 km ortalama hızımız, 741 kalori ve 43 yağ yakmıştım.

Yol: Marmaris > Değirmenağzı (minibüs) > Bördübet (23 km) > Datça yolu > Hisarönü (39 km)


30.10.09 Cuma / Hisarönü - Selimiye – Söğüt - Serçe (55 km)

Sabah gün ağırmasıyla uyandık. Vız vız araba trafiği vardı dışarıda. Çadırdan çıkıp baktığımızda gece öylesine rutubet olmuş ki çadırın üzeri sanki yağmur yağmışçasına ıslaktı.

Artık tecrübeliydik çadır toplama açma konusunda ve kısa bir sürede toparlandık. Ehh kahvaltıyı da burada edelim de çıkalım dedik ve 1 kişilik kahvaltıyı (9 liraydı) paylaştık. Bolcaydı, yetti ikimize de. Reçel yerine de bal istedik, enerjiye ihtiyacımız olacaktı bugün. Bir yandan kahvaltı ediyorduk diğer yandan dışarısını seyrediyorduk. Karşı yoldan geçen eşekler öyle güzel göründü ki fotograflarını çekmemezlik edemezdik.

Kahvaltımızı edip enerjimizi depolayıp Bozburun yönüne doğru pedallamak için hazırdık. Ama öncesinden foto çekerek tabii ve de biraz Barlas’dan bilgi alarak.
“Kahvaltı ederken, uzaktan gelen sıpa ve eşekleri gördüm. Alelacele fotograf makinamı kaptım. Hayvancıklar yolun kenarında 4nala. Arkalarından da elinde sopasıyla biri koşturuyor. Nasıl güzeller... Bu heyecanlı koşuşturmacaya şahitlik ettikten sonra, Barlas’la sohbete başladık. İstanbul’da oturuyoruz dediğimiz an, yakında evleneceğini ve balayına İstanbul’a geleceklerini söyledi. Heyecanı gözlerinden okunuyordu. Elektronik posta adresini aldık çekilen fotografları göndermek üzere. Müstakbel eşi ve kendisine mutluluklar dileyerek ve tekrar teşekkürlerimizi ederek ayrıldık yanından.”

Hava çok güzeldi, güneş vardı. Yağmurlu günlerden sonra değerini çok daha iyi anlıyorsun. Tam bisikletlik bir coğrafyaydı. Önce Orhaniye’ye geldik. Ben adres bilgisi tazeleme durumları yaşarken Firuzan da çevreden bazı görüntüler aldı. Kafamda acaba Bayır üzerinden mi gitsek yoksa Selimiye mi yapsak sorusu vardı.

Kızkumu’nu geçtik, denizin ortasından yürünen yer. Çok ilginç tabii, herhalde geçmiş zamanlarda bir mucize gibi algılıyorlardı suyun üstünde yürüyen birini. Kimdi tarihte yürümüş olan?

Yollar çıkış – iniş şeklinde sürüp gidiyordu. Ama sağındaki deniz manzarası öylesine oyalıyordu, öylesine güzel manzaralar çıkarıyordu ki göz önüne fark etmeden yolları geride bırakıyorsun. Sonra Turgut köyünün kenarından (11:00 / 16.km), Bayırköy sapağından düz devamla (Selimiye üzerinden gitmeye karar vermiştik) bir rampa çıktık, 357 m yükseklikte pedallıyorduk. (11:25 / 18.km).

 
 


Yolda motosikletçi abilerle selamlaşarak Selimiye’ye vardık (12:00 / 26.km, 1 saat 58 dakika pedallama, 13 km ortalama hız, 62,3 km maksimium hız). Burasını görelim istedik. Yıllar önce, daha buraları bu kadar kalabalık olmamışken gelmiştim. Şimdi kocaman olmuş Selimiye. Girdik içeriye, girişteki tekne imalat atölyelerinin yanından, indik yalısına. Bakındık etrafa, resimler çektik. Muhtarın çayevinde adaçayımızı içerek denizi seyrettik.

 

Başka neler yapmıştık, senin aklında neler kaldı Firuzan?

“Galiba Hollandalı'ydılar. İki kadın mopedi kiralamadan önce test sürüşü yapıyorlardı iskele civarında. İlginç olan, kadınların Türkçe, kiraya vermeye çalışanların da İngilizce konuşmadan anlaşıyor olmalarıydı. Sonunda anlaşmaya varıldı, kızlar bindi motora ve vınnnn.”

Yola koyulma zamanı geldiğinde de köyün içinden çıkabileceğimizi öğrenip (keşke geldiğimiz yoldan çıkaymışız, çok daha rahattı eminim) garip zorlu bir yoldan pişman olarak ana yola çıktık. Burası Selimiye’ye tepeden bakıyordu. Şöyle bir resim daha alıp yola devam dedik.

Bir tırmanışla Bozburun’u tepeden gören noktaya kadar pedalladık (R 240 m). Buradan sert bir inişle Bozburun - Söğüt ayırımına geldik. Bozburun’un fazla büyümüş olduğunu bildiğimden içeri girerek 3 - 4 km fazladan yapmak istemedik ve sola devamla Söğüt’e yöneldik.

Ama yolda kenardaki mandalina ağacından göz hakkımızı bonkörce aldık. Hatta nar ikramlarını da geri çevirmedik değil mi? Neredeyse muzlar olmuş olsaydı onları da affetmiyecektik : ))

“Evet. Resmen dalından nar yemenin de zevkine vardık bu yolculuğumuzda. Etraftaki evlerin önleri, arkaları, yanları meyva ağaçları doluydu. Cennetti buraları, cennet! Ama yazık ki çok fazla yağmur yağmıyormuş. Nar ağacının sahibi teyze öyle dedi.”


Çantaları doldurup Söğüt’e çıktık. Yol bizi tersanelerin içinden geçirdi. Bu kadar çok tekneyi kimler alacaktı. Her yerde imalat yapılıyordu. Tabii iyiye işaret bunlar. İş olması sevindirici. Ama işin gerceği nasıldı acaba? Taşlıca’ya 4 km vardı, Bozburun’dan 8 km yol gelmiştik.

Söğüt’te girişte ilk kahveye konuşlanıp yanımızdaki malzemeyi, bakkaldan aldığımız takviyelerle çay eşliğinde temizledik (14:45 / 41.km, 3,5 saat pedallama, 11,6 km ortalama hızımız vardı).

“Bakkala aldığımız domatesleri yıkayabilir miyiz diye sorduk. Ancak sular akmıyordu. Dökme suyla yıkandılar yine de bizim domatesler. Dayanamadım, 25 kuruşa bir de gofret aldım kendime. Yanlış duymadınız, var böyle bir şey, hem de bölgeye özel bir fiyat değil bu. Nestle’nin çikolatalı midi gofreti 25 kuruştan satılıyor, paketinin üzerine basılmış bu... Ben çok beğendim. Size de tavsiye ederim.”

Birkaç şeyi de sonrasına bırakarak (iyi ki böyle yapmışız, sonrasında nedenini anlayacağız). Sohbet ve bilgi alışverişinden sonra yola tekrar koyulduk. Benim fotomakinem yağmurda hapı yuttuğundan resimleri Firuzan çekiyordu. Buraları çok hoş rotalar bisiklet için. Anlatmakla olmuyor. Biraz resimlerden çıkartmaya çalışın. Sağımızda Ege’nin masmavi suları arasına serpilmiş küçük adalar. Kıyıda Sarander yerleşimi. Herhalde Söğüt’ün yalısıydı, buradan ayrıldıktan sonra 1 km kadar bir çıkış yaptık.


Bu şekilde tepelerde sürmeye devam ediyoruz, yaklaşık 318 m yükseklikteyiz. Solumuz kıraçlaşmıştı. Ve yolumuz bizi Taşlıca’ya getirdi. Köye girmeden sağdan Serçe levhasına saptık. Burası çok ilginç bir yerdi. Her taraf taş taaş taaaş. Tarlalar taşlı, evler taştan, garip bir yerdi. Sonradan öğreniyoruz ki zaten sit alanı ilan edilmiş. Bir yere geldik sağımızda herhalde 20 tane vardı (sonra öğrendik ki 41 taneymiş), su kuyuları. Kapakları üstünde, kovalar yanında öyle ilginç bir manzaraydı ki. Fazla insan yoktu ortalıkta. Tek tük birilerini gördük. Eski Taşlıca olduğunu öğrendiğimiz yerde evler yarım, yıkılmış, ocaklar, duvarlar kalmış öyle terk edilmiş bir tarihti.

 

Sanki zaman tünelinde hareket ediyor gibiydik. İkitekerimizin üzerinde duygu ve düşüncelerin heyecanı içinde nereye gittiğimizi bilmeden ilerliyorduk. Buralarda eski çağlardan kalma bir yerleşim de olmalıydı, çünkü duvarlarda iri, düzgün kesilmiş büyük taşlar yer yer kullanılmıştı. Belli ki devşirme malzeme değil mi Firuzan?

“Sonradan yaptığımız araştırmalar gösterdi ki, gördüklerimiz antik Foniks kentinin kalıntılarıymış. Asar Tepesi’nde mezarlar, agorası ve bir yapı. Çevreyi kuşbakışı izlemek mümkünmüş buradan.

Eski dünün taşları ve daha yeni dünün malzemeleri harmanlanmış yer yer duvarlarda. Devşirme malzemeler hala orada. Yaşayanlar çoktan bitmiş, gitmiş olsalar da buralardan, yaşananları silmek biraz zor gibi göründü bana o duvarlardan...”

Bu şaşkınlık ve hayranlık içinde ilerlerken yolda ağır ağır yürüyen, 200 milyon yıldan beri vücut yapılarında önemli bir değişikliğe uğramamış bir canlıyla karşılaştık: Kaplumbağa. Onu ürkütmemek için dikkatlice bisikletten inip olabildiğince yaklaşıp resmini çekmemiz gerekiyordu. Kaplumbağalar dünyada soyu tükenmemiş en eski hayvanlardan. Sıcağı çok severler. Çok uzun ömürlüdürler, 100 – 150 yılı rahatlıkla devirirler. Acaba bizimkisi kaç yaşındaydı?

Kaplumbağa dostumuzdan ayrılıp sessizce yolumuza devam ettik. Yol biraz inişe geçmişti, peşpeşe gidiyorduk ve önümüze Mimar Dursun (bu şekilde anılıyordu köyde) çıktı. Anadol kamyonetine kum falan yüklüyordu, yolun kenarında çalışıyordu. Yanından selam verip geçelim dedik ama durdurdu bizi ve konuşalım nereye gidiyorsunuz diye laf atınca sohbete girdik.

Ondan çok şey öğrendik. Bir kere buraya ait bilgileri ondan aldık. Serçe’de ne yapabileceğimize dair. Aslında hiç bir bilgi yoktu bizde. Nasıl kalacaktık, kimde, nerede? Bildiğimiz tek bir lokanta, bir gemi barınağıydı, öyle değil mi?

“Evet ve o lokantada yemek yiyip, bahçesinde çadır kuracağımızdan neredeyse emindik. Güven, dağ, kar, yağmak dersem aklınıza ne gelir? Ne mi oldu Serçe Limanı’nda? Mustafa anlatmaya devam eder misin lütfen?”
Sohbetimiz fotograflandıktan sonra Serçe’ye varmak üzere ayrıldık Mimar Dursun’un yanından. Serçe minnacık bir koydu. Bir tek bina vardı, kimsecik yoktu. Dursun’dan öğrendiğimiz Hasan ismini bağırıyorduk ama gelen giden yoktu. Az sonra bahçede uzakta bir adam göründü, Hasan dedik ama “Marmarise gitti-yok” cevabını verdi. Yani iletişime geçmeye çalıştık şahısla ama oralı değildi. Az sonra annesi olduğunu öğrendiğimiz bir kadın bize oğlunun (yani az önceki) moralinin bozuk olduğunu,
Hasan’ın o olduğunu ama konuşmak istemediğini söyledi. Kalacak bir yer istedik bahçesinde, olmaz, hayvanlar ürker diye bize teknelerin yanında bir incir ağacının altını önerdi. Ne dediysek razı edemedik bahçesinde kalmak için. Yemek de yoktu onlarda. Yanımızdakiler olmasaydı hapı yutmuştuk. Böylesine de hiç rastlamadım ömrüm boyunca. Anladık ki bu insanlar “insan” sevmiyorlar, veya daha sonra belli olduğu üzere turist seviyorlar. Tekne yanaşınca pek ala hevesli oldular, herhalde para gözlerini döndürmüş olmalı. Baktılar iki velespitli gariban, ne olacak üzerlerinde, yemek pişirsen balık yemezler. Ota da ne para isteyecen. Olsun mu? Olmasın!

Neyse incir ağacına gittik ve şöyle küçük bir düzlük bulabildik kayaların arasında. Biraz daha yer aramak için ilerlerken çömelmiş sırtını kayalara dayamış bir vatandaşımızı gördük. Selam falan verdik ama adam bize tuhaf bakıyordu ve kıpırdamıyordu. Birşeyler geveledi, gelmeyin dercesine hareketler yapıyordu. Hoppala olduk, niyeymiş falan derken anladım ki büyük abdestini eyliyormuş sırtını dayamış kayalara. Herhalde biz gelince de toparlanamadı öyle kalakaldı. Neyse adamın çıkışına engel olmalayalım dedik ve geri döndük. Çadır kuracak yer aramaya devam ettik ama oradan başka da uygun yer yoktu. Veya kıyıya bağlı teknelerin üzerine serecektik tulumları. Bu arada bizimki de herhalde işini tamamlamış olmalı ki çıkageldi ve 35 plaka bir Combo tipi araca kuruldu. Aslında bu araba ve adamlar bizi uzunca tedirgin ettiler. Anlayamadığım bir durum vardı araba içinde. Bu adam sağ koltukta kaykılmış yatıyordu. Arkada bir adam daha yatıyordu. Bunlardan genç birisi sürekli arabanın yanında cepten konuşuyordu. Bu arada biz de düzlüğe çadırımızı kuruyorduk. Zaten Hasan ve anası dum duma durumlarında. Haydi hayırlısı dedik ama bir gözüm de arabada. Hava da kararmaya başlamıştı. Herifler de gitmek bilmiyorlardı. 3 adam saatlerce arabanın içinde. Herhalde şasal durumlarıydı dedim. Neyse ki sonunda çekip gittiler de biz de çadıra girebildik. Gene de her ihtimale karşı kendimce etrafa tuzaklar kurdum. Es kaza davetsiz bir misafir gelecek olursa yerleştirdiğim kurt kapanlarına yakalanacaktı. Ripley’ın evindeki gibi :)

Serçe Limanı da ilginç:
Bozburun Yarmadası’nın güneyinde, Rodos’un karşı yakasında, ancak denizden ulaşılan bir limandır. Taşlıca’dan limana giden bir karayolu çalışması sürmektedir. Limanın kayalardan oyulmuş görkemli bir kapısı vardır. Koyun suyu temiz ve berraktır. Yapılan bir sualtı araştırmasında 11. yüzyıla ait batık ve içinde cam eşya bulunmuş ve bulunan parçalar Bodrum Sualtı Müzesi’ne gönderilmiştir. Serçe Limanı bu arkeolojik bulguların yeri olarak tanınmaktadır.

Geldiğimizden beri esen rüzgar dinmek bilmedi. Çadırı da öyle tam geremedik, hem arazi dardı hem de rüzgar yelken gibi şişiriyordu. O şekilde girdik içine ve rüzgarın sesini dinleyerek uyumaya çalıştık. Hani neredeyse uçacağız diye beklerken çadırımız rüzgar tüneli testini de başarıyla geçti, büyüklüğünü gösterdi. Bu sefer de parasını hak etti Büyük Agnes. Bu şekilde düşünürken uyuya kalmışız. Değil mı Firuzan?

“Gerçekten o ne rüzgardı öyle??? Rüzgar kulaklarımda uyuya kalmadan önce bir varmış bir yokmuş lokanta işletmecisi Hasan ve annesi meşgul etti zihnimi. Acaba diyorum biz de bir direkle yelken mi ayarlasaydık bisikletlerimize... Biraz da Almanca veya İngilizce ile belki karnımızın doymasına fırsat yaratabilirdik... Yine de, çadırımız tepemizde, biz içeride korunaklı bir gece geçirerek güne uyanacaktık. Gece, acaba nem olur mu, çiğ yağar mı demiştik. Ama sabah kalktığımızda ne çadır ne de eşyalarımız nemli bile değillerdi. Yaşa Büyük Agnes!”

Buraya kadar yolumuz 55 km tuttmuştu. Ortalama hızımız 11,7 km ve 4 saat 40 dakika pedal basmışız.

Yol: Hisarönü > Turgutköy (16 km) > Selimiye (26 km) > Söğüt (41 km) > Taşlıca > Serçe (55 km)


31.10.09 Cumartesi / Serçe – Taşlıca - Bayırköy - Marmaris (55 km)

Vukuatsız geçen gecemiz sonunda sabah erken uyandık. 6 buçuk ayaktaydık. Gece limana sığınan teknelerde daha gün başlamamıştı. Herkes kabininde uyuyordu anlaşılan. Konumumuz çok keyifliydi. İlk günü karşılayan bizlerdik. Bir de köpekler.

 
 

Hemen toparlanma işine giriştik. Artık bu konuda tecrübemiz iyicene artmıştı. Sistematik bir şekilde çadırı ve eşyaları toparlayıverdik. Yanımızdaki suyla dişlerimizi fırçaladık, yüzümüzü yıkadık. Biraz kuruyemişi kahvaltı niyetine yedik, Tadımca’yla da takviye yaptık.

Birazdan kıyıdaki teknelerin yanında hareketler başladı. Balıkçılar gelmiş, traktörle teknelerini sudan çııkartıyorlardı. Biraz izledik. Gayet ustalıkla ve kolayca tekneyi sudan alıp gittiler. Bu gürültüye bizim turistler de uyanmış olmalılar ki güvertelerine çıkmaya başladılar.
Ehh biz de artık hazırdık gitmeye ve yola koyulduk (7:50). Gelirken ciddi inmiştik, şimdi de ciddi çıkıyorduk. Sabah güzel bir gün olacağa benziyordu. Akşamki köpeklerden birisi bize takıldı ve 10 km yol boyunca Taşlıca’ya kadar eşlik etti. Hani sanki bizi korumak için yanımızdaydı.
Öyle fotograflar çekerek, köpekle konuşarak Taşlıca’ya yaklaştık. Yolda tek tük insan vardı. Eşeğiyle yükünü taşıyan bir köylü kızı. Ama artık zamanımızın kızları gibi giyimli, kasketiyle, t-shirt’üyle falan şehirliden farkı yoktu. Selamlaşmalar falan derken bir amcaya laf attık. O da bize ve bisikletlerden inip yanından sohbetle yürümeye başladık.

Amcamızın adı İsmail idi, 75 yaşındaydı ve 5 sene önce aşıladığı zeytinlerden toplamış evine dönüyordu. Yalnızdı, hanımı çoktan ölmüş, çocukları evlenmiş köyü terk etmişti. Oğlunun adı Zeki, kızının ise Fatma’ydı. O sıkılıyordu kalabalıktan. O nedenle halen buradaydı. Çok şey anlattı bize, hayatından, çocuklarından, buradaki durumlardan, istimlak meselesinden falan. Elindeki sopası onun ölçüsüydü. Çocukları arasında toprağını paylaşırken onunla ölçmüş biçmişti. Her birine bilmem kaç değnek vermişti. Bir adı da vardı bu değneğin ama Türkçesini bazen anlamak zor oluyordu.
 


Sabah gelirken yolda dikkatimizi çekti bu bitkiler, sanki heryerden fışkırıyorlardı. Nedir diye merak edip amcaya sorduk. Şiveli konuştuğundan zor anladım ama üsttekine Piyak, alttakine Nünü deniliyormuş, zehirliymiş, yenilmezmiş. Ama üstteki lezzetliymiş. Kadınlar yumurtayla kavurmasını yaparlamış.
Derken Mimar Dursun da çıka geldi ve böylecene köyde kahvede bir tosta davet almış olduk. Onlar Anadol’la biz velespit’le çıktık yola.

Yolda kuyulara tekrar bir baktık. Bir alan alabildiğine kuyu doluydu. Sularını buradan sağlıyorlardı. Zor iş. Maalesef bir tarihte tatsız bir olay da yaşanmış. Bir anne sırtında çocuğuyla kuyudan su çekerken hatası sonucu çocuk kuyuya düşünce kurtarmak için kendi de peşinden atlamış ama ikisi de kurtulamamış.


Köy kahvesine geldiğimizde ahali kurulmuş muhabbetteydi. Selamlaşmalar, tanışmalar derken tostumuz da geldi. Yanında bir türlü doyamadığımız kekik çayı. Kaç tane içtim bilemiyorum ama doyamıyordum. Bir börekçi geldi, arabada karısının yaptığı börekleri satıyordu, peynir ve soğanlı. Nefisti, ya biz çok açtık ya da gerçekti durum. Yok yok, ne dersin Firuzan? Bir de senden dinleyelim buraları.

Anlat anlat heyecanlı oluyor. “Anlatırım, hem de seve seve: İkimizin de karnı açtı. Ben de yokuşlarda tüketmiştim Tadımca’dan, kuruyemişlerden aldığım enerjiyi. Arkadaşlar dediler ki, birer tost yiyin. Dedik, birer fazla olur. Sen yarım ekmeğe bas tostu ikimize de yeter dedik Mustafa’yla kahvecinin oğlu Servet’e. Ancaak, nereden bilebilirdik domates salçasının kaşarlı tosta bu kadar yakıştığını. “Tamekse, at sepete!” Bir tane daha yenirmiş. Bizi bekleyen yokuşları dopdolu midelerle çıkmak... Olmazdı, olmadı, oldurtmadık.”
 

Her güzel şeyin bir sonu oluyor. Bizim de Taşlıca’daki zamanımız dolmuştu. Bademler almış, adresler paylaşmış, fotolar çekmiş dostluklar kurmuş olmanın keyfiyle müsademizi alıp Söğüt’e doğru dönüşe geçtik (10:15). Gelecek sefer burada daha çok kalmak lazım. Bu arada sunu da öğrendik ki Taşlıca’nin zeytinyağı da çok özelmiş. Ama yerimiz yok ki alalım.
 

Geldiğimiz yoldan Söğüt’e vardık ama bu sefer Bayır yönüne doğru saptık. Firuzan önde ben arkada, kah yan yana kah peş peşe devam ettik yolumuza. İnişlerde ben öndeydim çıkışlar da o, bu şekilde çok çok güzel tabiat harikaları arasından sürdürdük yolumuzu. Epey yükseklerdeydik, yaklaşık 550 m’ye çıktık. Durup geri gelip bize yol tarifi verenler, el sallayarak tezahürat yapanlar, herkesle beraberdik. Bisiklet üzerinde olmanın en güzel yanı bu. Kapsül içinde değilsin. Ulaşılırsın. Laf atıyorsun, laf işitiyorsun. Çevrenle temas içindesin.


Sonunda Bayırköy’e geldik. Girişteki genç bisikletçilerin eşliğinde yokuş aşağıya saldık kendimizi. Onlar önde biz arkada. Canlarının kıymeti yoktu herhalde ki frenleri eksik, pedalları yamuk ama yer çekimi yetmiyormuş gibi bir de pedal basıyorlardı. Biraz uyardık ama sanmıyorum ciddiye aldıklarını. Herhalde o yaşlarda biz de umursamazdık.

Karnımız da iyicene açıkmıştı. Nerede yiyelim, yok önümüzde rampa, tıkamayalım kendimizi, biraz sonra diye diye gelmiştik buraya. Şöyle solda bir tabela ilişti gözümüze: Şahin Cafe - Restaurant. Dur bir soralım nesi var, sulu yemeği var mıdır acaba derken odun ateşinde bir kazan kuru pişirdiklarını öğrenince hemen 2 tabak isteriz diye yerleştik masaya. Yanında bir salata, acı biber de olsun ama.

Buraya kadar 28 km gelmiş, 3 saat yaklaşık pedal basmıştık.

Bunlar hazırlanırken biz de sohbete geçtik Şenol Bey’le. Oğlu futbol meraklısı. Ne olacaksın dediğinde de futbolcu diyor. Yemeklerin hazır olduğunu duyar duymaz sofraya kurulduk ve aç kurtlar gibi saldırdık önümüzdekilere. Bir de arkasından bal ikram edildi. Kaşıkladık resmen. Off be iyi yemiştik. Borcumuz da 10 liraydı.


Buradan iniş olduğundan rahattı içimiz. Bu miğdeyle zaten çıkılmazdı. Haydi dedik, yolcu yoluna, vedalaşıp çıktık açık alınla tekrar yollara (13:50). Gittik gittik, çıktık çıktık, indik indik ve 12 km sonra Osmaniye’yi geride bırakıp (15:10 / 37.km, ortalamamız 8,8 km) Turunç - İçmeler ayırımında sola İçmeler’den yana gidonumuzu çevirip artık sürekli bir inişle kendimizi uçurduk. Bugün hava kapalıydı genelde. Aslında bu rampalar için iyi de geldi. Fazla terlemeden ilerliyorduk.


 
 

İçmeler çok güzel görünüyordu. Binalar renkli ve biraz böyle Kaliforniya tarzı dedi Firuzan. Temizdi ortalık, hele asfalt hiç görmediğim kadar güzeldi, kaymak resmen. Ses çıkmıyordu tekerden. Etrafta kimse yoktu, hayalet şehir gibiydi. Herşey ortalıkta ama bomboş. Nötron atılmıştı sanki. Sezon bitmişti burada. Herkes çekilmiş.

 


Bu şekilde yol alarak Marmaris’e girdik. Emniyet’ten sola sapın demişlerdi ve aynen yaparak, sonrasında falanca hastaneye doğru dediklerinden aynen yaparak, biraz karıştırıp sonra sorarak doğru yolu bularak otelimize geldik. Çok mutluyduk (tahmin edersiniz herhalde), çünkü başarmıştık. Serçe’ye gidip gelmiştik. 2 gece sonra gene MarSoleil’deydik (16:15 / 55.km, 5 saat 10 dakika pedal basmışız, ortalamamız 10,7 km, 1193 kalori 69,25 yağ).

Oda anahtarını alıp şöyle bir duş, sonra da yiyecek birşeyler alıp apart otel odamızda yemeğimizi pişirip güzelce evcilik oynayarak neşemizi bulduk. Esas neşemiz Firuzan’ın “hadi bi denesene” demesiyle fotomakinesinin tekrar çalışma kararı vermesinin mutluluğuydu. Kerata eski meski ama iş görüyordu. Hareket halindeyken çekim yapabiliyorsun. Malumunuz, bisiklet üzerindeyken nedense inmek istemiyorsun çekim yapmak için. Öyle çıkartıp çekmek istiyorsun. Şu küçücük makinalar elinden kayıyor insanın, benimkisinin tutacak çıkıntısı (tutamağı) var. Kavrayabiliyorsun gayet iyi. İlk fırsatta yenisi alacağım bunun. Hatta raw formatta çeken biri var, Firuzan almışken onu alalım diyor. Haklı tabii. İşte bu şeklide gecemizin sonuna geldik ve mis gibi yataklarımızda uyku pozisyonuna geçtik. Yarın Dalyan’a gidecektik ve 90 km yol bizi bekliyordu.

Dalyan gezimizi buradan okuyabilirsiniz (Dalyan)