3 Mart 2020

Yalova’nın tepe köylerine bisikletle...

... nasıl gidilir? Çok kolay: Pendik’ten feribotla Yalova’ya geçer sonrasına pedal basarsın J

Bu pazar İhsan, Haluk O., Cenap ve Orhan D. ile Pendik İDO iskelesinde buluşmak üzere sözleştik. 9 feribotunu kullanacağız. Sabah erken olduğundan Marmaray sayesinde zaman kazanıyoruz. Bostancı’dan trene bindiğimizde İhsan da vardı. Konuşa konuşa yarım saatlik yolculuk çabuk geçti, vakitlice iskeleye varıyoruz. Peşimizden az sonra Orhan D. de geliyor. Cenap da olacaktı ancak gece iyi dinlenemediğinden mazeret bildirip dahil olamıyor. Haluk O.’nun da gelmesiyle feribotta geçip üst katta yerimizi alıyor, kahvaltı eşliğinde 45 dakikalık yolculuğa başlıyoruz.

Bugün Mart’ın biri. Kış ile ilkbahar arasındaki geçiş dönemi olduğundan “mart ayı dert ayı” derler. İnsanların hastalıklara daha kolay yakalanmaları anlamında bir sözdür. Gerçi şu günlerde Corona korkusu tüm dünyayı sarmış geldi geliyor durumları. Belki geldi de saklanıyor.
El Cem, Tunus. MS 3. yy

Mart ayının adı pek çok dilde benzerdir: März (Maerz) (Almanca), Mars (Fransızca), Maris (Arapça), Marzo (İspanyolca), Marzo (İtalyanca), March (İngilzce) ve Maart (Hollandaca). Roma Savaş Tanrısı "Martius"dan gelir. Antik Roma’da mart ayının savaşa başlamak için şanslı bir zaman olduğu kabul edilirdi. Ocak ve Şubat ayları, savaşmak için uygun olmadıklarından Roma takviminin ilk ayı mart idi. Jül Sezar’ın MÖ 45 yılındaki takvim reformundan sonra yıl 1 Ocak’ta başlatıldı. Buna rağmen pek çok ülkede, yılın mart ayı ile başlaması geleneğine devam edildi. 1 Ocak, yeni yılın ilk günü olarak Fransa'da 1564'te resmileşti. Büyük Britanya ve kolonilerinde ise 25 Mart geleneği, 1752'de Gregoryen takvimine geçene kadar sürmüştür.

Yalova’dayız ve 5li olarak Çiftlikköy’e doğru pedallıyoruz. Hava burada daha güneşli, güzel bir gün olacağa benziyor. Kış güneşi kadar da keyifli bir şey yoktur, değil mi? Nerede görürsen altına girersin. Yazın böyle midir? Kaçar durursun J Nankör insan. Bu kelime de bana hep sanki Fransızcaymış gibi gelir ama ‘iyilikbilmez’ anlamında Farsça nānkūr’den dilimize geçmiştir. 


Güzelce peş peşe dizildik, pedallıyoruz. Keşif turları nedeniyle buralara daha önce gelmiştik (bkz. Dünya Otomobilsiz Yaşam Gününde Yalova’nın Tepe Köylerine Bir Gezi...). Oradan edinilen tecrübeyle sahilden giderek iç yollardaki tırmanışları yapmamak istiyoruz. Ama Çiftlikköy sapağını ancak bir kaç sormayla bulabildik.

Sapmamızla artık ana yoldan uzaklaşıp köy yollarına doğru çıkmaktayız. Bugün çok tırmanıp denizden 500 metre yükseleceğiz. Neredeyse İznik Gölü’ne bakan köylere kadar. Gerçi orası 850 metre ama 500’ü yapan 800’ü de yapar J Çok inip çıktık bu yolları seneler önce. Muhteşemdir etraf. 

İlk rampamız bizi Gacık köyüne çıkarıyor. 205 m rakımda olduğu yazılmış girişinde. Sıkı bir tırmanıştı ama. e-Bisi ile bile kolay olmayan bir yol. Yalova’nın köylerini anlatan sayfada şöyle tanıtılmış köyler: 

İsmini 200–300 yıl önce obasını taşıyan bir Yörük kadınından aldığı söylenen, Yalova’nın en eski tanınmış köylerinden olan Gacık köyü, tarihini belgeleyen yazıtlardan, yaşayan medeniyetlerin varlıklarının MÖ 1. yüzyıla kadar uzandığı anlaşılmaktadır. Köyde bulunan tarihi kabartmalı yazıt (stel) iki bölümden oluşmaktadır. Üst kısmında kabartma yer almakta olup, alt kısmında ise açıklama metni. Burada “Halk Meclisi, halkın işlerini kusursuz ve hakkaniyetli biçimde yönettiği ve kendi kesesinden şenlik düzenlediği için Filotimos’un onuruna stel dikilmesini kararlaştırmıştır.” denilmekte. Adı geçen stel, Yalova Açık Hava Müzesi'nde sergilenmektedir. 

Durmuyor,  devam ediyoruz tırmanmaya ve 307 metreye ulaşıyor, sonrasında Laledere’ye doğru iniyoruz. Şimdi 202 metredeyiz. Laledere’de verilen bir çay (1,25) molası ile hem dinleniyor hem etraftaki köpekleri besliyoruz. Bakkaldan alınan salam ve ekmeklerle.

İsmini aldığı rengârenk laleleri ile ünlü Laledere köyü, Yalova’nın çiçek üretimini başlatan ilk köy olması açısından yörenin en önemli köylerinden biridir. Şimdilerde gül ve karanfile dönüşen çiçek üretimi dolayısıyla seracılık, köyün en dikkat çekici üretimidir. Sırtını yeşil dağlara yaslayan Laledere, renkli köy yaşamı, yaratıcı, sıcak ve nüktedan insan yapısı ile bilinir. İlginç hikâyelerin, fıkraların birçoğu Laledere’den kaynak bulur. 

Laledere’den saldık kendimizi, hızla bir yokuştan iniyor, otoyolun altından geçip Dereköy’e doğru sapıyoruz. Yalova’nın tamamı Yeşil-Mavi Yol olarak işaretli. Bu yol 127 km uzunluğunda, arada gidilip görülmesi gereken noktalarla birlikte 189 km’yi buluyor.

Dereköy; köy adını her tarafından dere geçtiği için almıştır. Köy halkı
Ermeni ve Yeniçerilerden işkence ve zulüm gördükleri için Laledere ve Kılıç köyü üzerindeki Zelve denilen yerden gelmiştir. Köyün yaklaşık 500 yıllık
geçmişi olduğu söylenmektedir. Orman alanlarının geniş yer tuttuğu bu güzel köyde meyve ve sebze yetiştiriciliği yaygındır. Şeftalisi ve elmasıyla ünlü Dereköy, bozulmamış doğal dokusu ve misafirperver insanları ile sakin ve sevimli bir köyüdür.

Gerçekten köyden geçerken hemen kahvelerden “Buyrun” daveti alıyor, ancak daha yeni mola verdiğimizden devam ediyoruz Çukurköy yönüne. Çevre gittikçe güzelleşmekte. Solumuzda akan bir derenin çıkardığı ses insana bir güzel melodi gibi etki etmekte. Şıkır şıkır... Artık araç da geçmemeye başladı. Hava tertemiz oldu, bol bol çek içine oksijeni. Yolun eğimi tempomuzu etkiliyor. Bazen yan yana, bazen peş peşe, bazen de koparak-aralıklarla pedallıyoruz.

Çukurköy; Kütahya’nın Çukurköy beldesinden ve Erzincan Kemaliye ilçesinden göç eden aileler ve Arnavutluk’tan göç eden bir aile tarafından kurulmuş olup, Yalova’nın en eski köyleri arasındadır. Daha sonra 1927, 1951 ve 1978 yıllarında Bulgaristan göçmeni muhacirler gelmişlerdir. Köyün geçim kaynakları sırasıyla meyvecilik, hayvancılık, sebzecilik ve orman ürünleridir. Yetiştiriciliği yapılan önemli meyveler ise elma, armut, kiraz, şeftali, ceviz, kestane, ayva ve hurma sayılabilir.

220 metre rakımdaki Çukurköy geçilince asfalt yerini daha kaba, sürülmesi zor, küçük çakıl taşlı bir yola bırakıyor, ama çevre daha da güzelleşiyor. Doğanın tam kucağındayız. Sağımızda dağlar, kuş sesleriyle kaplı ortalık. Dün yağan yağmurdan kurumamış bazı bölümler halen çamur, dikkatlice yanından geçiyor tırmanmayı sürdürüyoruz. Önümüzde Burhaniye var, 300 küsur metrelerde olacak. Böyle devam ederken fark ediliyor ki Oran D.’nin arka lastik nanay. Evet, sanırım bir kahve (*) kokusu geliyor burnuma J Biraz hava basıp köye kadar gidersek orada kıraathanede hem mola verir hem tamirine bakarız diye karar verip devam ediyoruz.

(*) Lastik patlağı ve her türlü tamirat karşılığı ısmarlanan kahveye çok seviniriz J

Köy meydanı yazan yazıdan giriyor, önce yanlış yöne sapıp sonra meydanı buluyoruz. Burhaniye çok küçük bir köy. Kıraathane akşamları açılırmış. Bu durumda caminin avlusuna yerleşiyor, lastiği sökmeye başlıyoruz el birliği ile. Bu arada Orhan D. bataryayı da şarja bağlıyor. En az yarım saat buradayız, hiç olmazsa biraz dolar. Bayırlar hızla tüketti. Hepsinde %10’un üzerinde eğimler var.

Küçük bir tel çıkıyor lastikten, zımba teli cinsinden, hani iki bacakla saplanan. Geçenlerde de diğer bacağı çıkmıştı diyor Orhan D. Anlaşılan içinde kalmış ve bugün yerini bulmuş L

Burhaniye; Rize'den göç ederek bu bölgeye gelen insanların yerleşmesi sonucu oluşan muştur köy halkı geçimini ormancılık ve hayvancılıkla sürdürmektedir. Yalova köylerinin en doğuda ki sınır köyüdür.

Yani ne desem, camiden ayrılırken cemaate veda edeyim dedim, hani empati olsun. Tekinden ses çıkmadı. Adamların suratına baktığımda tipik Karadenizli havası sezmiştim. Yanılmamışım. Genelleme yapmak istemem ancak burunlarından akepe akıyordu. Bereket imam Erzincanlıydı da cana yakın biriydi.

Yolumuz inişli çıkışlı ama daha çok çıkışlı. 440 metrelerde olan Sermayecik’e doğru tırmanıyoruz. Etrafta bolca çilek tarlaları görülüyor. Mayıs ayında gelin buralara bol bol yersiniz. Yol üzerindeki çeşmelerden sular akmakta. Birinde durup mataralarımızı buz gibi suyla doldurup devam ediyoruz. Artık herkes gücüne göre çıkıyor. Aralar zaman zaman açılmakta. 474 metre ile bu turun tepe noktasına ulaşıyoruz. Şimdi Sermayecik’e doğru hafif inişteyiz. Köy camisinin altındaki kahvede İhsan bizi beklemekte. Bir mola için yerleşiyor 1 liradan çaylar içiyor, muz aromalı bir gofretle şenleniyor, köy halkıyla sohbet ediyor, saatlerin de 3’ü geçmesiyle dönüşe başlıyoruz. Bundan sonra iki tırmanış daha olacak ama yolun çoğu iniş.

Sermayecik; Altınova’dan güneye gittiğiniz en son sınırda bulunan bu güzel köyümüz Bulgaristan’dan göç eden göçmenler tarafından kurulmuştur. Düzenli meyve, sebze bahçelerinde ürettikleri ürünleri köy meydanında kurulan pazarda satışa sunmaktadırlar. Osmanlı çileği diye bilinen çileğiyle ünlü bu köyümüzde pınar ve kaynak suları bulunmaktadır. Hayvancılıkta köy ekonomisinde önemli bir yer tutmaktadır.

Yol üzerindeki işaretler pek mantıklı dizilmemiş. Gidiş yönünde olacağı yerde geliş yönünde. Üstelik de sarı levha üzerine beyaz yazı hiç okun(a)mıyor! Bunu hangi ahmak akıl etmiştir anlamak zor. O nedenle sapacağımız yeri kaçırıyor az kalsın Tevfiye’ye giriyorduk.

Örencik köyü 1893 yılında Kafkasya’dan göç eden göçmenler tarafından kurulmuştur. Hayvancılık ve odunculuk ile geçimini sağlayan Örencik Köyü’nde üretilen keçi peyniri köy pazarlarında büyük ilgi görmektedir. Doğal güzelliklerin ortasında olan bu köyümüzde mimari tarzı dikkat çeken eski evler bulunmaktadır. Pınar ve kaynak suları bol olan köyün suyu da şifa suyu olarak kullanılmaktadır. Tevfikiye’ye doğru çıkışta bulunan Gelin Çeşmesine Örencik’e gelenlerin uğrak yeridir.

Haluk O.’un bacağına giren kramp onu biraz yavaşlattığı gibi zor duruma da sokuyor. Ahmediye’de verdiğimiz bir mola ile toparlıyor ancak “rampalar beni zorluyor, Yalova’ya dönerek Pendik üzerinden gitsem daha iyi olur” düşüncesinde. Eskihisar çıkışı Gebze’ye olan yokuşu tırmanmamak için. Programı Topçular’dan Eskihisar'a geçme şeklinde yapmıştık ama sıkıntı varsa durum değişir.

Ahmediye; Tavşanlı üzerinden güneye doğru gidildiğinde güzel bir köy çıkar karşımıza. Bulgaristan’dan göç etmiş çalışkan ve güler yüzlü insanlar yaşar bu köyümüzde. Etrafa bakındığınızda tablo gibi görüntüler içinde bulursunuz kendinizi. Büyükbaş hayvancılık, meyve ve sebze üreticiliği köyün geçim kaynaklarını oluşturur. Arıcılık her gün gelişmekte ve köy ekonomisinde önemi artmaktadır. Güzel kirazlarıyla ünlü bu köyümüzde mısır ve buğday tarlaları ne tarafa bakarsanız ayrı bir panoramik görüntü yaratır.

Evet, biz de Ahmediye içinden geçerken etrafta ‘Bal’ yazan levhalar gördük. Nedeni buymuş demek ki Rakım alçaldıkça araç trafiği de çoğalıyor. Tavşanlı’ya geldiğimizde 168 metrelere inmiş olduk. Artık uzundur yokuş aşağıya gidiyoruz, rahatımız yerinde J Denize varıp sola, Topçular İDO iskelesine hızla pedallamaktayız. Saatler 5’e yaklaşmış bile. İhsan’ın “Görüyorum sizi, acele ederseniz kalkmakta olan gemiye yetişirsiniz.” telefonuyla hareketleniyor, Haluk O. düz devam ederek Yalova’ya, biz ise hızla iskeleye varıp son dakika gemiye biniyoruz.

İhsan bisikleti buruna koymuş. Biz de yanına bırakıp sıcak bir şey içmek üzere üst kata çıkıyor, çaylar eşliğinde yarım saatlik Eskihisar yolcuğuna geçiyoruz.

Tur duyurusunu hazırlarken Tarihte Bugün’e bakmış ilginç bir olay okumuştum: 1 Mart 1940 tarihinde Fransız yazar Pierre Louys’in, Afrodit adlı romanının Türkçe çevirisi hakkında “müstehcen yayın” gerekçesiyle dava açıldı. Bilirkişinin verdiği rapora dayanılarak toplatıldı. Duruşmada savcı bazı bölümler için, “huzuru adalette zikrinden teeddüp (utanma) duyduğum” dediği romanın ne gibi yararı olduğunu anlamadığını, yapıtın ebedi bir değer taşımadığını, kitabın aile yuvalarına kötü etki yapacağını ileri sürdü. Oysa, Pierre Louys’in Afrodit romanı Larousse’un 20. yüzyıl baskısına girmiş, Fransız operasında oynanmış bir eserdi. Dava, 1940 yılında basan ve yayanların aklanmasıyla son buldu. Davayla ilgili bir yazı yazan Sabiha Sertel “Resim tablolarını indirten, sanat eserlerini ikide bir maznun sandalyesine oturtan geri bir zihniyet eteğimizi çekiyor” dedi. Ama öyle böyle bir durum değil. Dünya, savaş halindeyken bizimkiler aylarca bu konuyu tartışıyorlar. Olay kısaca şöyle: Malatya milletvekili Nasuhi Baydar tarafından Fransız yazar Pierre Louys'in (1870-1925) eski İskenderiye'deki saray gözdelerinin yaşamını tasvir eden Afrodit (1896) adlı roman Türkçeye çevrilir, ancak müstehcen bulunup toplatılır. Konu mahkemeye intikal eder ve mahkeme İbrahim Hakkı Konyalı’yı bilirkişi tayin eder. İ. H. Konyalı da kitabı müstehcen bulur ve bunun üzerine olaylar başlar. Savunma, Konyalı’nın bilirkişiliğini, yabancı dil bilmediği, edebiyatla hiçbir alakası olmadığı, edebiyattan anlamadığı ve edebiyatla ilgili tek bir yazısının bile bulunmadığından edebi bir eseri tahlil edemeyeceği gerekçesi ile ret eder ve İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesinden bilirkişi tayinin daha uygun olacağı fikrini ileri sürer. ... Fakülteden gelen raporun “Böyle önemli edebi bir eser müstehcen addedilemez” demesini savcı beğenmez ve Maarif Vekâletince oluşturulacak heyet tarafından incelenmesini talep eder. Tabii bu gelişmeler aylarca mahkemelerde sürdüğünden hafiften bir kamu merakı da oluşmaya başlar, çünkü gazeteler de artık konuyu haber etmektedirler, bu nedenle mahkeme salonları dar gelmeye ve her duruşmada daha büyük salonlara ihtiyaç duyulur. Basın da ‘Afrodit’ yüzünden birbirine girmiştir. Neticede Maarif Vekâleti Talim ve Terbiye heyetinin raporu da eserin, matbuat kanununun bu husustaki maddelerine aykırı olmadığını belirtmesi üzerine kararın okunması 1 Mart tarihine bırakılır. “Afrodit müstehcen mi değil mi?” Gün geldiğinde büyük bir kalabalık mahkeme salonunu doldurmuştur ve hakim kararını okur: “… daha yetkili uzmanların raporları doğrultusunda romanın müstehcen olmadığı kanaatine varıldığından toplattırılan tercüme Afrodit nüshalarının sahibine iadesine...” Tabii sanıyorsunuz ki böylecene olay kapandı. Hayır, bununla bitmiyor konu. Romanla ilgili dava devam ederken İ. H. Konyalı, gerçek Afrodit’in ne olduğunu anlatan ve içinde 10 tablo ve 30 resim bulunan bir kitap yayımlar ve fiyatı 50 kuruş olan kitap çok sayıda satış yapar. Kitabın yayımlanmasından kısa bir süre sonra Cumhuriyet gazetesi Konyalı ile ilgili bazı belgeleri ortaya koyar. Bu da gazete ile Konyalı arasında bir gerilimi başlatır ve hakaret davalarının açılmasına neden olur. Tekzipler yollanır... iş büyür de büyür. Uzatmayayım, sonuçta Afrodit davası ile ilgili yayın yapan birçok gazete ve dergi ile birlikte buralarda yazı yazan çok sayıda yazarın yargılanması bir süre daha devam eder. Neticede onların önemli bir kısmı beraat eder, az bir kısmı da çeşitli para cezalarına çarptırılır. ... Ama genel anlamda ise Afrodit davasının beraatla sonuçlanması daha sonraki dönemlerde çevirmenlerin ve yazarların eserlerini verirken daha rahat hareket edebileceklerine imkân tanımış olur... denilse de aradan yıllar geçse bile 'sansür hikayeleri' değişmiyor ülkemizde. Örnek mi?

  • 1952'de Metin Erksan'ın Aşık Veysel'in hayatını anlatan Karanlık Dünya filmi, “ekinler cılız, köylüler fakir gösterildiği” gerekçesiyle yasaklanır. 
  • 1954'te Osman Seden'in Kardeş Dursun filmi, İstanbul Boğazı'nın görüntüleri, “çıkarma yapabilecek düşman birliklerine yol gösterebilir” gerekçesiyle sansürlenir.
  • 1962 yapımı Halit Refiğ'in yönettiği Şafak Bekçileri filminin sansürlenme gerekçesi ise şöyle: “Filmde uçak düşme sahnelerinin gençleri askerlikten soğutma tehlikesi, hava subayını canlandıran Göksel Arsoy'un üniformalıyken sevgilisiyle öpüşmesi.”
  • Türk sinemasının başyapıtları arasında bulunan Yılmaz Güney'in yönettiği Umut'un sansürleme gerekçesi de oldukça ilginç: “Faytoncunun giyim kuşamının fakirliğin sembolü olması...”
  • Yaşar Kemal'in başyapıtı İnce Memed romanı Lütfi Akad tarafından sinemaya uyarlanmak üzere senaryolaştırılır. Sansür Kurulu senaryoyu “Türk devletinin ülkesi ve milletiyle bütünlüğünün bozucu nitelikte olduğu” gerekçesiyle onaylamaz. Yılmaz Güney'in Memed'i oynaması planlanan film projesi de iptal edilir. 
  • Atıf Yılmaz'ın yönettiği Kemal Sunal'ın rol aldığı Kibar Feyzo'yu izleyen bir emniyet amiri, filmde komünizm propagandası yapıldığı gerekçesiyle suç duyurusunda bulunur. Atıf Yılmaz ile yapımcı Ertem Eğilmez idam istemiyle yargılanır. 
  • Sabah yazarı Refik Erduran'ın Canavar Cafer adlı oyunu Ankara Birlik Tiyatrosu tarafından birçok şehirde oynanır. Muş Valiliği oyunu yasaklar. Ama oyun Tunceli'de polisler tarafından ödüllendirilir.
  • İzmir İnciraltı'ndaki Gençlik Parkı'na dikilen elde bayrak tutan genç heykelin cinsel organı çok belirgin olduğu gerekçesiyle tepki çekince organ heykeltıraş tarafından küçültülür.
  • Son yıllardaki örneklerden biri de: Oğuz Atay'ın Korkuyu Beklerken öyküsünden tiyatroya uyarlanan oyunda, rol icabı sigara içen oyunculara Sağlık Bakanlığı müfettişleri tarafından ceza kesilir. 
  • Ünlü yazar Chuck Palahniuk'un Ölüm Pornosu kitabını Türkçeye çeviren Funda Uncu, ifade vermek için çağrıldığı karakolda, “Bu kitabı çevirmeye utanmadın mı? ... Manken misin? ... Bu karakola daha önce düştün mü?” sorularına hedef olur.

Bunlar sadece bazıları. Ama esas trajik-komik olan Türkiye'de yasaklanan kitaplardan birinin de İstanbul Telefon Rehberi olduğu. Rehber, yasaklı kitaplar listesinden 1988 tarihinde çıkarılınca bu yasağın varlığı öğreniliyor. Daha fazlasını merak ediyorsanız Sansürsüz Sansür Tarihi kitabını okumalısınız.

Eskihisar'a varıp Gebze’ye çıkan yokuşu pedallıyoruz. Tren istasyonuna gitmek için bir pazarın içinden geçiyor ve hızla kalkmakta olan trene yetişiyoruz. Her zamanki gibi baş vagon en boş olanına konuşlanıp dönüş yoluna geçmiş olduk. Trende karşımızda oturan genç bisikletçi ile yapılan sohbet, Bostancı’ya gelince inmemiz, arkadaşların devam etmeleri, hızla, desteği yükselterek eve dönüşümüzle turumuz sonlanıyor. 78 km yaptık ama rampalardan dolayı bayağı yorulduk.












Yalova’nın tepe köylerine bisikletle: Dudullu-Bostancı-(tren) Pendik-(gemi) Yalova-Gacık-Laledere-Çukurköy-Burhaniye-Sermayecik-Örencik-Ahmediye-Tavşanlı-Topçular-(gemi) Eskihisar-Gebze-(tren) Bostancı-Dudullu

Tur tarihi: 1 Mart 2020
Kat edilen mesafe: 76,53 km.
Ortalama hız: 10 km/sa.
Bisiklete biniş süresi 6 sa. 16 dk., dışarıda geçen süre 11 sa. 57 dk.
En yüksek sıcaklık 20 ˚C, en düşük 5 ˚C, ortalama 13,8 ˚C
İrtifa kazancı (çıkış) 1839 m, kaybı (iniş) 1860 m.
En düşük irtifa 0 m., en yüksek 476 m.






Feribotta geçip üst katta yerimizi alıyor, kahvaltı eşliğinde
 45 dk’lık yolculuğa başlıyoruz



Yalova’dayız ve 5li olarak Çiftlikköy’e doğru pedallıyoruz


Güzelce peş peşe dizildik, pedallıyoruz

Kış güneşi kadar da keyifli bir şey yoktur, değil
 mi? Nerede görürsen altına girersin




İlk rampamız bizi Gacık köyüne çıkarıyor. 205 m rakımda
olduğu yazılmış girişinde. Sıkı bir tırmanıştı ama




Laledere’de verilen bir çay molası ile hem dinleniyor
 hem etraftaki köpekleri besliyoruz




Laledere’den saldık kendimizi, hızla bir yokuştan
 iniyor, otoyolun altından geçip Dereköy’e doğru sapıyoruz



Çevre gittikçe güzelleşmekte. Solumuzda akan bir derenin
 çıkardığı ses insana bir güzel melodi gibi etki etmekte







Çukurköy geçilince asfalt yerini daha kaba, sürülmesi zor, küçük
 çakıl taşlı bir yola bırakıyor, ama çevre daha da güzelleşiyor


Doğanın tam kucağındayız. Sağımızda dağlar,
 kuş sesleriyle kaplı ortalık





Köy meydanı yazan yazıdan giriyor, önce yanlış 
yöne sapıp sonra meydanı buluyoruz


Burhaniye çok küçük bir köy. Kıraathane akşamları açılırmış...

Bu durumda caminin avlusuna yerleşiyor, lastiği
 sökmeye başlıyoruz el birliği ile

Patlağın müsebbibi






Yolumuz inişli çıkışlı ama daha çok çıkışlı. 440 m’lerde
 olan Sermayecik’e doğru tırmanıyoruz 






Etrafta bolca çilek tarlaları görülüyor. Mayıs'da
 gelin buralara bol bol yersiniz

474 m ile bu turun tepe noktasına ulaşıyoruz

Yol üzerindeki çeşmelerden sular akmakta. Birinde durup
 mataralarımızı buz gibi suyla doldurup devam


Köy camisinin altındaki kahvede İhsan bizi beklemekte. Bir
 mola için yerleşiyor 1 liradan çaylar içiyor, muz aromalı
 bir gofretle şenleniyor, köy halkıyla sohbet ediyor, saatlerin
 de 3’ü geçmesiyle dönüşe başlıyoruz


Yol üzerindeki işaretler pek mantıklı dizilmemiş. Gidiş yönünde
 olacağı yerde geliş yönünde. Üstelik de sarı levha
 üzerine beyaz yazı hiç okun(a)mıyor! 











Denize varıp sola, Topçular İDO iskelesine hızla pedallamaktayız