20 Nisan 2010

17 Nisan 2010

Kumbaba - Şile

Bu yolu ne zamandır yapmak istiyorduk. Geçen sene Şile’ye gitmiş sonra dönüşü araçla yapmıştık. Oradan kalkan halk otobüslerinde bisiklet alacak yer olamıyor. O zaman gecelemeli gelelim gelecek sefer diye niyetlenmiştik.

Havalar da bahar tazeliğinde olduğundan, 3 Nisan Cumartesi çıkıp 4 Nisan Pazar dönmek üzere hazırlandık. 2 hafta öncesindeki eşyalarımızı bir kenarda tutuyorduk. Bu nedenle toplanmak zor olmadı. Neredeyse aynı şeyleri aldık.

Rotamızı önceki gidişimizde zaten belirlemiştik. O zaman Göçbeyli-Ulupelit üzerinden gitmiş, bu sefer Darlık-Teke tarafından gidecektik. Aklımızda Haydarpaşa’dan banliyö treniyle Tuzla Tersane’ye gidip, oradan F1 önünden Göçbeyli’ye gitmek vardı ki, bu yolu defalarca pedallamıştık. Oradan da Darlık’a ayrılacaktık.

Sabah Beşiktaş’tan ilk gemiyle, yani 7:45’le Kadıköy’e geçtik. Yanımıza kahvaltı için sandviç yapmıştık ama sabah yediğimiz muz bizi tok tutuyordu halen. Birer sabah çayı almak için üst güverteye çıktığımda, gözüme tanıdık gelen ama ters ışıktan dolayı da pek net göremediğim birisi bana laf atınca Mete olduğunu fark ettim. Ne büyük bir tesadüftü ki aynı gemide rastlaştık. Epeydir görmemiştim kendisini, çok iyi oldu. Hasret gidermek için fırsat buldum. Hanımıyla karşıya geçiyordu, onlar da erkenciydiler. Evdeki kısmını halletmişler devamını karşıda tamamlayacaklarmış. Çok sevindirici oldu bu durum. 20 dk.’lık yolculuğumuz sohbet ve kahkahayla geçti.

Gemi yanaşır yanaşmaz fazla oyalanmadan acele H.paşa istasyonuna pedalladık. 8:20 trenine yetişmek istiyorduk. Vaktinde ulaşıp tek jetonla geçerek ilk vagondaki yerimizi aldık. Bisikletleri birbirine bağlayıp, arka sıradaki koltuklara dayayıp, biz de yanlarındaki boş yerlere geçerek trenin kalkmasını beklerken birkaç fotograf da çektim.


Az sonra da hareket ettik. 45 dk.’lık bir yolculuk sonrası Tersane istasyonuna geldik. Perondan çıkmak için kapı aradığımızda, gariptir ki tüm kapıların kilitli olduğunu görmek bizi bir hayli şaşırttı. Yani bu istasyondan bisiklet değil, bebek arabasıyla gelen bile çıkamazdı. Başka bir ifadeyle sizi kilitlemişlerdi. Karşı yöndeki peronda bulunan güvenlik görevlisi bize bisikletleri turnikelerin üzerinden atlatmamızı önerdi. Olacak iş miydi bu, yani tam Aziz Nesin’lik konular. Rahmetli boşuna dememişti %60’ı aptal bu ülkenin diye. Jeton alacak gişe bile diğer taraftaydı. Kısaca TCDD işletmesi istasyonunda kapıları kilitlemiş, bir tek turnike bırakmış. İster bebek arabasıyla gel, ister bisiklet, ister tekerlekli sandalye, ne girersin ne de çıkarsın buradan. Helal sana TCDD.

Haydi çantaları söktük, önce Firuzan onlarla geçti. Sonra bisikletleri havalandırıp turnikelerin üzerinden uçurduk. Yolun karşı tarafına geçmemiz gerekiyordu. Bir alt geçitten geçerek, merdivenlerin yanlarında tekerli araçları sürebilmeniz için bırakılan bölümse öyle bir dikti ki, bebeğini kimsenin bu rampadan indireceğini düşünemiyorum. Hani var mı var cinsinden. Kullanışlı mı diye kimse aldırış etmiyor, işte yaptık oldu düşünceleri. Kafaları ancak bu kadar basıyordu. Biz de eller frenlerde yüklendik bisikletlere, ha gayret ittik.

Tren maceramız sonrası tekrar bisikletlere atlayıp otoyolun geniş güvenlik şeridinden S.Gökçen Havaalanı’na doğru, ama o tarafa sapmayıp F1 istikametinde devam ettik pedallamaya.

Leylekler tepelerde çimlerin üzerinde kahvaltılıklarını arıyorlardı.Sağda birkaç velet bir araba lastiğini tutuşturmuş zehirli dumanıyla oynaşıyordu. Bizi fark ettiklerinde “hello” diye bağırarak kendilerini belli etmeye çalıştılarsa da biz zaten yaptıkları rezillikten dolayı onları çoktan görmüştük.

Güzel bir sabah vardı, keyifle ve zahmetsizce gidiliyordu. Birer elmayla iştahımızı hafif bastırdık. Daha önce defalarca bu yolu gitmiştik, ama bu sefer nedense çok kolay geldi yol ikimize de.

F1’e varmadan önce yakında açılacak bir paralı yol hazırlığının yanından geçerek, F1’de yarışan arabaların motor sesleriyle tanışarak Göçbeyli yönüne doğru devam ettik.

Çayırlar bayırlar yemyeşil otla kaplıydı. Aralarından sarı, mor, pembe, renk renk açmış, kır çiçekleri baharın güzelliğini anlatıyordu.

Göçbeyli’de bir mola vermeyi düşünüyorduk yanımızdakileri yeriz diye, ama ihtiyaç duymadığımızdan sağdan Ovacık’a doğru devam ettik. Buraya kadar tren istasyonundan itibaren 23 km tutmuştu, 4 km de trene kadarını eklersek, 27 km’ydi pedalladığımız yol.

Göçbeyli’nin her tarafı seralarla kaplı. Uzaktan bakıldığında bir naylon deryası. Adeta Bulgar sanatçı Christo’nun eserleri gibi. Bazı kamyonetler sebzeleri yüklüyorlardı. Neydi bunlar diye sorduğumuzda, “kıvırcık” denildi. Yani salatalar İstanbul yoluna hazırlanıyordular.

Artık köy yollarındaydık. Tabii gübrenin kokusu her yerde. Mandralar taze süt ve yumurta satışlarını kapılarına astıkları yazılarla duyurmuşlar. Hatta kimisi “organik” diye yazmıştı. Bu laf da öyle uluorta kullanılmaya başlandı ki. Sertifika var mıydı acaba ellerinde, yoksa satış olsun da, ne olursa olsun durumları mıydı?

Ovacık’a gelmeden bildiğimiz bir çeşmeyi aradık, suyumuzu doldurmak için. Çok güzel bir suyu vardı, bir keresinde kalabalık gelmiş, hepimiz doya doya su içmiştik. Resmen bu çeşmenin suyunu özlemiş, yanımızdakini de son damlasına kadar tüketmiştik bu nedenle. Ama çeşmeyi bu şekilde ararken, birden acaip genişletilmiş bir yola çıktık. Eyvah dedim, buraları da gitti. Bir otoyol yapılıyordu, Gebze taraflarından kopup gelen ve Karadeniz’de Karacaköy’de yapılmakta olan limana bağlanacakmış (Ovacık’ta köylülerden aldığımız bilgiler). Daha asfaltı tamamlanmamış bu yoldan ilerledik, biraz sonra kesildi neyse ki ve eski köy yoluna tekrar döndük.

Ve aradığımız çeşmeyi bulduk, ama akan su o kadar cılızdı ki musluğun ağzı yosun tutmuş. Nerede o gürül gürül akan çeşme? Bir hayal kırıklığı içinde Ovacık’a girdik (11:30 / 34. km). 2 saat tutmuştu buraya kadar yol.

Bildiğimiz çaybahçesinde yerimizi alıp kahvaltımıza hazırlanırken, yan masadan köylülerin meraklı soruları karşısında tanışmak ve yol bilgisi almak için yanlarına gittim. Firuzan da bu arada kahvaltı sofrasını hazırladı.

Yol bizi Mudarlı üzerinden Darlık ve oradan Teke’ye çıkartacaktı. Efsafı aynıydı, yani asfalt. Teke’ye bir tırmanış olacaktı. Bu bilgilerle donanıp kahvaltımızı da tamamladıktan sonra (suyumuzu da köy çeşmesinden doldurabilmek için) saat 12 gibi çaybahçesinden ayrıldık, köy eşrafıyla vedalaşarak.

Çeşmenin başında Kocaeli belediyesinden bir ekip, musluktan (2 musluk vardı, birisi dağdan gelen su, diğeri şebekeden) su örneği alıyordu. Belli aralıklarla örnek toplayıp internet sitelerinde rapor yayınlıyorlarmış. Yani suların temiz olduğunu göstermekteler. Çok hoşumuza gitti bu yaklaşımları. Çeşme çeşme dolaşıp şebeke suyunu kontrol ediyorlardı.

Bu bölge su açısından çok zengin. Zaten Ovacık suyuyla meşhurmuş. Yol üzerinde dolum tesisini görecektik. Bize de bu rota üzerinde sürekli dereler eşlik etti. Kah bizle beraber aktı, kah ters yönde, ama yanımızdan su hiç eksik olmadı.

Bu şekilde acele etmeden hafif hafif çıktık, sonra indik ve Mudarlı’nın içinden geçip (12:30 / 41,5. km) Şile yönüne doğru sürdürdük pedallamayı. Yolda çiçek açmış ağaçlar, çocuklar, traktörler ve her türlü köy manzarasıyla karşılaşıp devam ettik Darlık’a doğru.

Yolumuzun üzerinde karşımıza çıkan kaplumbağa ile Firuzan özel ilgilendi ve değişik açılardan fotografını ve videosunu çekti. Kaplumbağa da bu durumdan hoşlanmıştı ki, ne kafasını çekti ne de gitti. Artistlik herhalde onun da içinde vardı.

Darlık’ta bir mola verelim istedik ama bu köy çok küçüktü ve kahvesi de ancak akşamları açıldığından devam ettik pedallamaya.


 


Birazdan yol önce müthiş bir inişle inmeye başladı (13:30 / 52. km), ama nasıl ki sormayın. Uçuyoruz sandık, ne var ki birazdan karşımıza %10 tırmanış gösteren levha çıktı. Sözü edilen rampa buydu herhalde. Genelde bu işaret konulduğunda bilin ki durum ciddi. Ama keyfimizi bozmadan, bu tırmanışı da sabırla tamamlayıp düzlüğe çıktık.

Bir süre yol düz gitti. Çeşmelerde su ihtiyacını karşılayanlar, yol kenarlarında yığılı odunlar falan derken bize doğru yürüyen tatlı bir ihtiyarla karşılaştık. Durup hem hatrını hem de yolu sorduk. Köyü, baraj suları altında kaldığından boşaltmışlar ve burada Yeni Dereli köyünü kurmuşlar. Şimdi az ileride oturuyordu. Kısaca bize yolumuzu tarif etti. Yol bakım şantiyesinin önünden geçip sola dönecekmişiz.

Önümüze çıkan kavşaktan sola dönüp Teke’ye giden daha genişçe ve düzgün bir asfalt yola çıktık. Yol Gebze’den gelmekteydi. Bu şekilde 2 km sonra Teke’ye girdik. Yolun sağında bulunan Telekom’un binası dikkat çekiciydi. Mimarisi ve pencere formuyla erken Cumhuriyet dönemini andırıyordu.

Teke’de artık birşeyler yiyelim istedik ve sulu yemek bulunur mu diye yoldaki vatandaşlara sorduğumuzda, “ileride bir hanım birşeyler yapıyor” gibisinden bir cevap aldık. Karakolun karşısındaymış yeri. Böyle küçük yerlerde, hele hafta sonu yemek bulmak pek mümkün değil. Sulu yemekse hiç değil. Karakola vardığımızda (jandarma karakolu, belirteyim) sağda “Metin’in Yeri” diye gözleme+ayran durumları bir yer çıktı. Kapısında Metin Bey, selamlaştık, tanıştık. Hüseyin Bey’lerin selamını ilettik. Çok sevindi, epeydir uğramadıklarından hal hatır sordu. İyiler dedik, yakında yazlıklarına gelecekler gibi konuşmalardan sonra gözlemeler neli diye merak ettik. Patates, peynir vs vardı. Kaça? Gözleme+çay = 5 liraydı (çok değil mi?). Fazla şişmeyelim, bir tanesini paylaşalım istedik ve 2 çay eşliğinde gelen gözlemeyi bitirdik. Aslında değil bir, üç gözleme sığdırabilirdik, ama sonra fazla yemediğimize memnun olduk (çünkü ileride bir rampa vardı ki, maaşallah). Metin Bey bize üst katı gezdirdi, dekorunu kendi yapmış, rustik bir havadaydı. İstersek burada da kalma imkanının olduğunu açıkladı. Anlaşıldı ki, hanımı mutfağı, Metin Bey de kasayı idare ediyordu. Aynı zamanda Şile’de CHP il meclis üyesiymiş. Kendisinden Kumbaba’da nerede kalırız diye yardım istedik. Bize “muhtar Musa Bey’e gidin, selamımı söyleyin, size yardımcı olur” dedi (gerçekten de çok yardımcı oldu Musa Bey). Yardımına teşekkür ederek yanından ayrıldık (14:45 / 59. km).

Bundan sonrası eski Şile yoluydu, yani dar ve virajlı. Şansımıza trafik daha çok ters yöndeydi. Bu nedenle araçları kollamak kolay oldu. Ama az sonra sola saparak Ovacık (bu da ikincisi, Şile’de) yönüne girdiğimizde bu Şile trafiğinden kurtulduk. Çünkü esas yol sağdan gidiyordu ve daha genişti herhalde. Bizse köy yollarından devam ederek ilerlemeyi sürdürdük. Birazdan müthiş bir inişle inmeye başladık. Ama bilirim ki her inişin çıkışı vardır, o nedenle fazla sevinmeye fırsat olmadan zaten çıkış kendini gösterdi bile (bkz. resim, tepeye doğru).

Yolun ilerisinde sol tarafta çadırlar, dumanlar, bir kalabalık vardı. Yaklaştıkça bunların mangal kömürü hazırlayan köylüler (veya çingeneler) olduğunu gördük. Odunları bir tepe şeklinde yığdıktan sonra ateşe veriyorlardı. İçten içten hafif hafif yanarak sonunda mangal kömürü çıkıyordu ortaya. Daha önce de görmüştüm ama bu kadar yakınında değildim. Birkaç resim alıp başladık tırmanmaya.

Tepeyi aştığımızda yol biraz inmeye başladı sonra da keyifle kıvrılarak devam etti ve 3 - 4 km sonra Ovacık geldi. Köyün çıkışında bulunan mezarlık ilginçti. Eski mezar taşları vardı. Biraz film setleri gibiydi. Yan yatmış taşlar, zemin kayalık, sanki korku filmi dekoru. Ama çevresi yemyeşil vadilerle, otlaklarla kaplıydı köyün.

Burayı geçip İmrendere’de artık çevre iyicene değişmeye başladı. Standart yükseldi, villalar belirmeye başladı. Bazıları çok güzeldi. Adeta katalogtan çıkmış gibiydiler. Küçük siteler şeklinde olanlar, tek başına duranlar. Kimilerinin önlerinde birkaç 4x4. İstanbul’a yakınlık, değişimi de başlatmış.

Bu temaşa içinde kendimizi Şile otoyolunda bulduk. Sağ Şile-Ağva’ya gidiyordu. Bizse sola, Kumbaba’ya saptık, yani İstanbul yönü olmuş oluyordu. Işıklı kavşaktan da sağa dönüp Kumbaba’nın içine girmeye başladık (16:00 / 73. km). Muhtarlığa BP‘den sola sapılarak ulaşılacağını öğrendikten sonra, önce benzincide benim lastiğin havalarını tamamlayıp, bir ihtiyaç molası verdik. Daha sonra, sora sora muhtarlığı bulduk. Buraya kadar yolumuz 79 km tutmuştu. 13,1 km ortalamayla 5 saat 45 dakika pedallamışız.

Kumbaba Tepesi: İsmini doğal fizyoterapi doktoru Kumbaba’dan almış, 60 rakımlı kırmızı - turuncu renkli, demir/bakır alaşımlı bir kum tepedir. Kumbaba Tepesi zirvesinde Kumbaba'nın mezarı vardır. Yapılan araştırmalarda Bizanslılar tarafından Güneş Hamamı olarak kullanıldığı, saray gemileriyle yaz aylarında buraya gelerek güneş banyosu aldıkları ortaya çıkmıştır. Gerçek ismi bilinmeyen Kumbaba, bir kimyager gibi sahayı etüd etmiş ve Şile Kumluğu’nu doğal tedavi için uygun bulmuştur ve bir çok hastanın tedavisinde kullanmıştır.

Bisikletlerimizi dayayabileceğimiz uygun bir yer ararken, sonradan Musa Bey olduğunu öğrendiğimiz bir kişi bizi espirili bir şekilde “park parası alırım” diyerek karşıladı. Hemen Metin Bey’in selamını iletip muhtarlıkta bulduk kendimizi. Samimi bir sohbet başladı hemencecik. Ardından çaylar geldi ve biz sanki 40 yıllık dost gibi Musa Bey’le konudan konuya geçtik.
Kendisi aslen Iğdır’lı ama askerlik nedeniyle geldiği bu bölgede 15 yıldır bulunuyor. Çok yer dolaşmış öncesinde, bunların arasında Trakya da var. 3 dönemdir de Kumbaba’nın muhtarlığını yürütüyor.

Laf lafı açtı, sonunda gelin kalabileceğiniz yerlere bakalım diye arabasıyla çıktık yer beğenmeye. Ancak geldiğimizde uzaklarda görünen sisli hava gittikçe yaklaşmaktaydı. Sanki bir bomba atılmış, görme mesafesi de bayağı kısalmıştı. Üstelik hava da soğuyordu. Yani şaşırtıcı bir durum. Soğukla sıcağın aniden karşılaşmasıyla herşey değişmişti.

Deniz kenarına gittik, daha doğrusu yakınına. Sezon dışı olmasıyla heryer boş tabii. İsterseniz burada, isterseniz şurada, pek çok yer gösterdi bize. Hatta gelin arzu ederseniz benim bahçede, olmadı size boş bir oda bile veririm gibi nazikane teklifte bulundu. Ehh çadırla geldik ya, denize yakın kalalım istedik. Ama bir yandan da aniden düşen sıcaklık karşısında da tedirginiz. Neyse gene muhtarlığa döndük. Bir de dere kenarında bir yer var, derneğin arazisinde, isterseniz oraya da bir göz atın deyince, Firuzan’la birbirimize bakıp, sanki daha iyi olacak diye bisikletlerle oraya (dereye) bir pedallamak üzere ayrıldık. Sokak aralarından giderek, İSKİ nin arıtma tesisinin yanından geçip, güzel bir derenin kenarında bulunan bu yeri bulduk. Olabilirdi burası da, ama kenarda tavla oynayan 2 kişi bizi vazgeçirdiler. Yok güvenli olmaz gibisinden laflarla, zaten biz de galiba arka bahçede kalmak istiyorduk, bizi caydırdılar burada kalmaktan.

Gene Musa Bey’in yanına dönüp, mümkünse arka bahçede kalabilirmiyiz diyerek çadırımızı çabucak gösterişli bir şekilde (Musa Bey’e de fazla zahmet vermeyelim istiyoruz) kurduk. Hemen kekliklerin yanına.

Bu arada Şile’deki düğün için de Musa Bey’ın eşi ve gelini hazırlanıyorlardı. Hatta mahallede düğüne giden başkaları da vardı. Onlar düğüne gide dursun biz çadırımıza güzelce yerleştik. Yandaki pide-pizzacıdan da karnımızı doyurmak için siparişlerimizi verip (2 çorba + büyük boy pizza + soda = 16 lira) elektrikli sobanın karşısında önce güzel bir ısındık. Bu hava değişikliği çok şaşırttı açıkçası.

Biraz da Firuzan’dan dinleyelim olanı biteni: “Yemek için sandalyelere oturur oturmaz sorduk, acı biber var mı diye. Turşusu varmış. Bir tabak istedik. Sonra bir tabak daha. Bir tane daha istedik. Bitti dedi garson. Pidecideki tüm turşuyu tüketmiştik anlaşılan. Sezon dışı olduğundan az bulunduruyorlar herhalde dedim. Ama bu turşu, uzun süre dayanmaz mı? Doğrusu pek de lezzetliydiler, zeytinyağına yatırılmış. Tam ağzımıza layık. Lakin böyle düşünen yalnız biz değilmişiz…”

Saat 7 buçuk olduğunda dükkan sahibi de düğüne gitmek için tezgahını kapatınca biz de biraz yürümek düşüncesiyle Musa Bey’in oğlu Erhan’ın bakkalına gidip az helva (canımız tatlı ihtiyacındaydı) ve çay ikramı eşliğinde sohbete geçtik. “Çay eşliğinde sohbet sırasında ortaya çıkıyor, Musa Bey’in acı biber turşularının hepsini yediğimiz. Kendisi için memleketinden getirtip pidecide muhafaza ettiği turşu, yaptırdığı dürüme eşlik edememişti o akşam. Hep beraber gülüyoruz buna. Bir dahaki sefere acı biber turşusu bizden deyip Mustafa ile çayları yudumlamaya devam ediyoruz.”

Bölgenin renklerini tanıyarak, olayları değerlendirerek, zamanın artık uyku için hazır olduğuna karar verdiğimizde, iyi geceler dileyerek çadırımıza geçtik. Tulumlarımız ve artık tecrübemiz sayesinde hazırlığımız eksiksiz olduğundan, sıcacık yataklarımızda belki de bugüne kadar ki en rahat ve huzurlu geceyi geçirdik. Altımız nefis bir çimdi, yumuşacık. Bahçe duvarlarının güven duygusuyla günün yorgunluğunu üzerimizden attık, nefis bir uykuyla (tabii bu kadar erken yatınca erken de kalkıyorsun).

Sabah uyanıp, iyi ki deniz kenarında kalmadığımıza bir daha sevinerek çadırımızdan kafamızı dışarıya şöyle bir uzattık. Gecenin ıslaklığı heryeri sırılsıklam yapmıştı. Sanki yağmur yağmış gibi ıslaktı çadırın üstü. Şöyle bir gerinip hafiften açıkdığımızı hissedip yüzümüzü de yıkamak için yakındaki cami tuvaletine gittik (temizdi neyse ki). Sonra hemen bakkaldan çeyrek ekmek arasına biraz kaşar ve domates koydurup, camideki çay ocağından da çaylarımızı alıp kahvaltımızı yaptık ve çaycı ve aynı zamanda tuvaletleri de kontrol eden Hidayet Bey’le girdiğimiz sohbette, kız kardeşi İclal Hanım’ın da Polonezköy’de bakkalının olduğunu ve geçerken selamını iletmemizi, aslen Beykoz’lu olduğunu öğrendik. Sohbet güzeldi de, zaman ilerlemişti. Çadıra dönüp aceleyle toplanıp yola çıkmak gerekiyordu. Herşeyi tamamlayıp çıkmamız gene de 10’u buldu. Musa Bey’ın eşinin kahvaltı teklifini istemeyerek geri çevirip (etmiştik ve gecikmiştik) vedalaşarak İstanbul yoluna saptık. Dedeman da buraya bayağı bir tesis yapmış, yanından geçerken gördük.


Sis halen kıyı boyunca sürüyordu. Az sonra Şile otoyoluna çıkıp hafiften bir rampayla tırmanmaya başladık. Neyse güvenlik şeridi sayesinde yanımızdan geçen arabalar sorun yaratmıyordu. Karşı yönden gelen motorcular bizi düdükleriyle selamlıyorlardı. Biz de başımızla karşılık veriyorduk. Ne de olsa teker sayımız aynıydı :)

Işık Üniversitesi’ni geçtik, her yer sis altındaydı. Bir yerlerden Sofular’a sapmalıydık. Muhtar, yolun başı kapatılmış gibi bir bilgi vermişti. Bir sapak gördük bu tarife uyan, ama o değildi. Daha ilerideymiş dediler. Sonunda iyi ki yolun başında birileri vardı da, öğrenebildiğimiz Sofular sapağından girdik. Yoksa geçerdik, çünkü levha yoktu. Gerçi ileride varmış ama oradan yol daha uzunmuş denildi.

Otoyoldan kurtulmuştuk ve bir inişle süzülerek Sofular’a gelmeden sağdaki çeşmede suyumuzu doldurduk. Suyun tadı çok güzeldi. Köyün girişindeki hindiler çok ilginçti. Erkek hindi yanındaki 2 dişiyi öyle bir koruma altına almıştı ki, biz resim çekmek için yanına yaklaştığımızda kabararak ve ters ters bakarak nerdeyse üzerimize yürüyecekti. Anlaşılan kıskanç bir erkekle karşı karşıyaydık.

Sofular’ın içinden geçerken bir adamla kadının ekmek alış verişinde bulunduklarını görmemizle fırının yerini keşfetmiş olduk. Burada köy ekmeği odun fırınında yapılıyordu. Hemen yanlarına gidip kendimize de bir tane aldık. Fırıncı kadın, Semra Hanım bize arasına tereyağını koyun ve afiyetle yiyin, ihtiyacınız olacak yolda diyerek kamyonlar konusunda da uyardı. Çok fazla varmış yol boyunca.

Devam ederek Alaçalı’ya doğru pedal basmayı sürdürdük. Sanki Bolu dağındayız, sis bir türlü geçmek bilmedi. Otoyolda gördüğümüz yol bisikletli arkadaş da kimbilir nereye gitmiş dönüyordu, yanımızdan geçip bize selam vererek hızla gözden kayboldu. Bizim böyle bir acelemiz olmadığından daha yavaş çıktık yokuşu.

Karşımıza Doğancalı köyü çıktı ve sonra Sahilköy. Bu şekilde yol bizi ormanlığın içinden geçirince sis de kalktı artık. Off be nihayet güneşe kavuşmuştuk. Böylecene hava da ısınmıştı. Aslında Pazar gününün daha sıcak olacağını müjdelemişti meteo ama pek de öyle başlamamıştı. Önümüzde Kurna ve Karakiraz köyleri vardı.

Köylerin içinden geçtiğimizde bazen çok cesur renklere boyanmış binalar görüyoruz. Kremalı pasta gibi çıkıveriyorlar ortaya.

Kurna’yı geride bırakıp Karakiraz’ın girişinde odun biçen bir alet hayli dikkat çekiciydi. Sabırla ve ağır ağır odunlar ikiye bölünüyordu. Biraz seyredip birkaç kare foto alıp devam ettik yolumuza. Hele bir evin damı ekmek, simit gibi şeylerle doluydu. Herhalde kurutuyorlardı bu şekilde. Belki de hayvanlar içindi.

Yollar yollar, kamyonlar kamyonlar falan diye sürdük. Rıfat Okan Tapan’ın hatıra ormanını da gördükten sonra (arkadaşım olur da) Polonezköy yolunu tuttuk. Ama burada artık trafik yoğunlaştı. Bir yığın araba. Havanın güzelliğini fırsat bilip yollara düşülmüş, mesire yerlerine akın edilmişti. Sağ sol kendin pişir durumları, hoplayan, zıplayan, ata binenler falan. Doluydu insanlar. 4x4’lerden de geçilmiyor yollar. Gülesiye durumlar :) Benzinin en pahalı satıldığı bir ülkede bu kadar çok 4x4!!!

Çeşmelerden sularımızı tazeleyip birden bir fabrikanın girişinde devekuşlarını görmek hayli şaşırtıcı oldu. Ne işleri vardı bunların acaba? Kim beslerdi ki devekuşunu? Belki de eti için!!! Yok yaaa…

Devekuşu, 2 - 2,5 m boyunda, iki tırnaklı, 130 - 150 kg ağırlığında, 65 - 90 km/h hızla koşabilen dünyanın en büyük kuşudur.

Altı ayrı türü olan devekuşunun “Arap devekuşu” adı verilen Suriye ve Arap çöllerinde yaşayan türünün soyu tükenmiştir. En iyi bilinen türü Kenya ve Tanzanya’da yaşayan “Masai devekuşudur”. Avustralya’da yaşayan ve “Emu” adı verilen devekuşu diğer devekuşu türlerinden daha kısa olmakla beraber, diğer devekuşlarından farklı olarak dişisi erkeğinden daha uzun boyludur. Devekuşlarının en tehlikeli olanı “Tepeli devekuşu” dur. Tepeli devekuşunun ayakları üç parmaklıdır ve en içteki parmak hançer gibi kıvrılmıştır. Öne ve arkaya kuvvetli tekmeler atabilen Tepeli devekuşu yerden 1,8 m yükseğe zıplayabilir ve suda çok iyi yüzebilir.

Doğada devekuşları genellikle zebra gibi memeli hayvanlarla beraber dolaşırlar. Bu tavır çoğu kez bir savunma biçimidir. Gözleri çok iyi gören devekuşları ile burunları çok iyi koku alan zebralar arasındaki bu yardımlaşma, ikisinin de açık arazilerde güvenli biçimde dolaşmalarını sağlar.

Genellikle otçul olan devekuşları kimi zaman bazı omurgasızları da yer. Alınan katı gıdaların sindirimini kolaylaştırmak için günde ortalama 1,5 kg taş yutarlar. Devekuşlarının üremesi yumurta ile olur. Dişiler bir kuluçka döneminde 15 - 60 yumurta yaparlar. Normal yumurtanın boyu 15 cm, genişliği 13 cm ve ağırlığı 1500 - 1800 gr arasındadır. Bir devekuşu yumurtası 24 tavuk yumurtasına eşdeğerdir. Kuluçka süresi 40 - 44 gün arasında değişir.

Yavru devekuşları bir aylık olduklarında yetişkinler kadar hızlı koşabilirler. Devekuşu iki tırnağı olan tek kuştur. Tırnaklardan büyük olanı hemen hemen vücut ağırlığının tamamını taşır, bundan dolayı yerde çok az bir alana basıp çok hızlı koşabilirler. Yetişkin bir devekuşu 60 km/h hızda 20 dakika koşabilir. Ancak korku halinde hızı 90 km/h’yi bulabilir. Koşarken adım uzunluğu 6 - 8 m arasındadır.

Devekuşları 360 derecelik bir görme açısına sahiptirler. 1500 m uzaktaki bir kesme şeker tanesini net olarak görebilirler. Ömürleri yaklaşık 60 - 70 yıl kadardır. Bakım ve beslenme koşullarına bağlı olarak 30 yıl kadar üretken olabilirler.

Cumhuriyet köyü sonrası bir rampayla Polonez’e çıktık. İyiydi ama rampa, sağlam. Fakat Adampol öyle bir kalabalıktı ki sormayın, trafik tamamen sıkışmıştı. Hidayet Bey’in selamını kardeşine iletip (kadın kasada para saymakla meşgul-darphane) kahvede biraz bisküvi+çay eşliğinde dinlenmeye çekildik. Çaylar halen 50 krş burada.

Şöyle biraz etrafı temaşa ederek geçirdik zamanı, ama yola çıkmak gerekiyordu. Bu araçların dönüşü felaket olacaktı. Herhalde arabalarının içinde oturup trafiği seyredeceklerdir.

Yolda gelirken heykeltraş Mehmet Aksoy’un atölyesinin önünden geçtiğimizde ziyaret edelim istedik, ancak kalabalık vardı, röportaj yapılıyordu. Biz de transit geçmek zorunda kaldık.

 


Polonezköy 46 km tutmuştu, 12,3 km ortalamayla 3 saat 45 dakika gibi bir süre. Daha önümüzde en az 30 km yol vardı, haydi bisiklet bin yaptık ve malum, önce bir iniş vardır Polonez’den, ama sonra da nefis bir çıkış. Onu bunu geride bırakıp Görele’nin de yanından geçip, Anadolu Hisarı’ndan gemiye (Bebek’e geçen) yetişemeyeceğimiz belli olunca, biz de Kavacık’tan, uzun bir iniş ama feci bir trafik arasından Küçüksu ve oradan Üsküdar’a geldik. Bilinen yöntemlerle, slalomlayarak, ama bekleşen arabaları kıskandırırcasına sollayarak.

Üsküdar-Beşiktaş motorlarını kullanıp Beşiktaş’ta eski kaymakamlığın önünden gitmek istediğimizde, polisin yolu kapadığını fark edince, bari iterek geçelim istedik. Çünkü yayaya yol açıktı. İşgüzar bir polisin “yassah” uyarısıyla bloke edildik. Neden, niçin, olur mu durumları fayda etmedi. Her türlü geçişe izin verdi, yaya olarak, çantalar sırtımızda ama bisiklete bir türlü izin koparamadık. İtilerek bile geçemezdi! Nedenini o da bilmiyordu, sanırım karakter yapmaktaydı (hani polis ya. Sırtına uniforma geçiren her kompleksliyi dikkatlice inceleyin, çok eğlenirsiniz). Arada ettiği laflarla mantıksız şeyler söylediyse de, biz de yorgunduk, fazla da uğraşmak istemedim doğrusu (yoksa bunun da ilacını biliyorum). Ama işin en güzel tarafı, bize ısrarla bisiklet geçemez derken, ters yönden bir bisikletlinin laylaylom gelmesi karşısındaki surat ifadesiydi. Bazılarının kafası az çalışıyor, ne edelim (%60’ı başka türlü bulamayız).

Akaretler’den tırmanıp eve girdiğimizde saat 17:50’yi gösteriyordu. 5 saat 53 dakika sürmüştü bisiklet üzerindeki yolculuğumuz. 76,6 km mesafeyi geride bırakmışız. Ortalamamız 13 km’ye geliyordu. Sabah 10’da Kumbaba’dan çıkmış, hiç zorlanmadan gelmiştik.

2 gün keyifle Şile yollarında gezmiş, yeni insanlar tanımış, bol bol oksijeni içimize çekip güzel bir rota daha öğrenmiştik. Hafta sonu gezisi için ideal burası, 156 km.

Yol:
1. gün: N.taşı > Beşiktaş > H.paşa (gemi) > Tuzla Tersane (tren) > Göçbeyli > Ovacık > Mudarlı > Darlık > Teke > Ovacık > İmrendere > Kumbaba (79 km)

2. gün: Kumbaba > Sofular > Doğancalı > Sahilköy > Kurna > Karakiraz > Polonezköy > Küçüksu > Üsküdar > B.taş (gemi) > N.taşı (76,6 km)
Bu bölgeye yapılmış diğer turlar: El Trio Chile, Kumbaba-Ne Macera

İlginizi çekebilir Mizah 3