25 Temmuz 2010, Pazar / Çıldır – Posof
5:45 gibi uyanıp bir saat içinde Çıldır öğretmenevinden ayrılıyoruz. Hava kapalı ve oldukça serin. Yelek artı kollukları takıyorum. Sabah hayvanlarını otlatmaya çıkaran çobanlara rastlıyoruz. Yol hafif tırmanışlarla gidiyor. Asfalt düzgün, yer yer yamalı. Trafik yoğun değil. Etraf göz alabildiğince düz, bulutlar alçaktan seyir ediyor.
Çıldır’dan yarım saat sonra sağımızda, uzaklarda tüm ihtişamıyla Şeytan Kalesi beliriyor. O kadar dinledik ki burasını, görmeden geçseydik üzülürdük. Yanına ulaşmak pek öyle kolay görünmüyor. Yamaçtan giden dar bir yol var. Bunu da gelecek sefere bırakalım diyor bolca fotoğraf çektikten sonra tekrar pedallamaya dönüyoruz.
Bulutlar o kadar alçakta ki, dağların tepelerine konmuşlar sanki. Plato yemyeşil. Dümdüz gidiyoruz. Daha doğrusu kayıyoruz bu yeşilliğin içinde.
Şahin veya kartal da olabilir, tepemizde uçuyorlar. Direklere konduklarında sessizce yaklaşabildiğimiz kadar yanlarına gidip fotoğraf ve video çekmeye çalışıyoruz. Biraz kıpırdayacak olsan hemen sezip havalanıyor bu kuşlar.
Pek çok köy sapaklarından geçen bu hafif inişli - çıkışlı yol üzerinde, arkamızdan yaklaşan siren sesi bir ambulansa ait. Süratle Ardahan’a doğru yol alıyor. Umarım zamanında yetiştirir hastasını. Birkaç şehirlerarası otobüs de çıkıyor karşımıza. Onun dışında fazla trafik yok.
Hava soğuk. Firuzan tayt, kapri, içine kolluk ve üzerine ceket giymiş, ne bulduysa artık. Coğrafya ufak ufak değişiklikler gösteriyor, çam ağaçları beliriyor. Buraya kadar köylerdekilerin dışında ağaç yoktu öyle pek.
Yola çıkalı neredeyse iki saat olmuş, artık bir kahvaltı molası için yol kenarındaki bir kayayı seçiyoruz. Üzerine soframızı kurup, peynir, domates, salatalık, biber, zeytin ve pidemizi silip süpürüyoruz. Çok uzakta arıcılar kamp kurmuş. Bunlar herhalde gezgin arıcılar, kovanları oradan oraya taşıyorlar.
Şeytan Kale
, Çıldır'dan sonra Ardahan yolundan Yıldırım Tepe Köyü’nden sonra dört kilometre yaya gidilir. Konum ve mimari özellikleri bakımından bir Urartu kalesi olduğu tahmin edilen Şeytan Kalesi, tarih boyunca birçok uygarlık tarafından ele geçirilmiştir. Şeytan Kalesi'nin adını Eski Türkçede Şeytan manasına gelen Alvız (Albız) kelimesinden aldığı bilinmektedir. İçinde su sarnıcı, erzak deposu ve şarapnel bulunduran kale, Karaçay’ın sınırladığı sarp bir yarımada üzerine kurulmuştur.
Kahvaltı sonrası tekrar yollara çıkıp kendimizi yokuş aşağıya bırakıyor, 60 km’lik hızlara ulaşıyoruz. Kenarda bekleşen veya sürü güden köylülerle tek tük kelimeli sohbetler. Bu şekilde Ardahan - Posof ayrımına geliyoruz. Sağdan devam. Hava biraz ısınıyor, hatta güneş bile çıkıyor. Ohh be, içimiz ısınıyor. Yol trafiği de artıyor burada. Şehirlerarası otobüsler, kamyon ve süt tankları taşıyanlar, gümbür gümbür giden bir boş TIR geçiyor. Hatta Gürcü plakalı bir kaç araç karşı yönden gelmekte.
Coğrafya belirgin şekilde değişmeye devam ediyor. Uzakta ormanlar, sağımızdan akan bir ırmak. Ve Çayağzı’na geliyoruz. Suyumuz bitmiş, çeşmede doldururken köylülerle tanışıp sohbet ediyoruz. Fotoğraflar çekiliyor. Pek çoğunun İstanbul’da akrabaları var.
İleride trafik sıkışmış, sürüler yolları keserek geçiyor. Araçlar sabırsız, korna çalıp duruyorlar, ama hayvanlar pek oralı değil. Uzaklarda, solumuzda bir kalıntı görüyoruz. “Gırnav Kalesi” deniyor bize.
Devam ediyor ve 10:40’da Hanak’a geliyoruz. Girmiyoruz içeriye, ilçeye 2 km var. Biraz sonra sağda pırıl pırıl, gündüz vakti bile ışıkları yanan bir tesis var. Sonradan anlaşılıyor ki Botaş burası. Ormanlık araziler çoğalmakta. Küçük bir ihtiyaç molası sırasında Firuzan üzerindeki kalın giysileri çıkartıyor. Bir elmayı paylaşıyoruz. Yolda zinciri yağlamak istedim, ama hiç bir benzincide 2 damla yağ bulamadım. Hani şu yağdanlığın dibindeki.
Yabancı plakalı bir araç bize ilgi gösteriyor, bonjour’lanıyoruz, Türkçe cevap verdiğimizden adamları hayal kırıklığına uğratmanın stresi içindeyiz. Ne güzel Fransızcasını döktürecekti!
Çayağzı Gırnav Kalesi: Hanak ilçesinin 5 km güneyindeki Çayağzı Köyünün yaklaşık 400 metre batısında Ardahan Hanak karayolu üzerindeki Hanak çayı kenarında yer alır.
Bu kalenin de kesin inşa tarihi bilinmemektedir. Ancak bu günkü kalıntıların Ardahan kalesine ait kalıntılarla aynı duvar tekniğine sahip olması dikkat çekicidir. Bu nedenle kalenin Osmanlı devrinde (15-16 yy) büyük bir onarım geçirerek kullanıldığı kanaatini taşımaktayız. İlk yapımı eski dönemlere dayandığı anlaşılmaktadır.
Alçak bir tepe üzerinde yer alan kale oldukça yüksek beden duvarlarına sahiptir. Beden duvarlarının içe bakan yüzlerinde bu gün tahrip olmuş seyirdim yerleri bulunur. Kalenin güney batı yönündeki sur duvarlarının ortasında alt kısımlar harap bir giriş kapısına yer verilmiştir. Kapıdan girilince içeride giriş kapısı duvarlarıyla kaynaşmış durumda beşik tonozla örtülü mekânlar sıralanmıştır. Yapının Hanak çayına bakan kuzey doğu duvarları günümüzde tamamen yıkıktır. Doğu duvarının üç metre yükseklikte ki üst bölümünde yuvarlak ahşap kiriş yuvaları bulunmaktadır. Kalenin az eğim gösteren kısmındaki kuzey batı surları yarım yuvarlak burçlarla takviye edilmiştir. Ancak bu burçlar fazla bir çıkıntı teşkil etmemektedir. Yapının kare planlı tek burcu giriş kapısının solunda bulunmaktadır. Kalenin sur duvarlarının kalınlığı 2,20 m kalınlığındadır.
Damal görünüyor. İleride, solumuzda. Girişteki benzinciye girip, zinciri yağlıyorum. Biraz fazla kaçıyor, vıcık vıcık yağ içinde her şey. Bulduğum bir bezle fazlasını silmeye çalışıyorum ama zor. Sabahki kararımızda aslında yol buraya kadardı. Ancak saat daha öğlen. Ilgar Geçidi’ne kaç kilometre acaba? 10 km diyorlar. Şöyle birbirimize bakıyoruz, devam etmekten yanayız. Benzinci Atatürk siluetinden bahsediyor. Akşam altı buçukta gözüküyormuş. Tarihin geçtiğini sanıyordum (nitekim doğrusunu sonra öğreniyoruz). Posof yolu Damal’ın içinden geçiyor. Yemek konusunda tereddüdümüz var. Tam mı yesek, hafif mi yesek, yemesek mi, yolda mı atıştırsak derken, sonunda sulu yemek yazan Gül Et Lokantası’na giriyoruz. Ezogelin çorbası artı birer çoban salatası ile karnımızı şişiriyoruz. Para bile istemiyorlar ama ısrar edince 5 lira yeter diyorlar. Burası Alevilerden oluşmakta. Maalesef hükümetin uygulamalarından çok şikayetçiler. Ne sebeple uygulandığını anlayamadığımız, bir yığın saçma sapan polis, kaymakam durumlarından örnekler veriyorlar. İkişer bardak çay ve çekilen fotoğraflardan sonra, bu güzel insanlara veda ederek yolumuza devam ediyoruz.
Unutmadan, Damal Türkmen Bebeği, 2001 yılında Japonya’da düzenlenen “En İyi Yerel Kıyafetler Yarışması”nda birinci seçilmiş.
Tarihi seyir içinde Damal’ın Türkmenler'den önceki adı “Petereke” dir. Türkmenlerin yurdu olduktan sonra ormanlık olan yörede çam ağacını orta direk yaparak taş ve topraktan basit damlar (evler) yapan Türkmen ustaları çadırda yaşayanlara ve konar göçer hayat sürenlere “gelin dam alın” diyerek Damal adını ortaya çıkarmışlardır.
Damal, eski tarihlerde Kafkaslardan Orta Asya'ya ve Avrupa ya gidip gelenler için uğurlama ve konaklama yeri olmuştur.
Bir çok kez yöre el değiştirmiş, Medler, Persler, Romalılar, Bizanslar, sonraki yıllarda Gürcü, Ermeni ve Rus işgallerine uğramış, Çıldır eyaletine bağlı sancak beyliği olarak idare edilmiştir.
Damal, 1972 yılına kadar üç Damal olup; Aşağı Damal, Yukarı Damal ve Küçük Damal olarak adlandırılıp bağımsız köylerdi.
Üç köyün birleşmesi ile belediye kurulur ve kasaba statüsüne kavuşur. 1992 yılında Ardahan'ın il olması ile idari kademelenmede Ardahan iline bağlı ilçe olur, Hanak ilçesinden ayrılır.
Damal sonrası yolun durumu değişiyor. Daralıyor, solumuzdan bir dere akıyor. Etrafta bol bol kır çiçekleri. Dağlar ve tepelerle çevriliyiz. Hava çok keyifli, güneşli. Yolda yürüyenlerle kısa sohbetler, selamlaşmalar. Atatürk siluetinin göründüğü yamacın önünden geçiyoruz. Seyir noktasında bayrak var. 15 Haziran – 15 Temmuz arası buraya düşen gölge gerçekten hoş bir durum yaratıyor olmalı. Bileydik tarihini, gezimizi buna göre ayarlardık, 1 haftayla kaçırıyoruz. Bugün de bir gölge var ama profilde değişiklik olmuş.
Damal 2050 m’lerdeydi. Şimdi tırmanmaya başlıyoruz. Ilgar Geçidi’ni (2540) aşmak durumundayız. 10 değil 13 km’ymiş meğer bu tırmanış. Garip bir sinek türü rampada musallat oluyor. Bildiğimiz sinekten daha uzun ve daha arsız. Biz terledikçe herhalde onun iştahını iyice kabartıyoruz ki, konduğu yeri ısırarak bizi rahatsız ediyor. Üfleyerek, kafayı sallayarak kurtulmak pek de kolay değil, git ulan başımdan.
Yanımızdan geçen bir motosiklet üzerindeki iki kişinin cakası, az ileride motorun stop etmesiyle beş para oluyor. Biz yanlarından pedallayıp gidiyoruz, onlar ise halen çalıştırmakla uğraşıyorlar, motor boğuluyor (az sonra beceremeyip tersine yokuş aşağı saldıklarını görüyorum).
Gerimizde gök gürültüleri duyuluyor. Acaba bize tesir eder mi bu kara bulutlar diye düşünerek bitmeyen bir tırmanışı sürdürüyoruz. Çık babam çık, düşünceler tükeniyor artık. Hadi neredesin Ilgar? Gök gürültüsü yakınlaşıyor ve artıyor. Tepemiz grileşiyor. Az sonra da bulutlar üzerimizde, yavaş yavaş damlalar da inmeye başlıyor. Sanki hafif yağacakmış diye beklerken, şiddetlenen yağmur karşısında tedbir almaya çalışıyor, çantalara çöp torbası geçiriyoruz. Çıldır’da diktirdiğimiz lastiklerle de uçmalarına, kaymalarına engel oluyoruz. Yağmur ve rüzgar bir hayli artmış vaziyette. Benim yağmurluk giyerken yırtılıyor. Bir müddet yağmur altında tırmanmayı sürdürüp, çaresizlikten soldaki Karayolları binasına sığınıyoruz. Durumumuz hiç de iç açıcı değil. Soğuk ve ıslaklık rahatsız edici. Bekçi Ayhan Bey bizi çaya davet ediyor. Bundan daha iyi ne olabilir ki? İçeride elektrikli soba yanıyor. Karşısına kuruluyoruz-karşısında kuruyoruz :). Burası olmasaydı, ne yapardık bu durumda? Hoşsohbet bir kişi, bir hafta boyunca burada kalıyor görevli olarak, sonra bir hafta Ardahan’da serbest zamanında ot ve ekin biçiyor. Menüsküs ameliyatı geçirmiş. Onun üzerine konuşuyoruz, yıllar önce ben de olmuştum. Çaylar içiliyor, fotoğraflar çekiliyor. Bekçi bizi davet ediyor, gerekirse gece kalabileceğimizi söylüyor. Arkadaki odaları geziyoruz, pek ala olabilir. Yanımızdaki Maximus’tan birini tatlı yiyelim tatlı konuşmaya devam edelim diyerek ikram ediyoruz. Yağmur dindiğinden ayrılma vakti de geliyor. Burası Ilgar Dağı’nın geçidi, 2540 m olarak açıklanmış, ama etrafa bunun gösteren bir tabela dikilmemiş (sonra ortaya çıkıyor ki, yol genişletmesi sırasında sökülüp takılmamış). Garip bir durum. Bundan sonrası 26 km yokuş aşağı, 2540 metreden 1375 metreye ineceğiz. Hava hala kapalı ve soğuk. Bırakıyoruz kendimizi yer çekimine. Mermi gibi iniyoruz. Bisikletin üzerine kapanıyoruz, hava buz, rüzgardan korunmak için yumurta şekline girip minnacık olduk. Bu durumda Soğuk Pınar su kaynağında da durmuyor, devam ediyoruz. Yoldaki delik ve yamaları ustalıkla sıyırarak kıvrıla kıvrıla uçuyoruz aşağıya. Naylon torbalardan haşır huşur ses çıkıyor. Etraf tarifi mümkün olmayacak kadar bir güzellikte, yemyeşil, bazı tepeler sisin altına saklanmış. Arada bir durup, bir kaç resim alıp devam ediyoruz.
Hava hafiften ısınmakta. Tepede 18,5 derece gözüken ısı yükseliyor. Sağımızda solumuzda ağaçlar çoğaldığı gibi yamaçlardaki yerleşimler de daha belirgin artık. Bazen bölümlerde yol bayağı bozuk. İçi su dolu ciddi delikler çıkıyor karşımıza. Hızla inerken dikkatli olunmalı.
Bu şekilde inişimiz son buluyor, 1200 m kadar alçaldık. Sanmıştık ki Posof burada çıkacak karşımıza. Ama ne gezer, askeriyeyi geçtikten sonra tırmanmamız gerekiyor, haydaaa! Bir benzin istasyonu sonrasında sol Posof, sağ Türkgözü yazıyor. Neredesin Posof düşünceleri içinde devam ediyoruz. %11-13 gibi ciddi bir tırmanış var. Yol da üstelik parke. Oldu mu şimdi?
Sonunda 1583 m'deki Posof'a geldik.
Yağmur tekrar başlıyor. Öğretmenevini soruyoruz, az geride kalmış. Firuzan bisikletlerin yanında, ben girip oda soruyorum. Yer olmadığını öğrenmek bizi hayal kırıklığına uğratıyor. Keşke telefonla bilgi alsaydık! Üç otel kapatılmış, bu nedenle herkes buraya yerleşmiş. Peki nedcez şimdi?!
Karnımız aç, önce bir şeyler yiyelim de yatak işini sonra çözeriz diyerek, Hacı Baba’nın balkonuna yerleşip, 2 yayla çorbası, 2 yoğurt, 2 pilav, ortaya da bir çoban salatası ısmarlıyoruz. Afiyetle doyup 20 TL ödüyoruz (çorba 3, yoğurt 2, pilav 3, salata 4). Yemekten sonra iki çay tam istediğimiz şeydi. Yemek sırasında, birkaç gün önce iki İspanyol ve iki Amerikalı bisikletçinin de buradan geçtiğini öğreniyoruz. Gürcistan’a gidiyorlardı herhalde.
Buraya ait üst kattaki otelin tek boş kalan odasına iki kişi için 40 TL istemeleri karşısında “oha” oluyoruz. İçinde tuvaleti bile olmayan odaya bu kadar para?!!! Kör tuttuğunu öpermiş!
İlginçtir, Posof’a girdik, hiç bir yerde Posof’un nüfusunu belirten tabelaya da rastlamadık. Garibimize gitti.
Gecelemek için tek seçeneğimiz Posof girişindeki Özcanlar Oteli. Buraya geri dönüp boş oda soruyoruz. Resepsiyonist Serhat Bey şöyle bize bakıyor ve pek tavsiye etmiyor oteli! “Rahat edemezsiniz” diyor. Nedir durumlar: odalarda tuvalet yok ve iki kişi 30 TL.
Yağmurdan, Posof’tan biraz bezmiş olmamızdan dolayı çarşafları temiz ise, ne olursa olsun artık burada kalalım diye “Göster bize şu odanı lütfen” diyoruz. Birinci kata çıkıyor, bir oda görüyoruz. Gelin, ikinci katta daha rahat edersiniz diye bir üste çıkıyoruz. 205 no’lu odada karar kılıyoruz. Bisikletleri bina içine alıp, çantaları söküp, odaya yerleşiyoruz.
Yağmurdan, Posof’tan biraz bezmiş olmamızdan dolayı çarşafları temiz ise, ne olursa olsun artık burada kalalım diye “Göster bize şu odanı lütfen” diyoruz. Birinci kata çıkıyor, bir oda görüyoruz. Gelin, ikinci katta daha rahat edersiniz diye bir üste çıkıyoruz. 205 no’lu odada karar kılıyoruz. Bisikletleri bina içine alıp, çantaları söküp, odaya yerleşiyoruz.
Neyse Maria Hanım gelip temiz çarşaflarımızı seriyor, havlularımızı veriyor. Birinci kattaki banyoya inip üzerimizden yağmurun ve yolun tozunu yıkamak için sıramızı bekliyoruz. II. Maria Hanım havlulara sarılmış çıkıyor buharlar içinden. Bir hamam burası. Biz de sırasıyla işimizi görüp odamıza dönüyor ve birer kahve eşliğinde çektiğimiz fotoğraflara bakıyoruz. “Yanımızdaki Maximus’u da yiyelim!”. Günün özetini bilgisayara aktarıyor ve yatakların üzerine serili tulumlara uzanıyoruz.
Posof bizi hayal kırıklığına uğrattı. Yarın kaymakam ve belediye başkanı ile görüştükten sonra, öngördüğümüz programa uymayıp, buradan ayrılacağız. Bu kadar güzel coğrafyası olan bir bölgenin, bu şekilde garip bırakılmış olması üzüntü verici.
Posof, aslında bugün Posof Çayı dediğimiz suyun adıdır. Posof Çayı’nın ilçe topraklarının batı yaylarından çıkıp doğuya doğru akarken oluşturduğu vadinin adı da Poshov/ Poshof’tur. Dolayısıyla Posof, bir yerleşim biriminin değil, bir bölgenin adıdır. Bu bölge yukarı Kür boyları ile anılan Kars’ın Çıldır, Ardahan ve Hanak, Artvin’in merkez dâhil Ardanuç, Şavşat ve Borçka ilçelerini içine alan bölgedir.
Çıldır-Posof
Uzaklık : 94 km
Süre: 6 h 32'
Ortalama hız: 14,4 km/h
Rakım: 1370 – 2540 m
Hava sıcaklığı: 13 – 34 °C
Garmin yol bilgileri için: Çıldır-Posof
26 Temmuz 2010, Pazartesi / Posof - Ardahan
Gece otelimiz epey hareketlendi, trafik yoğundu. Odaların kapıları sıkça açıldı, kapandı. Konuşmalar, gülüşmeler, park eden araçlar falan, otelin iyi iş yaptığı anlaşılıyor. Saat iki buçuktu, terastaki ışık söndü. Sonra uzaklardan birkaç el silah sesi duyduk. Eğlence oralara mı taşınmıştı? Yani gazetelere çıkmadığımıza şaşıyoruz, bizi farklı bir başlık altında görebilirdiniz: “Gece başlatılan eş zamanlı operasyonla gözaltına alınan hayat kadınları ve iki bis...”
Sabah beşte uyanıp altıda kalktık. Giyindikten sonra ilk iş olarak kahvaltı etmek üzere kendimize uygun bir çayevi aradık. Kahvaltılık şeyler aldık: Domates (1,5 TL), salatalık (1,5), biber (2-), elma (3-) ve bir de kepek ekmeği (bütün ekmekler 1 TL imiş). Ana caddenin sonundaki çaycıda boş sandalye bulup oturduk. Yerimiz öyle böyle çöp kutusunun yanındaydı ama umursamadık (başka da yer yoktu zaten). Vatandaş bize masasını verdi. Altı çay içtik, 40 krş.’tan. Güzel bir kahvaltı ettik. Sonra kaymakamlığa uğradık. Kaymakam yerinde değildi, köyleri ziyaret ediyormuş. Onun da tayini çıkmış, son günleriydi. Ardından belediyeye gittik. Başkan Şükrü Bey’le görüştük. Projemizi çok beğendi elinden gelen yardımı yapmaya hazır olduğunu söyledi. Posof’taki şartlar ve imkansızlıklardan söz etti. Avrupa Birliği’ne proje sunmuşlar, ama kabul görmemiş. Bunlardan birisi bungalov projesi. Konaklamanın yetersizliğinden bahsettik. Kapalı iki otelin durumundan söz etti. Önümüzdeki yıllarda kalabalık bir grupla gelirsek çadır-kamp şeklinde konaklamaya çözüm getirebileceğini söyledi. Kendisine ilgisinden dolayı teşekkür ederek ayrıldık.
Buradaki temaslarımızı tamamlamıştık ve artık dönmek istiyorduk. Önümüzde o kocaman yokuş vardı, 26 km. Burayı bir günde zor çıkardık. En iyisi mi bizi çıkaracak bir araç bulalım diye arandık. Şen Piliç’in kamyonu “1 saat sonra yola çıkacağım, alırım” dedi. Aman, bu ne güzel fırsattı. Aradaki zamanda kaymakama tekrar uğradıysak da gene yakalayamadık kendisini. Şansımıza küstük, ne edelim. Yazı işleri müdürüne anlattık yapmak istediklerimizi ve otele hazırlanmak için döndük. Eşyalar toplandı. 20 TL geceleme ödendi (pazarlık etmiştim). Otel önünde beklemeye koyulduk. 2 saat geçti halen yoktu. Karşıdaki lastikçiye gireni çıkanı inceleyerek oyalandık.
Nihayet Şen Piliç geldi. Soğutmalı kasaya bizim bisikletler ve çantalar yerleştirildi. Ön tarafa, Ayhan Bey ve arkadaşının yanına yerleştik. Her ikisi de Karslı. Ayhan Bey, İstanbul Kurtuluş’ta bulunmuş bir süre. 26 km’lik rampayı sohbet içinde çıktık. Bu sırada karşı yönden iki bisikletlinin indiğini gördük. Uzun yoldan geliyor oldukları anlaşılıyordu. Ön ve arka çantaları oldukça yüklüydü. Bayağı da kalın giyinmişlerdi. Bugünkü hava düne nazaran sıcaktı. Ilgar Geçidi’ndeki karayolları binasında indik. Bekçi Ayhan Bey bizi görünce yanımıza geldi. “Çabuk döndünüz, çay hazır, içeri gelmez misiniz?” Epey vakit kaybettiğimizden teşekkür edip, bisikletleri yokuş aşağı saldık. Dün çıktığımız bu yolu iniyorduk şimdi. Tabii çok daha rahat bir durum. Ne yapışan sinek var, ne öf püf...
Bugün Ardahan’a ulaşmak istiyoruz ama emin de değiliz. Günün yarısını geçtik, kaybettik aslında. Böyle gün ortasından başlanıldığında nedense tempo düşüyor bende.
Birden yağmur başladı. Çantaları naylonlayıp devam. Fazla atıştırmadı neyse. Ama biz gene tedbiri elden bırakmayarak naylonları / kılıfları sökmedik. Dere kenarından Damal’a kadar pedallayıp, Gül Et Lokantası’nda tekrar sofrada yerimizi alıp, 2 pilav birer çoban salatası yedik. Para almak istemediler gene ama biz 5 TL verdik (dünkünün aynısı). Yemekten sonra çaylar bisküvi eşliğinde yudumlandı. Yağmur yağar mı? Soruyoruz yerlisine, yağmaz diyorlar. Bunun üzerine yola çıkıyoruz. Biraz tedirginiz ama yine de. Sırasıyla geldiğimiz yerlerden geri dönüyoruz. Hanak, Çayağzı, Altaş... Yolda karşıdan karşıya geçen sürüler, direkler üzerine tünemiş, sürekli gördüğümüz şahinler, uzaktaki kale kalıntısı (Gırnav Kalesi), karşı yönden gelen yabancı plakalı araçlar. Yol kenarındaki köylüler, selamlaşmalar. Bu şekilde indik, çıktık. Ta ki Çıldır ayrımına gelene kadar. 2 gün önce buradan bağlanmıştık yola. Bu sefer sağa, Ardahan yönüne saptık.
Bugüne kadar trafikte tek bir sorun yaşanmadı. Araçlar hep dikkatli ve mesafeli geçtiler. Ne var ki yolda eşek şakası yapmak isteyen traktör sürücüsünün son derece yakınımızdan geçmesi sinirimizi bozdu. Arkasından okkalı bir küfür salladım ama işitmedi, devam etti. Yoksa kapışacaktık.
Coğrafya çok güzel burada da. Yolun durumunda bir sorun yok. Yanda pek bir güvenlik şeridi olmasa da, trafik çok yoğun değil ve dediğim gibi mesafeli geçiyorlar. Bir üç yol ağzına geldik. Sol Kars’a gidiyordu, Susuz üzerinden. Sağ Ardahan ve Artvin yönüne. Etraf duble yol çalışmasından dolayı toz toprak. Zaten, “Kars-Ardahan yolunda çalışma var, sakın girmeyin, yolu uzatın, Göle üzerinden dönün” demişlerdi. Ne kadar haklı olduklarını birazdan görecektik.
Şansımıza, sağdan esen rüzgar tozu üzerimize atmıyordu da rahat nefes alabiliyorduk. Mıcırlı bu yolda 1,5 km kadar ilerlemeye çalıştık. Bir sivri zekalı, bizi sağımızdan geçip ortalığı perişan etti. Neye uğradığımızın şaşkınlığıyla toz duman içinde kayboluverdik. Firuzan neredesin?
Nihayet asfalt başladı. Şimdi biraz enerji gerek; pestil ve keçiboynuzu yiyoruz. Yol üzerinde orman idaresine ait güzel dinlenme yerleri var. Solumuz oldukça zengin çam ormanlarıyla dolu.
Ardahan levhası görülüyor, 1829 m rakımdayız. Şehir merkezine girişte polis kontrol noktası. Trafik polisleriyle selamlaşıp, yanlarından sağa sapıyoruz. Uzunca bir yoldan giriliyor merkeze.
Aaaa, Ardahan sular altında... Bir sanayi sitesi sanki ada olmuş da yüzüyor. Araçların tekerleri suya gömülü, bazı caddeler trafiğe kapalı. Ters yönden gelen araç çok. “Ne oldu buraya, borular mı patladı?” Yoldaki trafik polisi: “Alt yapı eksikliği”. Meğer, öyle şiddetli bir yağmur yağmış ki, her şey altüst olmuş. Sular akacak kanal bulamamış.
Şehir içinde trafik ışıkları var ama bozuk. Yolların bazılarının taşları sökülmüş, geçmeyi güçleştirmekte. Öğretmenevi nerededir? Merkezde PTT’nin arkasındaymış. Bisikletleri park ederken, Çıldır Kaymakamı’na da rastlıyoruz tekrar. İki satır sohbetten sonra öğretmenevine giriyoruz. Giriş ve resepsiyon tam bir yıldızlı otel havasında. Ama başka birinin yanında yatabilme imkanına da 25’er TL vermek istemiyoruz. Mesele aynı mesele. Başka otellere bakarız biz de...
Öğretmenevinden tavsiye edilen otellerin birincisi Otel Başak; kişi başı 20- TL (O.K.), daha fazla inmiyorlar. İkincisi Otel Balcı, 20- TL (O.K.) Ancak birincisi daha temiz gibi. Bir pazarlık daha yapıyor, ama sonuç alamıyoruz. Bisikletler otelin altındaki İpragaz bayiine (aynı kişiye ait), biz ise kimlikleri bıraktıktan sonra odaya. Resepsiyonist biraz sonra karşımızda: Soyadları tutmuyor! Evli, evsiz muhabbeti burada halen sürmekte. Adamın anlayacağı dilden bir açıklamayla meseleyi izah ediyorum. Kafası almasa da ikna olmuş gibi görünüyor. Neyse sonunda kendimizi duşa atıp, yolun tozunu toprağını üzerimizden yıkıyoruz. Uzun zamandır TV’ye bakmamıştık. Bir yığın olay olmuş. İnegöl kudurmuş. Millet birbirine girmiş, sanki iç savaş var ülkede. Hatay aynı şekilde. Bu ne kin, bu ne öfke böyle?
İki her daim aç bisikletçi için akşam yemeği vakti! Çok uzağa gitmeden karşı kaldırımdaki Bingöl Lokantası’ndayız. Izgara bol ama yemek kalmamış. Biz de özüne gidiyoruz: Özbingöl Lokantası (büyük rekabet). Orada da durum aynı. Öz'ünü bırakıp Bingöl’e geri döndük. Önce birer az ezogelin, ardından menemenle iştahımızı yatıştırıyor, bir künefeyi paylaşıyor ve çayla da güzel bir cila çekiyoruz üstüne. Lokanta sahibi Erhan Bey’in güler yüzü ve samimiyetine laf yok. Az çok İstanbul’u biliyor. Gırgıra dayalı bir sohbet sürdürüyoruz. Lokantaya gelen herkes ya amirim, ya müdürüm, ya da komutanım durumları. Ardahan’ın resmi dairesi gibi. Sonra öğreniyoruz ki, 1977’den beri hizmet veren burası bir hayli tutuluyormuş Ardahanlılar tarafından. Yol yorgunluğu hafiften kendini belli etmeye başlayınca, ödeme yapıp (15- TL: çorba 1,5, künefe 4-, menemen 4-) ayrılıyoruz.
Çamaşır günü. Firuzan el çabukluğuyla hallediveriyor. Leğen ve deterjan şirketten. Balkona ip gerip, yıkadıklarımızı mandallıyoruz. Biraz bilgisayar, biraz TV, ardından rüya alemine dalıyoruz.
Posof-Ardahan
Uzaklık: 57,4 km
Süre: 3 h 16'
Ortalama hız: 17,6 km/h
Rakım: 1725 – 2540 m
Hava sıcaklığı: 21 – 29 °C
Kaynakça: