Imatra, kilometreleri avroya çeviren bir bisiklet uygulamasıdır. Sürüşlerinizi uygulamaya kaydedin ve her 25 km için 1 Imatra jetonu (sanal para) kazanın. Daha sonra bu sanal parayı yaklaşık yüzlerce pahalı ve lüks bisiklet markasının gerçek ürünleri için harcayabilirsiniz. Mevcut markaların çoğu size %10-20 oranında önemli indirimler sunar ve üstünü gerçek parayla ödersiniz. Yaklaşık 4500 km sürdükten sonra ücretsiz olan Alba Optics özel üretim Delta Ultra güneş gözlüğü gibi, tamamen sürüşle kazandığınız sanal parayla ödenen ekipmanlar da vardır...
Ücretsiz indirilebilen ve iOS / Android için kullanılabilen uygulama, bisikletçilerin hemen para kazanmaya başlayabilmesi için sadece birkaç adımdan oluşmakta:
1- Giriş yapın.
2- Sürüşe başlamadan önce 'Başlat'ı tıklayarak uygulamayı çalıştırın.
3- Sürüşün sonunda, rotayı doğrulamak ve etkinliği sonlandırmak için ‘Dur'u tıklayın.
Sürüşünüz hemen kaydedilecek ve uygulama Imatra jetonlarına dönüştürülecek olan kilometreleri -mesafe ve eğime göre- bir algoritma kullanarak hesaplayacaktır.
Sürülen her 25 hesaplanmış kilometre için kullanıcı imatra.com'da listelenen ürün türüne bağlı olarak 0,5 ila 4,00 avro arasında değere sahip 1 Imatra jetonuna hak kazanır.
Hafta başında kontrol ettiğimde pazar için yağış gösteriyordu, o nedenle günü bir aile buluşmasına ayırmıştım. Ancak iptal olup hava da düzelince ben de Anneler Günü’nde uzundur pedallamadığım Anadolufeneri’ni programa aldım. Geçenlerde gidecektim, kuvvetli rüzgar nedeniyle vazgeçmiştim (*).
(*) Bu gibi kelimelere bayılıyorum; Farsça vāz + Türkçe geçmek. Bir de Arapçayla Farsçayı birleştirdiğimiz kelimeler var; namüsait gibi. Arapçadan geçen müsait kelimesinin Farsça olumsuzluk ekiyle türetilmesi sonucu oluşmuş.
Osmanlıca, Arapça, Farsça ve Türkçe kelimeleri kapsayan karma bir dil. Halk daha çok Türkçe konuşurmuş ancak sanat, bilim, dini metinlerde Arapça ve Farsça ön planda. Zaman içinde diğer devletlerle başlayan/süren ekonomik, siyasal ve kültürel ilişkiler genişledikçe, Fransızca gibi dillerden gelen kelimeler bolca, bugünse İngilizceden. Bir de internet dili çıktı değil mi, özellikle sosyal medyada kullanılan.
Sabah hazırlanıp 9’a 5 kala gene yola koyuldum. Bir türlü nasıl giyinmek gerektiğine karar veremiyorum. O nedenle gene fosforlu montu çantaya yedek aldım, hani soğuk olursa diye. Üzerimde winstopper yelek ve uzun tayt ileyim. Hava 14,6 derece. Bulutlu bir gün, güneş de var, arada çıkıyor.
Bu rota toplu taşımaya binmeden sürdürdüğüm bir yol. Evden çıkıp Küçük Çamlıca tarafından Nakkaştepe’ye, oradan Beylerbeyi üzerinden Beykoz ve devamında Akbaba-Dereseki şeklinde, 19 km/s ortalamayla geldim. Beykoz’da biraz aralara girdim. Hep dümdüz, belediye önünden giderdik. Iç taraflar da çok güzel. Hatta halen kalmış minik evler, önlerindeki bahçeleri falan, muhteşem bir Çınar ağacı…
Bizim de 1955’den bu yana Mayıs’ın 2’nci pazarında büyük bir sevinçle kutlandığımız Anneler Günü’nün bugünkü anlamda ortaya çıkışı 20. yüzyılın başlarına, ABD’ye uzanmakta. Anna Jarvis adında bir kadının 1908 yılında annesinin ölümünden sonra başlattığı çaba 1914’de sonuç vererek ABD’de resmi kabul görür ve her yıl mayıs ayının ikinci pazar günü Anneler Günü (**) olarak anılmaya başlanır.
(**) Bu günü farklı ülkelerdeki insanlar yılın farklı günlerinde kutlarlar.
Ancak tarihsel olarak bakılırsa, anneler günü geleneği, Antik Yunanların Yunan mitolojisindeki pek çok tanrı ve tanrıçanın annesi olan Rhea (***) onuruna verdikleri yıllık ilkbahar festivali kutlamalarıyla başlandığı görülür. Antik Romalılar da ilkbahar festivallerini İsa'nın doğumundan 250 yıl öncesinden ana tanrıça Kibele onuruna kutluyorlardı.
(***) Rhea, Gaia ve Uranos'un kızıdır. Tanrıların anası ve Dağlık bölgelerin tanrıçası olarak bilinir. Önceleri çoğunlukla Gaia ve Kybele ile eş tutulurken sonradan, Olimpos Dağı'nda yaşamamasına rağmen, Olimpian tanrı ve tanrıçalarının anası sayılmıştır.
Kibele veya Kybele (Magna Mater: Tanrıların anası), Anadolu kökenli bir ana tanrıçadır. Ana tanrıça inancı, birçok kültürde farklı isimlerle yer alır. Yunan anakarasında Rhea, özellikle Roma dönemi Mısır kültüründe İsis ve Yunan adaşı gibi bekaretle değil, doğurganlık ve bereketle ilişkilendirilen Efes Artemis'i (İyon Kibelesi), belli başlı ana tanrıça figürleridir.
Akbaba sonrası Dereseki mezarlığı yanından A.Feneri olarak başladım tırmanmaya. Zank diye bir yokuş, sağlam yani, %15’i gösterdi. Arkadan ve karşıdan gelen olunca Z de çizemiyorsun. Uzunca bir yokuş, ha gayret. Ve neticede 230 m rakıma çıkartıyor bu rampa. 23 km geride kalmış, saate bakıyorum da, 11 olmuş bu arada. Yani 2 saatte varmışım. Haliyle ortalamamı düşürdü bu tırmanış, 17,6 km/s. Ama hava az da olsa ısındı, 17 °C. Bundan sonrası keyiftir. A.Feneri’ne kadar pedal çevirmene gerek kalmaz, 3L (*4) gidersin.
(*4) Laylaylom kelimesi, Türkçede genellikle neşeli, kaygısız bir ruh halini ifade eden bir deyim olarak kullanılır. Kökenine dair kesin bir bilgi olmamakla birlikte, halk arasında eğlence ve rahatlıkla ilişkilendirilen bir söylem olduğu düşünülüyor. Ayrıca, Metin Işık'ın seslendirdiği "Lay Lay Lom" adlı şarkı da bu kelimenin popülerleşmesine katkıda bulunmuş olabilir.
Ben böyle 3L inerken peş peşe, 2’li 3’lü gruplar halinde küçük bir motor grubu geçmekte. Ne de gürültülü bir araçtır motosiklet. Hele de motor hacimleri küçükse, bir de adam gaza abanmışsa… O cırtlak sesi ortalığı parçalar!
Hava açtıkça, güneş çıktıkça, ortam yeşerdikçe neşem de artıyor… Ve bu güzelliğin içinde 3’üncünün kuleleri beliriyor. Bu köprü diğer 2’si gibi sıradan değil. Fransız mühendisin (*5) önemli bir eseri. Boğazın maviliği içinde bembeyaz duruşu, taşıyıcı kabloları bir arpın tellerini andırır.
(*5) Jean-Francois Klein ve Michel Virlogeux tarafından tasarlandı.
Poyraz Orman Yangın Harekat Merkezinin kapısını ilk olarak açık görüyorum. Girişinde de park edili araçlar merakımı uyandırıyor ve dalıyorum içeri. İki gruba ayrılmış 25-30 kadar müdahale ekibi, kıyafetleri içinde eğitim almaktalar. Başlarındaki eğitmen: “Bu yangın bina yangınına benzemez. Bu kule kadar alev gördüm ben. Özellikle kozalaklı ormanlarda alev sıcaklığı bin iki yüz dereceye kadar ulaşabilir. Bu ısı metali bile bükebilecek kadar güçlüdür…” Yani başınızı denk alın demekte.
HBT dergisinde okuduğum, videoda da izlediğim; dünyanın en şaşırtıcı şekil değiştiricisi, Taklitçi Ahtapot, 1998’de Endonezya’nın Sulawesi kıyılarında keşfedilmiş. Bu ahtapot aslan balığı, deniz yılanı, pisibalığı, vatoz, deniz anası, deniz şakayığı ve paygamberdevesi karidesi gibi hayvanları taklit edebilmekte. Bunu kollarını ve gövdesini biçimlendirip rengini değiştirerek yapmakta. Tehdit değerlendirmesine göre hangi formu alacağını seçip, düşmandan kaçınmak için ona büyük tehdit oluşturan deniz canlısı olarak görünür. 1998’e kadar saklanabildiğine göre oldukça başarılı olduğunu söyleyebiliriz : ))
Anadolufeneri Köyü; geçmişi 1658 yılına kadar gider. Kuruluş sebebinin, köyde bulunan deniz fenerini yakmak için gelip gitmek zorunda kalan fenercilerin yavaş yavaş fener etrafına yerleşmeye başlamasıyla olduğu düşünülse de, aslında deniz fenerinin yapıldığı tarih net olarak bilinmemekte. Yapılan araştırmalarda 1755 yılında bölgede ahşap bir deniz feneri bulunduğu ve 1834'te günümüzdeki haline dönüştürüldüğü kabul edilir. 1856 yılında kule kısmının da inşa edilmesiyle birlikte Fransızlar tarafından işletilmeye başlanmış, 1933 yılına gelindiğinde Türkiye'nin Fransızlara 500.000 TL vererek imtiyazları iptal etmiş olduğunu okuyorum. Bir kaç anı fotosu ile yakındaki caminin balkonundan YSS köprüsünü resimliyor, kalabalık bir yürüyüş grubunun arasında geçip ayrılıyorum, tepeye yanına çıkmadan.
Fenerin çevresi ne yazık ki park eden araçlar tarafından işgal vaziyetinde. Buna nasıl izin veriyorlar anlaşılır gibi değil! Bir de fener ve gardiyan binası ulusal miras olarak koruma altındaymış. Bu mudur koruma anlayışı? Beykoz Belediyesi ve Kıyı Emniyeti Genel Müdürlüğü’ne sormalı, bakalım ne cevap verecekler?
Köy kahvesinde içilen bir çayla (10-) biraz nefeslenip tekrar yola koyuluyorum (11.52). Ama öncesinde kısaca sokak aralarına bir göz atarak. Bugüne kadar nedense hiç girmemiştim. Deniz manzaralı eski evler, önlerinde bazılarının 4x4 araçlar. Hani traktör tekeri taktıkları modellerden : )) Bizde de, adamın evi dökülür ama arabası son modeldir. Gösteriş merakı olsa!
Bundan sonrası da çok neşeli bir yoldur. Yazın dolu olan ama bu mevsimde kimseciklerin olmadığı Kabakoz kumsalı önünden inerek, askeriyenin kapısı kenarından geçip Kaynarca’ya doğru. İşte yol üstünde düğün mekanları, lokantalar, bahçeler, otlayan inekler, koyunlar… geçilir. (…) Ve Kaynarca’da ikiye ayrılan yol; sağdan gidilirse Dereseki-Akbaba’ya geri dönülür, soldan ise Riva-M.Ş.Paşa’ya.
Sola sapıyorum. Bu rotanın 2’nci rampasını burada yaşarsınız. Hemen gelmez. Başta mülayimdir, varlığını gizler sanki. Haberliyseniz beklersiniz. Nerede bu rampa diye merak içinde dönemeçleri döner ve tam unutmuşken birden gözükür. Kısadır, 1 km.lik bölümü sağlamdır. %17’yi gösterir. Sonrası ise keyiftir. Çıktığınızı inersiniz, frenleyerek. Çünkü karşıdan gelen de vardır, temkinli olmak gerek.
Tepeye vardığımda saatim 12.23’i gösteriyordu. 51,14 km geride kalmış. Isı 19 °C, 21,4’e kadar yükselmişti bir ara. Oratalamam 17 km/s ile sürmekte. Buralarda Hocaoğlu mahallesi levhasını hep görürüm. Hiç girmedim. Başındaki yokuş hep geri itmiştir. Aslında buraya da bir girip keşfetmek lazım. Tek olunca böyle işler daha kolay yapılıyor. Kimseyi eziyete sokmadan : ))
Riva-M.Ş.Paşa yol ayırımındayım. Sağdan devam edeceğim. Artık temiz asfalt bir yoldayım. Güvenlik şeridi geniş. Bazı araçlar nedense bu yolda hız yapmayı çok severler. Motorcular da. Sağa döndüğüm kavşakta az gerideki 2 yol bisikletçisi dikkatimi çekti. Öylesine bekliyordular. Uzun zaman da hareket etmediler. Zerzevatçı olarak saptığımda, Cem Botanik yakınlarında yetiştiler. Haliyle yan yana geçerken selam veriliyor. Merhabalaşıyor, biraz laflıyoruz. Turlardan, bisikletlerden konuşuyoruz. Hoş sohbet bir arkadaş. “Gelin şuradaki kahvede bir çay molası verelim.” Olur deniliyor ve köy kahvesine yerleşip sohbete devam ediyor, bisiklet dostluğu kolay kuruluyor. Onlar, Osman ve Necdet beyler Göksu Konaklarında oturmaktalar. Riva’dan dönüyorlar. Yaşananlar paylaşılıyor, maceralar anlatılıyor, eh bende de anlatılacak çok şey olunca neredeyse yarım saatimiz geçiyor. Kalkmaya yakın, ne işle meşgulsünüz soruma Osman Bey üretim-pazarlama diyor, Fatoş Oyuncakları. “Aaaa, benim çok yakın bir arkadaşım size cadılar falan yapmıştı” lafıma direkt Manolya demesin? Nasıl bir tesadüftür bu? Hem Manolya’yı çok severim, hem de o zamanlar bu konuları çokça dinlemiştim kendisinden. Dünya küçük derler ya… Bunun üzerine telefonlar alınıyor, hatıra fotosu çekiliyor ve belki tekrar rastlaşmak diyerek veda ediyoruz (13.30).
Acar’lar önüne tırmanıp, Acar’lar boyunca ilerleyip, 2 hafta önce geçtiğim (bkz. bisikletle Elmalı-Görele), Çavuşbaşı-Hekimbaşı-Ümraniye olarak, gene Ümraniye’nin keşmekeş trafiği, uykuda yürüyenleri arasından Tepebaşı’na gelip, bu sefer önceki gelişimde öğrendiğim yeni yolu kullanarak Ihlamurkuyu metro sonrası İmam Hatip metro istasyonuna varıyorum. Süper oldu bu durum, aradan 2 tırmanışı çıkartmış bulundum. Bundan sonrası hep sürdüğüm bir yoldur. Bu sefer, Suriyelilerin lokantasında bir mola verip, falafel dürüm-humus-ayran ile midemi şenlendiriyorum. Uzundur uğramamıştım, ancak Fatih’tekiler daha lezzetli yapıyorlar(mış).
Müziksiz veda edemem. Michael Bublé, kadife sesi ve büyüleyici sahne hâkimiyeti ile tanınan, birçok Grammy Ödülü kazanmış Kanadalı şarkıcıdan Bond film müziklerini çağrıştıran; Feeling Good.