12 Ağustos 2009

Ge-Ze-Ge-Ze-Geb-Ze

Bu geziyi haftalar öncesinde düşünmüştük ama sırası bu Pazar'mış. Geçtiğimiz senelerde buraya gelmiştim. Hatta ilk köy yollarında dolaşmalı gezi olması sebebiyle çok sevmiştim. Arkadaşlarıma önerdiğimde kabul görünce, Pazar günü (19.07.09) gene ilk gemiyle (saat 7:45) Beşiktaş’tan Sarkis, Fahri ve Banu’yla geçmek üzere randevulaştık. Daha erken geçmek istediğinizde Karaköy’e gitmek gerekiyor ki lüzumu yok. Biraz daha uykuya izin var :)

Sabah 1 saat önce kalkmak yetiyordu hazırlanmak için. Güneşe karşı vücuda sürülen yağlar, açıkdığınızda yemeniz için hazırlanan sandviçler, mataralara taze su falan hepsini yapıp her zamankinden 5 dk daha geç çıkarak atladık velespitlerimize Firuzan’la ve Topağacı yokuşundan Ihlamur Kasrı’nın kenarından Akaretler’e, oradan da iskeleye bastık. 8 dakika, 10 değil. Sabahın serinliği ve boşluğunda çok kolay uçuyorsun. Beşiktaş’taki trafiği geçme işi olmasa 5 dk çok bile. 2 teker yağ gibi kayıyor insanın altında.

Bu günün ayrı bir keyfi olacaktı. Çünkü bir gün önce aldığı yeni bisikletini ilk defa deneyecekti Firuzan uzun yolda. 28” lik bir turing bisikleti artık onu gezdirecekti. Yavaş yavaş uzun yol eksiklikleri de tamamlanınca hafiften dolaşmaya çıkacağız. Bakalım ilk rotamız neresi olacak, merak ve heyecanla bekliyoruz ikimiz de. Aklımızda yerler var tabii de, bakalım hangisi?

İskeleye vardığımızda Fahri’yi beklerken bulduk. Gelmişti bile. Hemen selamlaşma faslını tamamlarken bir de gördük ki Sarkis daha önce gelmiş, girmiş bile iskeleye-içeride bekliyor. Tamam da, daha Banu gelecekti. Şimdi girmek olmazdı, bekleyelim, belki görmeyince şaşırır dedik. Fakat gemi kalkacak, Banu halen ortalıkta yoktu. Çaresiz içeriye girdik ve tam kapılar kapanırken çıkageldi Banu ve son anda atladı gemiye. Ohh be, içimiz rahatladı. Bu arada fark edildi ki Fahri’nın arka lastik patlak. Gelirken camların üzerinden geçtim dedi, onlar patlatmış olmalı. Artık karşıda yaparız diye iterek soktuk gemiye.

Bu sabahki yeni gemilerdendi. Hemen yerleştirdik bisikletleri. Fahri de patlak tamirine koyuldu. Karşıya geçene kadar yapayım istedi. Nitekim de öyle oldu. Bizse (firuylamusti) üst kata çay içmeye ve beraberimizdeki simidi (biraz kurumuş olsa da) yemeğe çıktık Banu ile. Bu gemiler çok rahat tabii ki, sessiz de. Pencereler geniş, hani bir değişik duygu, alıştığımızdan farklı tabii ki. İşte o duygu içinde seyrettik Kadının Köyüne.
İskeleden iner inmez bastık pedallara. İlhan’ı fazla bekletmeyelim. Hızla gene Boğa Heykeli önünden Feneryolu’ndaki buluşma noktasına. Nokta dediğimiz yer de oradaki 3 Mantarlar oluyor. İlhan çoktan gelmiş, hazır bekliyordu. Hadi diyerek çıktık yola. Sahil yolundaki cimnastikçileri izleyerek. Bu arada arkadaşım Ahmet de sabah koşuşuna çıkmış. Ona rastladık. Firuzan’la tanışmaları, kısacık bir iki laf edip kaçan grubu yakalamacasına peşlerinden devam ederek Bostancı’ya geldik. Burada da AltınPedalların ameliyatlı üyesi Haluk, nekahat devresini daha tamamlayamadığından içi sızlanarak bize el sallaması ve kısa bir kucaklaşma faslından sonra ilk durağımız olacak olan Pendik’e doğru rotamızı kilitledik. Malum yerimiz olan Melemenci’de mola verip, karın doyurup tekrar yola çıkmak üzere. 
Kimimizi tost, poğaca veya menemen çekti. Kimimiz çay veya limonata (büyük 2,-lira) içti. İzinli askerler gene vardı. Herhalde onlara da bizim gibi buranın fiyatlarının uygun olması, sabahleyin serinde kalması seçim nedenlerinin başında geliyor olmalı. Menemen konusunda eleştiri alsa da İlhan ve Sarkis’ten, Vedat Bey’in ve personelin güleryüzü bizi çekiyor.
Ne edelim artık çıkalım dedik (10:20 / 30.km) ve Kaynarca üzerinden otoyola geçtik. Güvenlik şeridinden herkes kendi temposunda gitmeye başladı. Bir ara biraz içim sıkıldıysa da bunu pedallarıma kuvvetli basarak ve müziğimin sesini yükselterek aşmaya çalıştım. Sabiha Gökçen ayrımında bizler F1 yönüne, yani İstanbulPark tarafına sapıyoruz. Burada küçük bir yokuş gelir karşınıza ve ilk köprü altı da gölge olduğundan arkadan gelenleri beklemek üzere dururuz. Aynen böyle yaptık ve tekrar toparlanıp yolu sürdürdük.
Bu yolu artık dümdüz devam ettiğinizde Göçbeyli’ye varır. Öncesinde sağdaki Shell benzin istasyonunda bir ihtiyaç molası vererek. Bir kere WC çok temiz. Şok Market var, alış veriş ucuz. Hemen herkes birşeyler aldı. İlhan İzotonik denilen içecekten, biz bir koca şişe kefir, Fahri Uludağ limonatası (bu numara da iyi tuttu, şimdi herkes limonata çıkarmaya başladı), Sarkis ise bütün bir kavunu dilimleyip bizlere ikram etti (nereden de buldu buz gibi kavunu anlayamadık. Eline sağlık, lokum gibi geldi. Kesene bereket). Banu sadece suyla yetindi sanırım. Yani her türlü ihtiyacımızı tamamlayıp yola çıkmaya hazırlanırken (11:45 / 48.km) F1 pistinde yapılan Rock’n Coke eğlencesine giden gençlerin arabaları da gelmeye başladı. Evet bu sene festival burada yapılıyordu. Oğlum Aydın da LinkinPark grubuyla çalışıyordu. Burada bir yerlerde olmalıydı, veya cumartesi gelmişti. Az gittikten sonra festival nedeniyle jandarma ve başka güvenlik görevlilerinin aldığı önlemleri, yönlendirmeleri vs’leri aşıp festival alanının kenarından (ne güzel çadır kurmuşlar, eğleniyordu gençler) dolanıp dümdüz Göçbeyli’ye doğru devam ettik. Yolumuz ördek ailesinin yanından geçti. Adeta pazar gezintisine çıkmış gibiydiler. Çocuklar önden, anne arkadan gidiyordu. Selam verip devam ettiler.
Göçbeyli’de her taraf seralarla doluydu. Anlaşılan yoğun bir şekilde İstanbul’a sebze yetiştirmekteler. Kahveye oturup (12:20 / 57.km) ayran+soda siparişlerini verip çevredekilerle sohbete geçip (artık gide gele tanışıyorduk bazılarınla) tekrar Ovacık’a gitmek üzere yola koyulduk. Sıcak kendini hissettirmeye başlamıştı. Biraz terlemeler artık daha çok terlemelere bıraktı. Yolda seralardaki sırıkların hıyar olduğunu iddia eden Firuzan’a Sarkis’in itirazı yeni bir iddiayı başlattı ve kaybeden Sarkis de Ovacık’ta içecekleri ısmarladı. Yani bu ikilinin iddiaları da çok güzel oluyor. Mutlaka birisi kaybediyor bizler de içeceklere beleş kavuşuyoruz. Hani hiç de fena değil,-mi?
Ama esas güzellik şimdi geliyordu, daha Ovacık’a varmadan solda bir çeşme var, amanın sormayın: Buz! Buz gibi akıyor ve şerbet gibi tatlı. Öyle lezzetli bir su ki, iç iç doyamıyorsun. Bu sıcakta çölde petrol bulmuş gibi olduk! Sırayla, hatta sırayı bozarak herkes kafayı, kolları, ayağını (ayak da sokan oldumuydu- yoksam karıştırıyormuyum) suya daldırdı. Neredeyse banyo yapacaktık. İlaç gibi geldi. Sadece biz değil çevreden herkes bu suyu içmeye geliyordu (Kamil dede ve torunu Filiz). O ana kadar zor ilerleyen İlhan bile birden grubun en önünde köye girdi. Velhasıl tazelenip köy kahvesindeki molamıza kadar uçarak gittik.
Ovacık kahvesindeki asmaların altında yerimizi aldık (13:35 / 63,5.km). Koca bir bank duruyordu. Hani köylerde olur ya, geniş kalastan çakılmış. Oraya bir yayıldık. Ayaklarımızı da altımıza çekerek başladık yanımızdakileri yemeğe. Kuru üzümler, kayısılar, fıstıklar, bademler falan çıktı ortaya. Sarkis evde yapılmış çok lezzetli hamur işleri çıkardı. Off anam off, hepsinden avuç avuç indirdik. Nereye mi, miğdeye tabii. Derken yoldaki seyyar satıcı da tezgahını açtı. Haydi neler varmış diye biraz bakındık (en çok da çocuklar meraklı). Bisiklet için üçlü korna. Aslında çok iyi ses veriyor da nereye koyacan kocaman boruları. Yoksa bizim tin tin zillerden çok daha iyi uyarıyor insanı, hatta hoplatıyor yerinden. Bu arada çaylar da demlenmişti – oh yudum yudum içtik. Gırgır şamatayla zaman geçiverdi ve fazla da tembellik ettik düşüncesiyle aldık bisikletleri, vurduk kendimizi tekrar yollara (14:20).
Bu köy yolları nefis. Hava temiz, etraf harika, yanyana gidebiliyorsun, sohbet falan derken, yolda da Banu’nun sele ayarı Sarkis tarafından düzeltilerek Kadılı köyünü geçerek Cumaköy’e geldik (15:00 / 72,5.km). Burada bir kahveye yerleştik. Serinletici içecekler ısmarladık, daha doğrusu biz ısmarladık da yan masamızdakiler köylerine misafir geldiğimizden bize ödetmediler. Nasıl da mahçup ettiler bizi, misafirperverlik halen sürüyor olması ne güzel bir adetimiz. Buradan tekrar teşekkür etmek isteriz kendilerine.

Yol boyunca karşılaşmadığımız şey olmadı. Kış için hazırlık başlamıştı bile, odunlar ve saman balyaları yol kenarında bekliyordu. Bisiklete binen piknikcilerle tanışmalar. Mandralar ve yemyeşil otlaklar arasından süzülüp geçtik.
Şimdi siz bisikletle geldiğinizde mutlaka çocuklar etrafınızı sarıyor veya bisikletleriyle çevrenizde dolanıyorlar. Burada da küçük bir “Yarının Bisikletçisi” kardeşimiz bizimle temasa geçerek kendini belli etti. Uzun uzun bizimkileri inceledi, kendisininkiyle karşılaştırdı. Bize sorular sordu, sonra havalı bir şekilde bisikletinin üzerine atlayıp bastı gitti mahalle turuna.
Cumaköy’den ayrılıp, Mollafenari zaten iki adım ötede (15:45 / 74,5.km), orayı da geride bırakıp biraz daha yoğun bir araba yoluna girerek amacımız Tavşanlı’ya gitmekti. Ancak yolda anlaşıldı ki Banu yorulmuş (bu nedenle bir ara dengesini de kaybedip yan düştü, ama ucuz atlattı. Geçmiş olsun tekrar). Fazla da ısrar etmek istemedik, daha 2. turunda yüklenmesin diye vazgeçip doğru Gebze’ye yöneldik. Çok renkli bir yol üzerindeydik. Önce bir araçla karşılaştık, çim motorundan bozmamıdır yoksa gerçek motormuydu anlayamadık ama hızla yanımızdan geçti. Alelacele makineyi çıkartıp arkasından bir kare yakaladım. Açıkta ve ayakta gidiyorlardı. Daha sonra inşaatı sırasında neye benzeyecek diye merak ettiğim camiiyi bitmiş gördüm. Yemyeşile boyanmış kubbeleri ile bir camii kopyası. Bu konuda da Sinan’ı geçemedik halen. Hepsi 16 yy camilerinin kopyası mı olmak zorunda?
Ardından yol kenarında satıcılar tarladan çıkarttıklarını tüketiciyle buluşturmak için dizilmişlerdi. Birazdan Mariachi’ler gelecek herhalde ve festival başlayacak gibime geldi. Ehh Tequila da içeriz değil mi :) Derken lüks lokantalar sıralandı. Herşeyi bir yerde bulmak mümkündü. Her iştah düşünülmüş. Balık çeşitleri, et ve ızgaralar, meze çeşitleri, aile salonu ve oto park (tek bir yerde, başka yer aramaya gerek yoktu) = Doğa Çiftliği (reklamını da yapmış oldum ama gitmedim, nasıldır bilemiyorum).
Gebze levhasını takiben artık sanayii bölgesine girmiştik. Sağımız solumuz sanayii olmaya başladı. Ama arada derede sazların yetiştiği bir su birikintisini görmek de mümkündü. Dar açıyla bakıldığında kendini başka yerde düşünebilirsin. Bir benzincide (Gebze Organize Sanayii yakınlarında) adres tarifi alıp ve de biraz serin şeyler içip devam ettik (16:25 / 82,5.km).
Adını duyduğum pek çok marka buradaydı. Nova; binası çok güzel göründü gözüme. DHL; sanki kale. Birşeyden mi korkuyorlardı Amerikalılar. Balküpü, Lineadekor falan sırayla önünden geçtik. Yol ayırımından şehir merkezine doğru yöneldik. Daha sonra tarif üzerine Belediyenin yeni binasına bakındık.
 


Önce Arapçeşme’ye geldik (17:10 / 88,5.km). Burada Fahri’nin karnını doyurmak için durduğumuz bir lokanta mıydı tam anlayamadığım yerde (Özmarmara Et Lokantası), onun dürüm yemesini bekledik. Gerçi sonradan miğdesi bozuldu bu etten ama hep böyle oluyor (fotolarda yüzünden belli olmuyor mu?). Miğdesi hassas Fahri’nin herhalde ki çabuk tepki veriyor. O da bazen dikkatsiz davranıyor, olan oluyor (az kalsın 2,5 liraya teslim olacaktı). Gerçi İlhan daha baştan eti görüp geri durmuştu ama Fahri söylemiş bulundu bir kere (yarım saat içinde sindirim sistemini darmaduman etti Cevdet usta). Her neyse, biz Firuzan’la yanımızdaki sandviçi (en iyisi ve temizi her zaman) yiyerek, İlhan bakkaldan yaptırdığı peynir ekmeği, Sarkis ve Banu da ilerideki sulu yemek için iştahlarını saklayarak bu mevkii geride bıraktık. 
Sözü edilen yeni binayı (Belediyenin) da görerek E5 yoluna paralel yan yola kadar indiğimizde soldaki çorbacıda İlhan, Sarkis ve Banu karınlarını doyurmak üzere yerlerini aldılar. Ben, Firuzan ve Fahri de bir lokantamsı yerde çay ve kahve içerek onları bekledik. Sonra Firuzan’ın önderliğinde, bu bölgeyi avucunun içi gibi biliyordu, istasyonun yolunu tuttuk (18:35 / 94.km). Haydarpaşa’ya kadar trenle gitmek istedik ama istasyona indiğimizde saat 8’e kadar bisiklet almadıklarını duyduğumuzda şok olduk. Şimdi hapı yutmuşmuyduk (zor yuttururlar)! Biz yolda acaba bisikletlere para isteyecekler mi diye düşünürken, ücretini ödemek kaydıyla bile hiç almayacaklar durumuyla karşılaştık. Yani 2 saat orada bekleyecektik. Etme eyleme – acı bize abiii, falan diye amirine telefon ettirdik ve ancak öyle kapıyı açtırabildik. Bundan sonra para kısmını unuttuk gitti tabii. Alın size bir gariplik daha. Sen ulaşım aracı olarak bisikleti mi seçtin, çok iyi. Al sana o zaman bunun karşılığında bir hap, her istediğin saatte binemezsin, bindin mi de yolcu kadar para alırım, veya hapı yutarsın. Sen bisiklete binmekle iyi etmiyorsun, yanlışını düzeltmessen ben sana çektiririm. Mersin nerede acaba? Bileniniz var mı?

“Hapı Yutmak”
Efenim deyim şu şekilde Türkçemize kazandırılmıştır: IV. Murat’ın keyif verici maddeleri yasakladığı dönemde padişahın casuslarından biri hekimbaşı Emir Çelebi nin afyon kullandığına, afyonu devamlı kuşağının içinde bulundurduğuna dair bir ihbarda bulunur. Sultan, Emir Çelebi’yi aslında çok sevmekte ve kendisiyle sık sık sohbet etmektedir. Bu ihbara inanmak istemez ve gözleriyle görmek ister. Emir Çelebi’yi satranç oynamaya davet eder. Oyun başlamadan önce kendisine kuşağının içindekileri çıkarmasını söyler. Hekimbaşı ihbar edildiğini anlar ve kuşağının içindekileri çıkarmadan hapları sakladığı kutusunu masaya koyar. Padişah hapları görüp ne lan bunlar şerefsiz kabilinden sorunca bunlar ıslah edilip zararsız hale getirilmiş afyon hapları efendim. Bunları hastalarıma veriyorum tamamen zararsızlar deyince padişah o halde yutmaya başla bakalım demiş. Hekimbaşı da hapları bi güzel avuçlayıp yutmuş ve kalkıp elveda hünkarım devletinize zarar erişmeye diyerek kapıdan çıkmış. Bu olaya çok içerleyen Çelebi’nin eve gidip tedavi edlmesine izin vermediği hatta hapların kana çabuk karışması için buzlu nar şerbeti içerek öldüğünü tarihçiler yazmıştır. O günlerde biri Çelebi’ye ne oldu diye sorarsa “hapı yuttu” diye cevap verirlermiş.
“En son vagona” diye bizi yönlendirdiler, biz de uyduk (başka çaremiz mi var!). Bir uca Sarkis, Banu, Fahri ve İlhan yerleştiler. Diğer uca da ben ve Firuzan. Birbirine bağladık bisileri kaymasınlar diye (önce sert bir hareketle kalktı-şöyle bir ortalığı yerleştirdi makinist) sonra tıngır mıngır sallana sallana geldik H.Paşa’ya. Feneryolu’nda İlhan indi, evine daha yakındı. Biz de 10 dk sonra kalkacak Beşiktaş gemisine yetişmek için bastık Kadıköy iskelesine. Ama yetiştik gemiye, buna çok sevindik, hem Beşiktaş’ı yakaladık, hem de yarım saat kazanmış olduk. İndikten sonra gemiden Fahri, Banu’yu geçirmek için çarşı içinden devamla Sanayi’ye gitti. Sarkis de bizimle N.taşı’na kadar ve oradan devamla Kurtuluş’a gitti. Biz de buradan eve.
Km saati başta geç çalıştığından, sonra da trende elektrikten etkilendiğinden ölçümleri bölük pörçük yapabildim. Bazı bilgiler silindi falan. Ama sabah 7 buçuk da başlayan gezi akşam 9’da son buldu. Tüm bir günü dışarda geçirmiştik. Tour de France’in tekrarını izleyerek günümüzü bisikletle kapamış olduk.
Yol: N.taşı > Pendik (30 km) > Göçbeyli (57 km) > Ovacık (63,5 km) > Cumaköy (72,5 km) > Mollafenari (74,5 km) > GOS (82,5 km) > Arapçeşme (88,5 km) > Gebze (94 km)