16 Mayıs 2009

Karaburun Altılısı

İstanbul’un yakın çevrelerinden neresi kaldı gitmedik diye düşünürken aklıma Durusu tarafları geldi. Fahri’yle de konuştuk, yol çalışmaları epey ilerlemiş dedi hadi Karaburun yapalım mı diye düşünürken Fikret Albayı aradım ve ondan da aynı isteği görünce seçimimiz burası oldu. Hemen arkadaşlara haber verdim ve İlhan, Sarkis, Fahri, Murat, Fikret Albay ve ben altı kişi olunca bu grubun ve turun adı “Karaburun Altılısı” oldu. Pazar sabahı (10.05.09) saat 8’de Yenilevent’deki buluşma noktamızdan hareket etmek üzere sözleştik. Yolumuz uzun olduğundan erkenden çıkalım istedik.

Sarkis’le sabah 7 buçukda Şişli’deki Atatürk evi önünde buluştuk. Geldiğimde onu bekler buldum, hemen bu anlamlı ve güzel binanın önünde ilk resmimizi çektirdik.
Hava daha serindi, kuvvetle pedallarımıza başarak (anneler günü için tezgahlarını hazırlayan Roman vatandaşlarımızın yanından) daha yoğunlaşmamış trafikte tam zamanında Yenilevent noktasına vardık. Murat ve Fikret Albay gelmişlerdi, birazdan Fahri ve Kadıköy’den gelen İlhan’la altılı tamamlanmış oldu.
Selamlaşma, kucaklaşma faslından sonra (Uno ekmekleri pozumuzda fotomuzu da çekip) yolumuzu konuştuk ve Hasdal kışlası önünden yeni yoldan Tayakadın’a, oradan da Durusu üzerinden Karaburun’a inecektik. Bunun için Seyrantepe’den otoyola girmek ve oradan Hasdal’a sapmamız gerekiyordu. O nedenle sanayi üst geçidini geçince hemen yolun soluna geçmek gerekirdi ki göbekten sorunsuzca sola sapıp otoyola girebilelim. Yakın gitmekte yarar var böyle durumlarda. Tek olduğunuzda yolu yarmak zor ama çok olduğunuzda daha kolay olduğundan tek sıra ve yakın safta yola çıktık. Aynen anlattığım gibi oldu ve sorunsuzca trafiği yarıp Hasdal kışlası önünden başlayan beton otoyol üzerinden pedallamaya devam ettik.
Kışla kapısının onu taksi doluydu, çarşı izinine çıkacak askerleri bekliyorlardı. Hava çok güzeldi, yolun solundaki 2 m’lik güvenlik şeridi rahatlıkla, araçlarla temas etmeden ilerlememize olanak sağlıyordu.
Hafif inişli çıkışlı bu yolda sohbetlerle kendimizi Kemerburgaz sapağında bulduk. (Fahri’ye kahvaltı düşüncemizi söylemeyi unutmuşuz ki önden kaptırmış giderken kendini Göktürk’de bulmuş). Ana yoldan ayrılıp yan yola saptık ve hafif bir eğimle inen yoldan Kemerburgaz-Göktürk yolunu geçip merkeze yöneldik (9:00, 24.km). 


Bizler Kemerburgaz’da, eskiden seyyar tezgahı olan, şimdiyse kendi dükkanını açmış olan Veysel ustanın Filiz Tatlı ve Börek Salonu (İstanbul Cd.) önüne bisikletlerimizi park edip, içerden bir masa çıkartıp ve siparişlerimizi verip beklerken (9:15, 25.km), Fahri’de Göktürk’de balcı Dursun Ali‘yle kahvaltıya hazırlanıyordu.
Daha önce de söylemiştim, börekler o kadar leziz ki bir porsiyonla yetinemiyor mutlaka ikincisini istiyorsun. Nitekim İlhan da bunu yaşadı. Buraya ilk geliyordu ve lezzeti damağında kalmıştı. Hatta doymayıp acaba burma tatlılardan da mı yeşem diye çok düşündü ama iştahını sonraya sakladı (bu ara Bobi de kahvaltısını börekle yaparmıs, bizle beraber takıldı).
Artık yola çıkma zamanı gelmişti (9:50, 26,2.km) ve vedalaşıp (elbette bir resim çekip) Shell’de bir ihtiyaç molası vererek (10:00, 26,5.km) Göktürk’den Fahri’yi alıp tekrar otoyola çıktık (Göktürk’un güzel evleri arasından geçerek). Hafif inişli çıkışlı ve çok rahat bu yol Fikret Albayın çok hoşuna gitmişti ve artık bundan sonra Trakya gezilerini buradan yaparım diyordu.

Gerçekten eskiden kamyonların arasından gidilirken, şimdi onlar yanınızdan vızır vızır geçerken siz sadece sesinden rahatsız oluyorsunuz.

Yolun bu kısmından sonra trafik daha hafifti. Sağınızda çelişkiler içinde bir görünümle (öyle kenarda duran bir cami, mutlaka dökülen molozlar, güzelle çirkinin yanyana durduğu) seyrederken Fahri’nin fındık ikramlarıyla ve sohbetlerle sürdürülen yol yavaş yavaş havanın da ısınmasıyla giysilerin hafifletilmesini gerektirdi (bunu hiç düşünmemişdim, üstümdekiler fazla geldi ama başka seçeneğim de yoktu).
Birazdan etrafi kesif bir koku kapladı, burnumuzun direği kırılacaktı nerdeyse. Az sonra nedenini anladık, Belediyenin arıtma tesislerine gelmiştik (İSTAÇ). Sürratle pedal başarak oradan uzaklaşmaya çalıştık. Ne garip iş değil mı şu çöp olayı. Yiyoruz, içiyoruz sürekli tüketiyoruz ve acaip bir çöp çıkartıyoruz ortaya. Bunların bazılarını dönüştürp tekrar kullanabiliyoruz ama bazıları çok çok uzun zaman beklemek zorunda. Bu işi kaynağında ayırma olayına nedense bir türlü adam gibi geçemedik. Pil kutularına sigara izmariti atıyorlardı, Belediye kaldırdı o nedenle.
Odayeri sapağını geçtik (10:40, 35,2.km) ve az sonra yolun sağında ama uzakdaki bir göletin içinde serinleyen bir manda sürüsü gördük. Uzaktan çöp torbaları sandık ama yakınlaştığımızda olmadıklarını fark ettik. Miskin miskin çamurda keyif çatıyorlardı (10:55, 38,5.km). Akpınar sapağını geçtiğimizde saat 11’e geliyordu ve neredeyse 40 km’yi geride bırakmıştık. Yolda düşmüş boya kovalarını Murat büyük bir titizlikle yoldan kaldırdı. Gerçekten araba çarpabilir, üzerimize bile fırlatabilirdi.
Yolun kenarları çiçeklerle kaplıydı. Murat da dayanamayıp bunların resimlerini çekiyordu. Gerçekten çok hoş bir manzaraydı. Mevsimin en güzel zamanı, etraf yemyeşildi. 

Yolumuza havlayan bir köpek çıktı ama kısa zamanda uysallaşıp bizimle dost oldu. Kendisine ikram edilen bisküviyi yemese de bizleri hayran hayran izledi. Ne yazık ki yanımızda ona verebilecek başka birşey yoktu.
Yolumuz o kadar rahattı ki keyfimize diyecek yoktu diye sevinirken birden yolun bittip, hummalı bir çalışmanın sürdüğü bir santiyeyle karşılaştık (11:35, 47.km). Yol buraya kadar gelmişti ve devamı için çalışılıyordu. Kendimizi kamyonların, tozun toprağın içinde buluverdik. Moraller birden sıfır oldu. Hatta o kadar düştü ki, acaba başka yerden mı gitsek falan diye düşünürken ondan giden ekibin işaretiyle bozuk kısmı nefesimizi tutarak geçtikten sonra eski yolda buluverdik kendimizi.
Aslında bu yolun keyfi başka; kıvrılarak giden, sakın, ara sıra geçen arabalar olmasa bomboş, etrafta seyredilecek güzellikler, sessizlik olduğunda kuş sesleri içinde, zaman zaman uzakdaki göletleri izlediğiniz bir yan yol. Bilinen eski yollardan.
7-8 km sonra, piknikcilerin inekler tarafindan kovalanmaları sahnesi yakınından geçerek Tayakadın’a girdik (12:10, 53.km). Tipik küçük bir kasaba, uzakta rüzgar pervaneleri ki çok hoş görünüyorlar hareket ettiklerinde. Fikret Albayın bildiği Ağadayı kıraathanesine yerleştik. Ben kendime seyyar satıcıdan bir cep telefonu kılıfı aldım. Bu tür tezgahlar çok hoşuma gidiyor, ne ararsan var, ıvır zıvır çok şey. Poyraz’dan da çakıma bir kılıf bulmuştum ki İstanbul’da arasan nereye bakacağını bilemessin.
Fikret Albayı tanıyanlar hatır sormak için geldiler, sohbetlerle çaylarımızı içtik (bu gezide nedense para üstünü almak için hep çok bekledik. Hatta gelmediğinden kendimiz gidip istedik. Adetleri mı başkaydı acaba?) ihtiyaçlarımızı giderdik ve Durusu’ya gitmek için vedalaşarak yolumuza tekrar koyulduk.
Tabii resim çektirmeden olmazdı. Hazır makineyi çıkarmışken Sarkis’in de portresini çekiverdim.

İki farklı yoldan gidilebiliniyordu, biz kasabaya girmeden sağa sapan yoldan gitmek için biraz geri gittik ve yokuş aşağıya giden bu yoldan pedallamaya başladık.
Ne var ki asfalt kalitesi düzgün olmayan bu yolda sarsıla sarsıla inmek hızımı kestiğinden pek de keyif almadık. Aslında asfalt da değildi, ziftin üzerine mıcırı dökmüşler, bekliyorlar ki arabalar oturtsun, sonra asfalt geçecek. Eh bisikletle de bu yollar çok sevimli değil, hele lastikleriniz de inceyse, elimiz frenlerde yavaş yavaş Durusu’ya indik. 

Buranın görünümü sevimliydi, küçük bir kasaba. Etrafta bol köfteciler ve kasap dükkanları (bir de ekmek fırınları). Piknik için alış veriş yapıldığı besbelli. Biz albayın eski dostu, aynı zamanda bir bahriye askeri olan Veysel beyin 1985 yılından beri işlettiği Terkos köftecisine oturduk (13:10, 58,5.km).



 

Doğrusu ben içerde değildim o nedenle neler konuşuldu, neler oldu bilmiyorum ama ara sıra girip baktığımda İlhan’in 2. porsiyonu ısmarladığını duydum. Ben de kendime bir piyaz ısmarlayıp dışardaki masada afiyetle yedim.
Köyün tarihi yaklaşık 1000 yıl öncesine kadar dayanırmış. Göl kenarında kale içi olarak bilinen yarım ada üzerinde Cenevizliler tarafından bir korsan yatağı olarak kurulmuş. O zamanlarda deniz ve gölün irtibat halinde olduğu, daha sonra doğal etkenlerle birbirinden ayrıldığı anlaşılmaktadır. Burada bulunan kale kalıntıları arasında Trikos adında bir manastır bulunduğu ve köy adının buradan geldiği anlaşılmaktadır.

Sonra biraz etrafi görmek için turladım. Bir bisiklet tamircisi, bir bol çeşitli market, zerzevatcı, hulahup satan bir kırtasiyeci, emektar bir bisiklet falan derken 1 saatten fazla bir zaman geçirmiştik ve yola çıkmanın zamanı gelmişti (14:30, 58,6.km).
Yavaş yavaş ayaklanıp bisikletleri hazırlarken yolda 2 bisikletlinin de geldiğini gördüm. Dikkatlice baktığımda Yasin’i görür gibi oldum ama gözlerime inanamadım. Çünkü kendisine teklif etmiştim ama yol çok uzun falan diye yan çizmişti. Şimdi önümden geçiyordu, hemen seslenip çağırdım. Arkadaşı Engin ile basmışlar Durusu’ya gelmişler. 

Karaburun’a devam için gönüllerini razı edemedik ve hatıra resmimizi çektirdikten sonra onlar geriye bizse ileriye doğru yollara çıktık (ama çıkmadan önce hep olduğu gibi ön lastiğimin indiğini görmek şok etti. Gene patlak ve nedense hep böyle oluyor. Geliyorsun, duruyorsun bir müddet ve giderken bakıyorsun patlak. Hadi Sarkis’le Murat’la giriştik işe. Sarkis’in detaylı incelemesi sonucu küçük bir cam lastiğin içine girmiş. Sağolsun Murat da çok yardımcı oldu. Arkadaşlarıma teşekkür ederim tekrar).
Durusu (Terkos) lagün kökenli, az tuzlu bir göldür. Denizden yüksekliği +4,5 ile –1 m arasındadır. Fındıkdere, Deliyunus deresi ve çok sayıda kaynak suyu ile beslenen Durusu’nun 39 km2 su alanı vardır ve en derin yeri 11 m’dir. İstanbul çevresindeki tatlı su kaynaklarının %22’sine sahiptir ve şehrin kullanım suyunun önemli bir bölümünü karşılamaktadır.

Durusu yerkabuğunun şekillendiği dönemlerde Karadeniz’de bir koy iken günümüzde alçak bir kumsalla denizden ayrılmış, içinde yüzlerce canlının barındığı bir göle dönüşmüştür.

Yollar çok keyifliydi, gölün kenarından geçerken uzakta bir su uçağını gördük. Kimisi demek ki bu yolla ulaşımını sağlıyor diye off off ahh ahh diye içimizden düşünürken İlhan’la biraz gırgır yaptık bunun üzerine. Balık tutanlar, piknik yapanlar, etrafta değişik çiftlikler ve farklı zevklere hitap eden girişler falan derken Karaburun burnumuzun önüne çıkıverdi.


Fikret Albay “ben burada çayhanede sizi bekliyorum, o yokuşu tekrar çıkmam dedi” ve biz beşimiz haydi dedik ve yokuşu sürratle inip limana-sahile varıverdik. Küçük bir limanı, uzun bir kumsalı, epey uzakta yazlık siteleri olan beklediğimden büyük çıkan bu kıyı kasabamızın ne yazık ki büyük bir sorunu vardı: mendireğin ucuna (dışına) gittiğimizde suyun bulanık ve kokulu olduğunu gördük. Evet korkulan durum: kanalizasyon, oraya akıtıyorlardı. Yukarıda kahvede bu durumu konuşurken, bakalım Arnavutköy belediyesine bağladılar bizi, umarız onlar bir çözüm getirirler umudu içinde herkes. Yani olacak işmi bu? Aynen deve misali, neresi düz ki?!!! 

Fikret Albayı fazla bekletmemek için çok oyalanmadan dönüşe geçtik (15:10, 63,7.km). Gerçekten haklıymış albay rampa sağlamdı, neyse ki çok uzun değil. Kahvede kendisini sohbet içinde bulduk. Bizler de masaya oturduk ve küçük sohbetlerle geçen zaman sonrasında (yandaki seyyar satıcıdan bisiklete uygun bir ayakkabı seçemeden) saatin 4’e geldiğini görünce hadi artık tornistan deyip bisikletlere bindik (15:35, 65.km).

Güzelim gölün kenarından geri pedallamaya başladık. Bu kadar keyif veren bir yol olamaz. Sazlıklar, piknik yapanlar, at arabaları, çiftliklerin kenarından ilerleyen yolun trafiği de pek hareketli değil. Sakin sakin pedallarınıza basıyorsunuz.



Durusu’ya geldik ve İSKİ’nn kurmakta olduğu bir su müzesinin yanından geçerek bu sefer diğer yoldan Tayakadın’a doğru çıkmaya başladık (yolda aile mezarlığı çok dikkat çekiciydi. Aile bahçesi, aileye mahsus, çok düşkünüz ailemize, mezarda bile). Bu yol düzgün o nedenle trafiği olan, biraz daha uzun ama tercih edilmesi gereken bir yol. Yalnız yolun kenarı inanılmaz cam kırıklarıyla doluydu. İncecik camlar, sanki yol boyunca serpilmiş gibi bitmiyordu. Hani sanki bir torba delinmiş de öyle akıp durmuş. Ne iştir anlayamadık. İçilen şişelerin kırılması gibi değil, ufalanmış camlar. Ama ufak mufak battı mı patlatıyor (gördük).

Tayakadın’a yaklaşırken rüzgar pervanelerini (bu kadar çok olduğunu görememişim girerken) izleyerek, Fahri’nın yoldaki çeşmeden kana kana şu içmesi (bu durum ilerde sorun yaratacak) ve yanımızdan sürekli geçen 4x4’lerin (bu bölge DurusuPark bölgesi, ne de olsa) arasından kahvedekilere el sallayıp (16:30, 78.km) yol inşaatı sahasına kadar rahat geldik.

Ancak dikkat çeken önemli bir şey vardı, gelirken herkesin çenesi düşüktü ama şimdi kimsenin ki açılmıyordu. Herkes sanki bir düşüncenin içine girmişti :) o da yorgunluktu. Neyse o 3 km süren tozlu topraklı bölümü de rüzgara göre mecburen yolun solundan giderek geçtikten sonra Hasdal’a kadar giden otoyola gelmiştik.



Saat 5 buçuk olmuştu ve 87.km’deydik. Ancak ileride bizi bekleyen Fahri’nin suratı bin karış. Neyin var arkadaş? İçtiği su çok ağır gelmiş ve kendini çok rahatsız hissediyordu. Nefes almakta bile zorlanıyorum diyordu. Dur biraz dinlen söyle, otur, Murat’a göre hava yutmuştu ve çıkarması lazımdı. Biraz daha iyi hissettiğinde tekrar yola çıktık. Durum kendini belli ediyordu. Önlerde uçan Fahri’nın temposu çok düşmüştü zorla ilerliyordu. 

Fikret Albay da yorulmuştu. Açıkçası ben de, sele sanki yapıştı :) Saat 6 buçukta bir mola daha verdik (103.km), kuruyemişler yiyerek enerji aldık (gezilerde mutlaka yanımızda enerji verecek şeyler bulundurmalıyız. Pilinizin ne zaman biteceği hiç belli olmuyor. Bir bakıyorum aniden müthiş bir acıkma, bir baş dönmesi beliriveriyor. O zaman acilen birşeyler yenmesse, bilemiyorum ne olur?) ve kışlanın önünden geçip tekrar TEM yoluna girdik. 

Güvenlik şeridinden, safları dar tutarak kavşakları birlikte geçerek Seyrantepe üzerinden Sanayi’de vedalaşarak herkes kendi yönüne doğru ayrıldı. Fikret Albayla İlhan Levent’e. Fahri’yle Murat Sanayi tarafına, ben de Sarkis’le Mecidiyeköy’e doğru. Herhalde içimizde kalan son enerjiyi merak etmiş olacağız ki Sarkis’le sanki kovalayan varmışçasına pedallara abandık. Haydi bastır diye diye uçarak geldik Şişli’deki ayrılma noktasına. Hava artık kararmaya başlamıştı bile. Ara sokaklardan kestirmeden eve ulaştım (20:30). Fakat ayaklarım gülle gibiydi. 2 kat bisikleti çıkartmak gerekiyordu, son bir gayretle onu da tamamlayıp malum hareketleri (kas gevşetme+duş) yaptıktan sonra tv’nin karşısında uyuya kalmamak için yattım. Böyle güzel uyumamıştım :)

Yol: Nışantaşı > Kemerburgaz (25 km) > Tayakadın (53 km) > Durusu (58,5 km) > Karaburun (63,7 km)

Bu gezide 129 km yol yapmıştık, 8 saat 32 dakikada. Ortalama hızımız 15 km. 2612 kalori ve 195 gr yağdan olmuş ve 13 saat açık havada kalmıştım. Şimdi bir sonraki gezinin heyecanı içinde nereye gitsek diye düşünüyorum.


Not: Bana ait fotograflar için Murat’a ayrıyeten teşekkür ederim. Mutlaka gezilerde bir ikinci fotografçı olmalı :)