Bayramda gelecek yağmur ve soğuktan önce güzel havaları değerlendirmek için Cumartesi günü (06.12.08) Sibel ile saat 11'de Karaköy Vapur İskelesi'nde buluşmaya karar verdik.
Sibel uzaktan geliyor, Pendik'ten banliyö treniyle Haydarpaşa'ya, oradan da gemiyle Karaköy'e. Benim işimse kolaydı, Nişantaşı' ndan 20 dk'da iniverdim. Geldiğimde Sibel'i banklarda otururken buldum. Yanında getirdiği termostan çay ve aldığımız simit ve açmayla orada denize karşı sohbetle güzergahımızı planlamaya başladık:
Eminönü'ne geçip oradan Unkapanı'na doğru devam edip sağdan Siirt Pazarına girecektik. Sonra Kariye üzerinden Eyüp'e inmeyi ve Piyer Loti'ye çıkmaya karar verdik. Bütün bunları 3'e kadar yapmak istiyorduk, çünkü karanlığa kalmadan dönmesi gerekiyordu Sibel'in. Ne de olsa 2 saatlik bir dönüş yolu vardı daha. Bakalım hepsine zamanımız yetecek mi diye meraklanırken batmış iskelenin yerine konulan yenisinin de iyi kötü iş yaptığını gördük. Eskisi kadar rahat olmasa da zaman geçirmeden yenisini koymuştu İDO.
Hadi dedik artık dolaşmaya başlayalım ve Galata Köprüsü’nün altından geçip bisikletlerimize atlayıp Eminönü'nden sağa sapıp Atatürk Köprüsü’ne doğru ilerlemeye başladık. Bayram öncesi olmasına rağmen aşırı bir kalabalık yoktu yollarda. Herhalde ekonomik sıkıntının nedeni olsa diye düşündük. Yoksa burası alış veriş için dolup taşardı eski günlerde.
Atatürk Bulvarı'ndan yukarıya doğru İMC Çarşıları’nın karşısından ilerleyip kemerlere varmadan sağdan içeri girip Siirt Pazarı’na girdik. Belediye burasını yeniden düzenlemiş (sağlık koşullarına uygun olarak), eskiden ortada açıkta etler falan satılırdı. Şimdi bunların hepsi kalkmış, park düzenlemeleri yapılıp turistik bir görünüme kavuşturulmuş. Özellikle doğu yöresinin insanları burada kendi damak zevklerine ve alışkanlıklarına göre yiyecek bulabiliyorlar. Otlu peynir, kara kovan balı, menengiç, sumak, cevizli sucuk, kavun-karpuz çekirdeği, bittim sabunu bunlardan bazıları. Ben Van Peyniri'ni zaman zaman gelip buradan alırım. Tadına doyamazsınız.
Hele cay evlerindeki çaylar benim İstanbul'da içtiğim en güzel demlerdir. Biz de parkın sonuna doğru Gül Çayevi’ne yerleşip kendimize birer çay ısmarladık (şu bardağın güzelliğine bakın, hem de 60 kuruş).
Kıyafetlerimizden midir önce bizi turist sandılarsa da sonra Türkçe'yi çok iyi konuşan turistler sandılar (şaka şaka, ama bazen bu da oluyor, Türkçe cevap veriyorsun, vay be ne de güzel dilimizi konuşuyor - oluyor).
Çaylarımızı içip vatandaşlarla vedalaştıktan sonra Zeyrek Cami'ne doğru pedal bastık. Çevrede pek çok çocuğun özlem dolu bakışları arasında (küçükken ben de bisiklete hep hayran hayran bakmışımdır) mahalle arası sokaklardan Zeyrek'e arkadan yaklaştık. Çevre UNESCO tarafından koruma altına alındığından burada bir şeyi yıkamıyor, yenisini inşa edemiyorsunuz. Her şey plan dahilinde yapılıyor.
Bu da satılığa çıkmış eski bir ev.
Derken Sibel'in telefonu çaldı ve hattın ucunda arkadaşı Yaprak. Maalesef dirseğini zedelediğinden bu geziye katılamadığı gibi bir süre bisiklete de binemeyeceği onu çok üzüyordu, telefonla yaptıklarımız hakkında bilgi alıyor, eminim bizle olmak için can atıyordu. Sibel de ona gördüklerini anlatarak biraz olsun teselli etmeye çalışıyordu.
Bir kilise iken 1453 yılında camiye çevrilen bu yapının önüne geldiğimizde çevrede top oynayan çocuklar çevremizi sarıp bisikletlerimizin vitesleri ve markalarıyla çok ilgilendiler. Ben bisikletlere göz kulak oldum, Sibel ise içeriye girip ziyarette bulundu.
Çok beğenmişti, içeride restorasyon çalışmaları sürmekteydi. Ancak ibadet olduğundan fazla derinlere girememişti, kadınların gezmesi de o kadar kolay olamıyor. Başını örteceksin, bir hayli formalite var. Ama bu kadarı bile onu hayran bırakmaya yetmişti.
Zeyrek Cami (Pantokrator Manastırı Kilisesi) Doğu Roma döneminden kalma dini bir yapıdır. 1118 ve 1124 tarihleri arasında Bizans İmparatoriçesi Eirene Komnena bu manastır sitesini inşa etti ve onu Christ Pantokrator'a adadı. 1136 da imparator John II Komnenos bir kilise daha inşa etti ve bugünkü yapı (kilise) üç ayrı şapel'in bir araya gelmesinden oluştu ki Ayasofya'dan sonra İstanbul'da ayakta kalmış en büyük kilisedir. Fetihten sonra ilk medrese burada acıldı. Fatih külliyesiyle birlikte yeni medreselerin açılmasıyla buradaki medrese kapandı ve bina cami oldu. Bugün yalnızca güney kısmı ibadet için kullanılmaktadır.
Daha sonra arka tarafına geçip Koç topluluğunun işlettiği lokantanın terasından (Zeyrekhane, girişte yazılan uyarı yazısı gereği izinsiz fotoğraf çektirmiyorlarmış, biz de ısrar etmedik - ne durumsa!) Haliç'i ve Süleymaniye Cami'sini seyrettik. Ne muhteşem yapıttır o öyle, Mimar Sinan'ın eseri.
Eh, artık biraz da pedal basma zamanı geldi diye Fatih Cami'nin avlusundan geçip arkasındaki pazarın içinden Yavuz Selim Caddesi'ni keserek Nişanca'ya doğru ilerledik.
Arka sokakların verdiği rahatlık ve keyifle Karagümrük Spor Kulübü'nün stadına kadar gelip oradan ana caddeye çıktık. Fevzi Paşa Caddesi'nde bir benzincide Sibel'in arka lastiğine hava bastık, bayağı inikti ve acaba patladı da kaçırıyor mu tereddüdü içinde yola devam ettik (neyse ki bir sorun çıkarmadı). Kariye Müzesi önünde bisikletlerden inip çevreyi dolaşarak gezdik.
Bu bölge Turing başkanı Çelik Gülersoy tarafından onarılarak bugünkü görünüme kavuşmuştur. Kariye Müzesi 5. yy'da inşa edildiği bilinen bir Bizans Manastırı'dır. Diğer Bizans kiliselerinden ayıran en önemli özelliği 13. ve 14. yy'a ait mozaik ve freskolarıdır (biz bu gezimizde içine girmedik sadece dıştan izledik).
Sonra Konstantinopolis'in duvarları dibinden Tekfur Sarayı'nın yanından (dört duvarı kalmış Bizans dönemi Blaherna Sarayı yapıtlarından ayakta kalabilmiş tek örnektir. Fetihten sonra çeşitli amaçlarla kullanılan bu yapıda 18. yy'da İznik çinilerinin üretildiği bir imalathane mevcuttur. Bugün ise yakınında bir güvercin pazarı bulunmakta) Haliç'e doğru inmeye başladık. Yolumuzun üzerinde Anemas Zindanı'na da bir göz atarak.
Anemas aslında Arap kökenli bir Bizans komutanı olduğunu ve burada tutsak edilmesi nedeniyle zindanın onun adıyla anıldığını biliyoruz. Birçok tarihi filmde mekan olarak kullanılan zindanı, restorasyon çalışması yapıldığından gezmek mümkün değil.
Anemas Zindanı'nın bulunduğu terasın üzerinde Ivaz Efendi Cami yine görülmeye değer bir Osmanlı yapısı.
Burada küçük bir kahvehane var, zaman zaman müşteri gördüğüm. Küçük Yusuf'un bisikleti yanında bir hatıra resmi çektirelim dedik. Arkada Ivaz Efendi Cami.
Haliç'e indiğimizde sağımızda bir kilise gördük, Meryem Ana Ayazması (Panayia Vlaherna). Orayı görmek için, düzenli bahçesinden geçip, bisikletlerimizi park ettikten sonra kiliseyi ziyaret ettik.
Daha önce yaşamış olduğum bir deneyim, papazın çocuklarından bisikleti korumak gerektiğini bildiğimden, sağlam bir yere bıraktık. Son gelişimde merakları sonucu bisiklet düşmüş, lambası kırılmıştı.
Sadece Hıristiyanlar değil Müslümanlar da buradaki kaynaktan çıkan suyu şifalı kabul etmekteler. Bizans döneminde Blaherna Sarayı'nın ayazması üzerine İmparatoriçe Pulcheria bir kilise yaptırmış ve Kudüs'ten gelen iki Bizanslı, Meryem Ana'ya ait olduğu iddiasıyla getirdikleri giysileri burada saklamışlar. Böylecene kilisenin önemi artmış. Ancak fetihten 20 yıl kadar önce yanan bu kilisenin yerine bügün 1900'lerde yapılmış olan küçük şirin bir kilise bulunmakta.
Ayrılmadan önce küçük bir hatıra fotoğrafı çektirmeyi unutmadık tabii.
Artık Haliç'e inmiştik. Feshane'nin önünden geçerek Eyüp Sultan'a doğru ilerledik. Karnımız da acıkmıştı ve burada kendimize ve zevkimize göre bir yer bulmak için turlamaya başladık, onu beğenmedik bunu istemedik sonunda bir Karadeniz lokantasında karar kıldık (Rizem Cafe Restaurant 0212-5640353).
Sibel hemen yemeklere baktı ve kendisi için tadımlık bir karalahana çorbası ve hamsili pilav ısmarladı. Ben de bir çorba ve fasulye turşu kavurması istedim. Benim için nefisti bunlar, Sibel çorbayı pek beğenmemiş olsa da pilava bayıldı (açlıktan olsa, çektiğim yemek fotoları iyi çıkmadı, o nedenle göz zevkinizi bozmamak için eklemedim). Hemen sahipleriyle sohbete girişip gene grup olarak geldiğimizde indirim hakkını elde ettik (aslında bu çaba daha çok Sibel'e ait - itiraf edeyim). Yemekler uygun fiyatta, çorba 2,5 , hamsili pilav 5, turşu kavurma 4, muhlama 5, z.yağlılar 4 - 5 lira arası değişmekte. Tabii çaylar müesseseden olduğundan bolca içiyorsun :))
Laf lafı açtı, mantarlardan, yemeklerden girdik Rize'nin havasından suyundan çıktık. Gelecek sefere geldiğimizde muhlama yemeğe karar vererek ayrıldık ve artık Piyer Loti'ye çıkacak zaman kalmadığından Eyüp Sultan Cami önünde son bir hatıra resmi çekip dönüşe, Karaköy'e doğru yola çıktık.
Eyüp Sultan Cami 1458'de Fatih Sultan Mehmet tarafından yaptırılmış olup Müslümanlarca kutsal sayılan yerlerdendir. Burada Eyüp Sultan Türbesi, sandukasının ayak ucunda bir pınar, avlunun ortasında asırlık bir çınar ağacı bulunmaktadır. Bu kadar çok kabir, türbe, lahit başka bir camide iç içe geçmemiştir. Serviler ve mezarlıklar cami çevresini uhrevi bir mekana dönüştürmüşlerdir.
Dönüşte Balat yakınlarında Sibel'in bir arkadaşına, Bora'ya rastladık ve kısa bir sohbet ettik. Çalıştığı balık malzemeleri satan dükkanda tulum ve fener baktık ama almadık. Tulum biraz ağırdı (1,6 kg) ve biz daha hafif bir şey arıyorduk.
Cibali'den Has Üniversitesi önünden geçip Atatürk Köprüsü üzerinden Perşembe Pazarı içinden Karaköy'e geldik. Ayrılık vakti gelmişti ve Sibel'le vapur gişelerinde vedalaşıp kısa bir surede Nişantaşı'na dönmüş oldum. Sibel'in yolu daha uzundu. Sonuçta ben de 40 km yol yapmış ve 6 saat dolaşmıştım.
Bayramda hava güzel olursa (ki son günleri olacakmış) Küçükçekmece tarafına bir uzanmak istiyoruz. Gelmek isteyen?
Daha fazla bilgi için: