29 Eylül 2020

Keşif Turları; Halkalı-3


Pedal pedal bölgeyi tarıyoruz. Daha önce gidip de unuttuğumuz, değişime uğramış bölgeleri yeniden görmek adına Halkalı’ya 3’üncü keşif turu bu. Büyükçekmece sonrası gölün çevresini döner Bahşayış üzerinden gelirdik Halkalı’ya. Bugün gölü dönmeden, Büyükçekmece’den Alkent 2000 üzerinden giden yolu pedallayacağım... demiştim ama Cengiz’in de dahil olmasıyla... pedallayacağız.


Sabah erkenden Bostancı’dan Marmaray’la Mustafa Kemal istasyonuna geldik. Bir saatlik yolculuk boyunca işletme bir kere olsun sosyal mesafe ve maske konusunda anons yapmadı. Üç hafta önce bunu fark etmiş ve TCDD işletmesine yazılı hatırlatmıştık. Belki dikkatlerinden kaçtı, uygulasınlar diye. Ancak görüyorum ki niyetleri yok! Tekrar mı uyarsam acaba? Boş trende sorun değil ancak dolduğunda kimse mesafeye dikkat etmiyor, uyardığında da tartışma çıkıyor. Haklılığını gösterecek bir anonsun olması çok faydalı olur(du).

Ledoux'un (1736-1806) Fransa
 Ulusal Kitaplığı Projesi


Korona nedeniyle hijyen konusunun ne denli önemli olduğunu –tekrar- hatırlatmakta yarar var. Anladık mı bilemiyorum! Arradamento Mimarlık dergisi Eylül-Ekim sayısında MÖ 4 binden günümüze gelen “Hijyen Tarihi”ni ele almış. Giriş yazısından bir bölümü paylaşmak istiyorum: Hijyen ve Mimarlık; bugünlerin kaçınılmaz konuşma başlığı hiç kuşkusuz hijyen. Kişi ve beden sağlığından kamu sağlığına uzanan bir kapsamda tüm dünyanın temel korku konusunu oluşturuyor. Doğrudan mimarlıkla da bağlantılı. En dar anlamlı olduğu bedenden başlayarak kentin, metropolün ve ülkenin, hatta dünyanın makro-mekanına dek soyut bir toplumsallıkta değil, fiziksel çevrede varlık kazanıyor ya da kazanamıyor. Aslında her çağda insanoğlunun en önemli kaygılarının arasında yer alıyordu. Ancak, bugünkü anlamıyla hijyen 18. yüzyıldan öncesine uzanan bir kavram değil. Sözgelimi hemen her toplumda önemsenen beden temizliği ve yıkanma pratiklerinin geçmişte hijyenik anlamının bulunduğunu bile söylemek olanaksız. Romalılar zengin ve gelişkin hamam kültürlerine ve mimarilerine karşın, tekstil temizliği için genel helaların sidik birikimlerinden yararlanıyorlardı. Sabunun yayılımı ancak 11. yüzyılda Venedik’ten başlayacak ve yavaş olacaktı. O nedenle Türkçe dahil sayısız dilde adı hala İtalyanca (sapone). Örneğin, Batı Akdenizli İbn Battuta 14. yüzyılda bugünkü Pakistan’da hala saç temizliği için kil kullanıldığını anlatır.

Bir havagazı şofbeni reklamı
(Cumhuriyet, 12.01.1937)
 

Ancak, hijyenin özellikle Türkiye’de sanılanın aksine sabunla ve yıkanmayla bağlantısı epey dolaylı. Hamam hijyenin mekanı olarak düşlense de, yüzyıllar boyunca her tür salgının yayılmasına imkan veren mekanlardan biriydi. Henüz mikrop ve hatta bulaşma olgusundan habersiz olunan çağlarda hastalıklar en kolay biçimde hamamlardan kapılıyordu. Ev mekanının da bir hastalık kuvözü olarak çalıştığı bilinir. Hala da öyledir. Ailenin ortak bir kaptan yemek yediği, soğukta kardeşlerin aynı yatağı paylaştığı bir dünyada ev tehlikeli bir mekandı. Çok kalabalık konutlarda yaşanıyor, bedenler arası sınırlar kolay çizilemiyor, fiziksel ilişkiler regüle edilemiyordu. Helalar başlı başına bir hijyenik felaket bölgesi sayılabilirdi. Ev parazitleriyse DDT’nin icadına kadar hemen her yerde ciddi sorunlar oluşturuyordu. Fare, binyıllar boyu olağan bir ev hayvanıydı. Bugün ironik bir ifade gibi nitelenebilir, ama geçmişte savaşta ölmek en sağlıklı ölümlerden biriydi. Sayısız asker yaralanıp tedavi görürken kaptığı enfeksiyonlardan ölüyordu.

Hepsinin değişmeye başlaması için 18. yüzyıldan itibaren hem hastanelerin hem de konutların hijyenik kılınması için çabalanacaktı. Pavyon tipi hastaneler eski geniş koğuş sistemini adım adım tasfiye etti. Konutlardaysa tuvalet ve mutfağın hijyenik hale getirilmesi uzun sürecek ve hala devam eden bir süreç oluşturacaktı. İnsanlığın bugün de bir hijyen mücadelesi içinde olduğunu söylemek mümkün. 

 

Mustafa Kemal istasyonunda indik. Bir hatıra fotosu sonrası peronu geçip sıra üst kata çıkmaya geldi. Yürüyen merdiven hazır, bizi bekliyor. Asansör yerine buraya yöneliyoruz (daha doğrusu ben yönlendiriyorum). Cengiz’in bisikleti iterek merdivene girmesiyle fotoseller hareket komutunu veriyor ve merdiven yürümeye başlıyor. Daha lafım bitmeden -“frenleri sık!”- dengesini yitirmesiyle Cengiz gerisin geriye yuvarlanmaya başlıyor. Panik durumu bende. Çevredeki iki kişi hemen yardıma koşuyor. Biri Cengiz’i diğeri bisikleti  kontrol etmek üzere. Taklalar taklalar taklalar... Uzatmayayım, bu ters durumu çok az zararla atlatıyoruz. Kollarda ve sırtta sıyrıklar, bisiklette orta aktarıcının kayması şeklinde. ... Olay mahallinde yaptığımız müdahale sonrası bir eczane veya sağlık birimi bulmak üzere başlıyoruz pedallamaya. Küçükçekmece’yi geride bırakıp Avcılar dolgu alanına geldik. Yoldan iki kere, daha öce tanıştığımız Anka Bisiklet’ten Cengiz Beyi arıyor, ancak ulaşamıyorum. Belki bize bisikletin vitesi konusunda bir yardımı dokunur düşüncesiyle.

 

Bugün ters bir gün mü? Avcılar Sahil Park girişinde de ben ayaklarımı pedaldan geç kurtarıyor, (hafif bir) seyir halindeyken sağıma düşüyorum.  Haliyle de dizde bir sıyrık oluşuyor. Ancak Cengiz’in yanında devede kulak sayılır bendeki. Ama uzundur düşmemiştim velespitin üzerinden.

 

Tamirciyi gökte ararken yerde buluyoruz. Parkın içinde bebelere bisiklet kiralayan bey-arkadaş desem daha doğru olacak, orta aktarıcının düzeltilmesinde inanılmaz bir katkı sağlıyor. Ve de karşılık beklemeden. Cengiz de bir enerji bar ile kendisine şükranlarını sunuyor.

 

İyi kötü işleri düzelttik, bir de nöbetçi eczane bulsak. Bunu için Avcılar’ın içlerine girmemiz gerek. Sıkı bir rampadan tırmanıp eczane arayışındayız. Kapalı olanın camından okuduğumuzu bir hanımın tarifi ve de Google haritanın desteğiyle aramaktayız. Kılavuz bizi bir pazarın içine sokuyor. Bir süre içinden geçip fazla dayanamayıp arka yoldan Ayşe Eczaneyi buluyor, Cengiz -durumunu gören eczacı kalfası yasak olmasına karşın- pansumanını yaptırıyor ve yolumuza devam ediyoruz. 

 

Programın başı böyle olmayacaktı. Sahil dolgu alanından geçip Hacı Osman Ağa Cami karşısındaki kıraathane, her zamanki mola yerimizde kahvaltımızı edip devam edecektik. Şimdi farklı bir yerden çıktığımızdan burasını bulamıyor, nerede olduğumuzu anladığımda da çok geride kaldığını görüyorum. Yol üzerinde de çay içilebilecek yer çıkmadığından devam ediyoruz Ambarlı’ya doğru.

 

Cengiz için buraları ilk. Benim için çok oldu. Çevredeki değişimi gözlemlemekteyim. Ambarlı’ya inen yolu çift şerit yapma hazırlığı bitmemiş. Halen dar bir şeritten gidiliyor. Haliyle araçlar yakın geçmekte. Hele de bir TIR gürültüsü ve rüzgârıyla geçip oldukça tedirgin edici oldu.

 

Ambarlı’dan Beylikdüzü’ne tırmandık. Cengiz de e-bisikletini böylece test etmiş oldu. Süper, bununla gidemeyeceğin yer yok diyor. Geldiğimiz noktada lokantamsı yerler çok ama çay içilecek yer yok. Bunun üzerime Cengiz yanımdaki termosta var, onu içelim teklifiyle parkta gölge bir bankta kahvaltımız ediyor ve sabahki olayı tekrar değerlendiriyoruz. “Her şey çok ani oldu, ne olduğunu kavrayana kadar olay bitmişti. Nedense insan bisiklete hakim olmaya çalışıyor. Halbuki bıraksan sen kalacaksın o zaten yuvarlandığı yerde duracak.” diyor Cengiz. Doğru, refleks olarak bisikleti kurtarmaya çalışıyor insan.

 

Vakit olarak geride kaldık olaylardan dolayı, saatler öğlene gelmekte. Yola devam. Bundan sonra çoğu iniş olacak yolumuzun. İki küçük tırmanış hariç. Buraları keyifli yerler. O nedenle de fazlasıyla inşaat yapılmış ve yapılmakta. Ama çoğu daha boş. Dünkü sıcaklık yok bugün, hava rüzgarlı. Denize paralel sürüyoruz. Güneş, suyun üzerinde yansımış ayna gibi parlatmakta. Güzel bir gün pedallamak için. Fazla da insan yok çevrede. Direksiyon eğitimi yapanlar dışında.

 

Geçenlerde arkadaşım Recep “Dilimize Yerleşmiş 10 İstanbul Deyimi” diye bir yazı paylaşmıştı. İşte aralarında seçtiğim ikisi (bayılıyorum bunlara).

 

Dingonun Ahırı: İstanbul’da ulaşım için atlı tramvayların kullanıldığı yıllarda, iki at ile çekilen tramvaylara, dik Şişhane yokuşunu çıkabilmesi için fazladan atlar koşturulurdu. Azapkapı’da tramvaya eklenen takviye atlar, Taksim’de Dingo isimli bir Rum vatandaş tarafından işletilen ahırda dinlendirilir, sonra tekrar Azapkapı’ya götürülürlerdi. Gün içinde sürekli atların girip çıktığı ahırın bu durumu dolayısıyla, girenin çıkanın belli olmadığı, yahut her önüne gelenin girip çıkabildiği yerler için bu deyim kullanılmıştır.

 

Püsküllü Bela: II. Mahmud devrinde önce askerler, ardından memurlar için resmi başlık olarak kabul edilen fes, kısa sürede halk arasında da kullanılmaya başlanır. Fesin yaygınlaşmasıyla beraber değişik renk ve biçimlerde, püsküllü ve püskülsüz biçimde modeller ortaya çıkmıştır. Yağmur ve kardan kalıbı bozulan, rüzgarda püskülleri sürekli karışan fesin kullanımı zahmetli ve masraflı bir iştir. Püsküllü bela deyimi bu durumdan esinlenerek ortaya çıkmıştır.

 

Dingo ve Püsküllü şekilde J sürerek Gürpınar’a ve Galibi Vakfı’na gelmiş olduk. Sağımızda tepesinde kocaman Allah yazan bina. Bir geçişimde müzesini ziyaret etmiş, az çok bilgi edinmiştim. Cengiz de meraklı bu konulara ve giriş yapıyoruz. Avlusunda türbesi, önünde dua eden hanımlar ve çocuklardan oluşan bir grup. Müze kapalı, bizim için açılıyor. Bir genç beyden Galibi tarikatını dinliyor, merakımızı sorular sorarak gidermeye çalışıyoruz.

Galip Hasan Kuşçuoğlu,
 1919-2013


İslam dünyasında bazı tarikatların Hz. Ebu Bekir’e bazılarının da Hz. Ali’ye dayandıkları kabul edilir. Silsilelerini Hz. Ali’ye dayandıran tarikatlar genel olarak Alevî -meşreb- olarak isimlendirilmiş, aynı zamanda cehrî zikri tercih eden tarikatlar da Alevî kelimesi ile nitelendirilmiş, Hz. Ali de cehrî zikri benimseyenlerin pîri olarak kabul edilmiştir. Zikirlerini genel olarak cehri yapan Galibiler de mezhepte Hanefi, meşrepte Alevi olduklarını kabul etmektedirler. Tarikatın kurucusu Galip Hasan Kuşçuoğlu’dur. Ağustos 1993 tarihinde manevi meclisin kararı ile Kadiri ve Rufai tarikinin birleşimi olarak, Galibiliğin bir kol olarak Galip Hasan Kuşçuoğlu’na verildiğine, o mecliste Seyyid Abdulkadir Geylani, Seyyid Ahmed Kebir Rufai, Şeyh Ahmet Yesevi, Şeyh Ahmed Kuddusi daha nice maneviyat büyüklerinin bulunduğuna inanılmaktadır. Kuşçuoğlu 2013 senesinde vefat etmiştir. O’nun vefatından sonra tarikatta herhangi bir dağılma olmamış, halifelerinden olan Ali Yetkin Şekerci ve Atıf Uzunömeroğlu tarikatın yeni şeyhleri olarak kabul edilmişlerdir. Galibilerin faaliyette olduğu illerde yapılan istişareler sonucu bazı illerde Ali Yetkin Şekerci, bazı illerde de Atıf Uzunömeroğlu şeyh olarak kabul edilmiştir. Bütün Galibi dervişler tarafından her iki şeyhe karşı derin bir hürmet ve saygı gözlenmektedir. Galibilerin ibadetlerini yaptıkları mekanlara “Kitap Sünnet ve Asra Uygun İbadethane” adı verilmektedir. Galibi dervişleri bu mekanı daha çok dergah olarak isimlendirmektedir. Galibi dergahının iç süslemelerinde on iki köşeli ve sekiz köşeli süslemeler dikkat çekmektedir. On iki sayısının yukarıda söylendiği gibi on iki tarikatı, sekiz sayısının da Selçuklu yıldızını temsil ettiği tahmin edilmektedir.

Sobiad


Merakınız varsa daha fazla bilgiye sitelerinden ulaşabilirsiniz: Galibi Vakfı.


Burada uzun bir zaman geçirdik. Cengiz bir ara kendini iyi hissetmedi, istirahat etmek istedi. Bu sırada arkamızdaki binada yapılan zikir ritüelinin sesleri dışarıya taşmaktaydı. Sonrasında dağıtılan çorbanın iyi gelmesiyle yolumuza tekrar koyulduk. Saatler de 3’ü çoktan geçmişti. Daha yolumuz çok.

Hand with Reflecting
 Sphere, 1935


Nereden nasıl aklıma düştü bilemiyorum. Vakfın avlusunda otururken zihnimde Escher canlandı. Güzel sanatlardaki öğrencilik yıllarımda, yani 72’lerde arkadaşım İdris tanıtmıştı Hollandalı sanatçıyı. Grafik sanatları dışında bilimle ilgilenen ve popüler bilim yayınlarını takip edenler Escher'i ve onun eserlerini yakından tanır. Farklı kişiliği, matematik kullanarak yarattığı eserler nedeniyle. Yaşamına kısaca bakacak olursak: M.C. Escher 1898 yılında Hollanda’da doğdu. Çizimlerini gösterdiği grafik öğretmeninin tavsiyeleriyle grafik üzerine çalışmaya başladı. Seyahat zevkinin etkisiyle İtalya’ya gitti ve burada birçok çizim yaptı. 1935 yılında çok sevdiği İtalya’dan, yükselişteki faşist hareket yüzünden, ailesiyle beraber İsviçre’ye taşındı. 1937’de eserlerinin birkaçını gösterdiği kardeşi Berend, onu matematiğe yönlendirdi. 1937’nin sonlarına doğru ailesiyle Belçika’ya taşındı. 1941’de Alman işgali yüzünden ailesiyle beraber Belçika’dan Hollanda’ya kaçmak zorunda kaldı. Sonraki yıllarda gelecekte çok ünlü olacak birçok çalışmasını yaptı. 1972’de hayata veda etti. > Escher

Waterfall, 1961 / Reptiles, 1943

O yıllarda saatlerce eserlerine bakar, içinde dalıp giderdik hayallerin peşine... Metamorfozlar, paradokslar... Bugün bile etkisinde kalmamak mümkün değil. İşte size bir kaç çalışması...

 

Gürpınar’da Beylikdüzü Belediyesi mangal yakmayı yasaklamış, ne de iyi etmiş. Diğerlerine örnek olsun. İnsanlar çayırlarda piknik  yapmaktalar. Bu bölge muhafazakar bir görünüm sergilemekte. Kıyıya indiğinizde profil değişiyor. Denize girenler, güneşlenenler... Bugün biraz dalgalı olduğundan daha az insan görüyoruz. Yoksa iğne atacak yer bulamazsınız. Şunu da eklemek isterim; burasını seviyorum. Deniz-güneş-plaj... İnsanları daha rahat hareket etmelerini sağlıyor.

Metamorphose, 1937 / Sky&Water, 1938


Deniz kenarından sürerek, tuzlu ayranla Cengiz’in tansiyonunu yükselterek, Starbucks’da fazla sıra olduğundan pas geçerek, Mado’dan ikişer top dondurmayla damağımızı lezzetlendirerek Büyükçekmece’ye ulaştık. Bundan sonrası dönüş. Fi tarihinde bir kere geçmiştim, o yolu bulmaya çalışacağız. Bugünkü turun amacı bu değil miydi?

 

Mimar Sinan heykeli önünde çektirilen bir foto sonrası Google kılavuzluğuyla yola koyulduk. Hafif bir iç kesimden geçip çift şeritli bir yola giriyoruz. Gidiş geliş bir yol yapılmakta. Bir yönü daha açılmamış. Asfalt fevkalade. %5’le başlayan hafif bir tırmanış 9’la devam ediyor. 3 km (gibi) sonra bu çift şerit sonunda bitiyor ve eski dar yola dönüşüyor. Devamını nasıl getirecekler meçhul! Alkent 2000 diye sorarak geldiğimiz çataldan sol yapıp devam ediyoruz. Buralardan ilk geçtiğimizden yolu karıştırmamız doğal değil mi?

 

Hadımköy yoluna çıktık. Sağdan gitsek TÜYAP tarafı, Avcılar-Beylikdüzü olacak. Geldiğimiz noktaya dönmüş olacağız. Sola sapıyor, bir müddet kenardaki bisiklet yolunu kullanıyor, ancak asfaltın daha düzgün görünmesiyle (ve de olmasıyla) iniyor, yüksek binaların olduğu bir bölgeye, inşaat halinde bir yola geliyoruz. Sağ taraf kazılmış, düşük banket, toprak bir yol var, yapımı sürmekte. Kenara uyarıcı kukalar dizmişler. Araçlar da sanki birinden kaçarcasına hızlılar. Yanımızdan geçişleri ürpertici LLL. Alkent 2000 içinden geçip bildiğim yol yerine alınan tarif üzerine girmeyip düz devam ediyoruz. Mercedes diye sorarak, farklı tarifler alarak, Google’dan araştırarak yön bulma çabalarındayız. Neyse uzatmadan; Mercedes solumuzda kalarak caddeyi sürüp Esenyurt diye devam ederek, uzun yokuşlar inerek, sonrasında TEM yoluna paralel yan yoldan devamla, ki burasını hatırladım, fi tarihinde geçmiştik, BİM’in merkezi vardı. Bir karmaşık kavşaktan U dönüşü yapıp Bakçeşehir’e geldik. Taksi durağından alınan tarifle devam. Aqua Dolphin sonrası geldiğimiz yol artık bildiğim, Altınşehir ve sonrası Halkalı olacak.

 

Cengiz doğru bir gerçeği vurguluyor; insanımız yön-adres tarif etmekte çok başarısız. Sol diyor sağ gösteriyor, 1 diyor 5 km çıkıyor. Bu da nereden kaynaklanıyor acaba?

 

Çay, canımız çay istiyor. Arayarak, sağa sola bakarak sürüyoruz. Tek bir çaycı yok ortalıkta. Hayret doğrusu. Sonunda Halkalı istasyona gelmeden mola verdiğimiz BP’deki Kolcuoğlu Restaurant’ta bir künefeyi paylaşıp çaylarımızı yudumluyoruz. Çok da güzel demlenmiş. Üç bardak ancak kesiyor beni., 4’üncüyü de içerdim gari. Çayı tek yazmış genç J Biz de bahşişimizi ‘bonkör’ tutuyoruz. Fransızca ‘bon Coeur’ cömert anlamında. Ne çok yabancı sözcük var değil mi dilimizde? Bunu yadırgamıyor, tüm toplumları böyle melez bir kültürel, ekonomik, siyasal ortamda yaşıyor olduğunu görüyor-kabul ediyorum. Bu konuda güzel  bir yazı var, onu da başka bir turda konuşalım.

 

Marmaray’ın arka vagonuna yerleşip 1 saatlik yolculuk sonrası Bostancı’da ayrıldık Cengiz’le. Hava kararmış. Eve varmam 8 buçuk. Firuzan gece mesaisinde. Bu akşam sevkiyat var.

 



 











Keşif Turları; Halkalı-3: Dudullu-Bostancı-(tren) Mustafa Kemal-Avcılar-Beylikdüzü-Gürpınar-Büyükçekmece-Bahçeşehir-Halkalı-(tren) Bostancı-Dudullu

 

Tur tarihi: 27 Eylül 2020

Kat edilen mesafe: 79,22 km.
Ortalama hız: 16,7 km/sa.
Bisiklete biniş süresi 4 sa. 44 dk., dışarıda geçen süre 13 sa. 16 dk. 
En yüksek sıcaklık 29 ˚C, en düşük 21 ˚C, ortalama 25,2 ˚C
İrtifa kazancı (çıkış) 1396 m, kaybı (iniş) 1394 m.
En düşük irtifa 0 m., en yüksek 186 m.

 

Garmin yol bilgileri Keşif Turları; Halkalı-3

 

Relieve yol bilgileri Keşif Turları; Halkalı-3

 

 


Bostancı'dan bindik trene, başımıza gelecekleri bilmeden.


Ambarlı'ya inen yolda çift şerit çalışması sürmekte.

Parkta kahvaltı edip tekrar yoldayız.

Gürpınar, buraları güzel yerler. Denize paralel sürüyoruz.


KalaBalık - bu tarz espri Et için de var.


Para - niye acaba?

Bugün deniz dalgalı. Giren hiç yok.

İkişer top dondurmayla ağzımızı tatlandırdık.

Büyükçekmece

Gidiş geliş çift şerit yol yapılmakta...

... ama sonu gene eski yola bağlanıyor.


TEM yoluna paralel yan yoldan devan ediyoruz.

Geniş bir cadde, düzgün bir asfalt.


28 Eylül 2020

Utrecht Şehri Dünyanın En Büyük Bisiklet Park Alanını Açtı

Stationsplein Utrecht bisiklet garajı 12.500 bisikletlik yeri ile Tokyo'nun 9.400 sığdırma sınırlı Kasai metro istasyonunun elinde bulundurduğu rekoru geride bırakıyor. Tamamlandığında garaj ve çevresi 22.000 bisiklete kadar alan içerecek.

Bisiklet garajı; Ector Hoogstad Architecten tarafından tasarlanan ve Utrecht Şehri, ProRail ve NS (Hollanda Demiryolları) tarafından üstlenilen bir proje olan Stationsplein merkez tren istasyonunun yeniden yapılanmasının bir parçası. Çok farklı işe gidiş gelişlere izin vermek için toplam 22.000 alan, istasyon girişlerinin yakınındaki bisiklete özgü beş gruba bölünecek.

Günün 24 saati açık olan kapalı bisiklet parkı -sürücülerin yerlerini bulmalarına yardımcı olmak için- şehrin toplu taşıma sistemlerinde kullanılan çipli kartla desteklenen dijital bir sistem kullanıyor. Bisikletçiler için ayrıca bisikletleri tamir edecek, bakımını yapacak ve parça-aksesuar satan bir bisiklet servis istasyonu da bulunmakta.

Bisiklet parkı üç kademeye ayrılmış: en üstü ve en altı günlük park için kullanılırken, orta kat daha uzun süreli park olanağı sunmakta. Özel bir alan, daha geniş gidonu olan bisikletler veya tandemler gibi farklı bisiklet modelleri için yer sunmakta. Bununla birlikte bisiklet parkı 24 saate kadar ücretsiz.

Şehir, yaptığı açıklamada, "Bisiklet sayısı kadar bisiklet askısı bulundurmak temel dileğimizdir. Böylece tüm bisikletçiler bisikletlerini bir askıya park edebilirler." dedi.




Katkıları için Vehbi’ye teşekkürler.






23 Eylül 2020

Gran Fondo haracı!

Türkiye Bisiklet Federasyonu’nun amatör bisiklet yarışı ‘Gran Fondo’larla ilgili aldığı karar büyük tepki topladı. Organizatörlerin büyük zorluklarla, maddi sıkıntılarla ve kısıtlı bütçelerle düzenledikleri Gran Fondo yarışlarındaki katılım payını, sporcu başına 50 TL olarak belirleyen Bisiklet Federasyonu’nun bu uygulaması, bisiklet camiasında “Federasyondan Gran Fondo” haracı olarak yorumlandı. Türkiye’nin dört bir yanında, özellikle amatör veteran sporcuların katılımıyla yapılan yarışlara son yıllarda ilginin artmasıyla bisiklet sporu önemli bir ivme kazanmıştı. Ancak Bisiklet Federasyonu geçen günlerde, katılımcı başına aldığı 10 lirayı 50 liraya çıkarttığını ilan ederek tepki çeken bir karara imza attı. KDV ve POS komisyonu ile aslında organizatöre 60 lira ek maliyet yükleyen bu karar bisiklet severler arasında şaşkınlık yaratırken tepkileri de beraberinde getirdi. Sosyal medyadan kararı protesto eden bisikletçiler, “Federasyon düzenlemediği yarışlardan resmen vergi kesiyor. Tüccar mantığıyla bisiklet sporunu baltalayıcı aksiyonlara bir yenisini daha eklemiştir” paylaşımında bulundular.

Cumhuriyet, 23.09.2020 






22 Eylül 2020

Keşif Turları; Reşadiye


Geçen hafta yağacak diye ertelediğimiz Reşadiye Keşif Turu’nu bu hafta yaptık. Bunca zamandır İstanbul ve Çevresi’ni pedallamaktayız, nedense oraya gitmedik. Eksik kalmasın dedik -iyi ki de yapmışız- ve çok keyifli bir rota (şehir içi kısmı hariç!) çıktı ortaya. Şöyle 85 km’lik bir daire.

Saat 8’i az geçe başladık pedallamaya. Hava kapalı ve serin. Üzerimde ince yelek var. Hatta bir müddet sonra kollukları da takıyorum. Firu ise montu giymiş. Neredeyse kışlık görünümde. Her zamanki rotamız: Küçükçamlıca-Nakkaştepe-Beylerbeyi-Beykoz-Akbaba... Burada mola+kahvaltı. Bardağımız 2,5 liraya doluyor, artık yanımızdakini kullanıyoruz. Parktaki piknik masalarındayız. Az uzağımızda bir film ekibi çekimde. Dizilerden biridir. Çaycı ne olduğunu bil(e)miyor, devamlı buralarda çekim yapıyorlar zaten diyor.

Unutmadan, gelmeden Çubuklu tarafında arkadaşımız Genç Osman’a rastladık. Sağlık nedeniyle bir müddet bisiklete binemeyecek olması hepimizi üzmüştü. Ama en kısa zamanda kendisini tekrar 2teker üzerinde göreceğiz, eminim.

Geçen ay Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü Kalın, sosyal medyada bir açıklama yapmıştı: “Biz masalları olan bir coğrafyanın çocuklarıyız. Bize yüz elli yıldır modernleşme adı altında başkalarının hikayeleri anlatıldı. Artık kendi hikayemizi yazma zamanıdır” demişti. Bu açıklama kimi yazarlar tarafından ele alınıp irdelendi. Prof. Emre Kongar, bu konuda arka arkaya dört yazı yayımladı. Bu yazılarda, gerçek modernleşme hikayemizin Cumhuriyet olduğunu belirtiyordu. 10 Eylül tarihli Cumhuriyet gazetesinden bu alıntı meseleyi çok iyi açıklıyor: Kongar, 1453’te Fatih’in İstanbul’u fethederken dönemin ileri teknolojisinden yararlandığını belirtti ve işgalde top kullandığına işaret etti. Ancak, Fatih’ten 124 yıl sonra, Takiyüd-din Efendi’nin kurduğu rasathanenin, 1577’de Şeyhülislam Ahmet Şemsettin Efendi’nin müdahalesi ve “dünyanın gözetilmesinin uğursuzluk getireceğini” söylemesi üzerine padişah tarafından yıktırıldığını belirtti. 

Fatih’ten 186 yıl sonra 1639 yılında bir Yahudi dönmesi olan Bünyamin’in getirdiği matbaanın bir yıl sonra 1640’ta Padişah Deli İbrahim tarafından kapatıldığını da belirtti. 

19. yüzyılda, Fransa’da pozitif ilimler eğitimi için gönderilen Tahsin Hoca’nın dönüşte İstanbul Darülfünunu’na Baş Hoca (Rektör) olarak atandığını, “oksijen olmadan canlıların yaşayamayacağını göstermek” amacıyla içine konulduğu fanusun havası boşaltıldığında bir kuşun nasıl öldüğünü deneysel olarak gösterince, Tahsin Hoca’nın “zındık” denilerek görevden alındığını ve o günün üniversitesinin de kapatıldığını yazdı. 

Prof. Kongar, bu örneklemelerle Sayın Kalın’a dolaylı olarak ve incelikle Osmanlı’da durum böyle, peki siz “nasıl bir hikaye” düşünüyorsunuz sorusunu soruyordu...

Dereseki yokuşunu tırmandık, Riva yolunda keyifle kaymaktayız. Yanımızdan 6-7 motorlu bir grup geçti. Hepsi de ‘Gold Wing’. Hani şu Honda’nın dev motosikleti, 1800 cc hacimli (arabadan fazla), koltukları ısıtmalı, geri vitesi bile olduğu anlatılan...

Çok çok ince yağmur damlaları düşmekte. Yağmayacağı tahmin edilmişti ama yukarıdakinin ne yapacağı belli mi olur? Yağdırır da kaldırır da J

Paşamandıra’dan geçtiğimize çok seviniyorum. Hazırlıklıyız, yumurta ve yapraklı ekmek alacağız. Yanımızdaki kaplara 12 ad. sığıyor, 2 de ekmek, hepsi 32 lira tutuyor (ekmek 8-, yumurta 1,30).
14 Kasım 1951 - 27 Temmuz 1970

Havanın durumu biraz olsun piknikçileri azaltmış. Yoksa buraları araç kaynardı. Ama gene de gelen geçen oluyor. Bölge çok güzel. Riva kıyısına kurulu piknik mekanları/lokantalar/işletmelerin çoğu çocuklar için de oyun alanları oluşturmuşlar. Firu’nun dikkatini çekmiş, işletmeler hep şahıs isimleriyle: Ekrem’in Aile Yeri, Cemalin Yeri, Çetin Baba Restoran, Sadık Baba’nın Yeri... şeklinde. Biraz da kır düğünü yapılan yerler görülüyor buralarda. Hatta bazılarında kutlamalar var, damat-gelin fotoları çekiliyor. Çevredeki villalar oldukça büyük arazilere sahipler. Kimi oldukça bakımlı, çok keyifli görünmekte. Şimdi Cam Ocağı’nı geçtik. Normal zamanda burada pazarları hep bir etkinlik olur, önü araç dolardı. Bugün mağaza hariç kapısı kapalı.

Öğümce geçildi, Cumhuriyet köyüne doğru yol alıyoruz. Buraları halen yeşil. Çok güzel yerler. Yolun evsafı şahane, rampa yok, keyifle pedallamaktayız. Sağımızda dev bir ‘Taktikal Paint Ball’ alanı geçilmekte. Kale bile yapmışlar. Oldukça eski bir kuruluşmuş, 1999’da başlamışlar bu işe Parkorman’da. Hiç oynadınız mı? Ben hayır. Çocukluğumda ‘Komen, eller yukarı’ diye bir Kovboy-Kızılderili oyunu oynardık, mantar ya da su tabancalarımızla. Düşünüyorum da o zamanki oyunları: saklambaç (bir de kukalısı vardı), körebe, uzun eşek, birdir bir, yakar top... Hayatımız mahallede-sokakta geçiyordu -okula gitmediğimizde tabii- J.  

Şöyle bir yazı okumuştum; kurucusunun ismiyle anılan hiç bir devlet/imparatorluk olmadığı! Osmanlıcılık hevesleri ve üzerinden yürütülen siyaset... İtalyanların yeniden Roma İmparatorluğunu istemeleri ne kadar sizi güldürüyorsa bu da aynısı. ... Atatürk, yaptığı dev devrimlerle Türk ulusunu çağdaş uygarlığın ötesine geçirmeye çalışmıştır. Cumhuriyet bir Türk Rönesans’ıdır. Atatürk’ün tekkeleri, zaviyeleri kapatırken 1925 yılında söylediği “Türkiye Cumhuriyeti, şeyhler, dervişler, meczuplar ülkesi olamaz” sözü boşuna değildir. Arap hayranlığı, ümmet kavramı, Osmanlı hayranlığı sizi ancak geriye götürür. Bu düşüncelerle emperyalist ülkelerin oyuncağı olursunuz. 
Fatih Nurullah

Benim için Eylül’ün Yıldızı Uşşaki şeyhi Fatih Nurullah. Bu kişi sayesinde tarikatı da tanımış olduk: Uşşaki tarikatı Halveti Tarikatı'nın bir kolu. Merkezleri İstanbul Kasımpaşa'da. Uşşaki tarikatı 'İpek Yolu' olarak da anılıyor. Bunun sebebi tarikatın önemli isimlerinden olan İbrahim İpek Çorumi'nin etkisi. Fatih Nurullah da Uşşaki tarikatını ondan devraldı.

Cumhuriyet köyüne kadar daha önce pedallamıştık. Şimdi yolumuz soldan Reşadiye olarak ayrılıyor. Bir müddet daha bayırsız süren rotamız artık tırmanmaya başlıyor. Yolun durumu ama şahane. Sağda solda köpekler ve kulübeler var. Anlaşılan besleme yapılıyor buralarda da. Alemdağ ormanlarından geçmekteyiz. Arada çıkılan rampalar hiç de yabana atılacak gibi değil, %14 bile var. Kafa radyomda Fleetwood Mac çalıyor. The Cain; 1977 tarihli Rumours albümünden. Grup 1967’de, geçtiğimiz temmuzda 73 yaşında ölen Peter Green ve Mick Fleetwood tarafından kurulur. İki döneminden söz ederler. İlki 75’lere kadar sürer. Sonra Christine McVie, Stevie Nicks ve Lindsey Buckingham’ın katıldığı dönem gelir. Video bu dönemden. İki sarışının arka vokali, muhteşem gitar solosu, hırslı davul ve derin bir bas eşliğinde... Tam da bana göre, rampayı tırmanırken J


%25 yağmur ihtimali kendini gene gösteriyor. Damlalar bu sefer daha fazla. Orman yolunda ilerliyoruz. Villalar geçiliyor -kapılarından güzel oldukları belli- ve geldik Reşadiye sapağına, bu turun hedefine. Yoldan ayrılman lazım, içerlek. Ne edelim? İlk geliyoruz, neymiş bir görelim diye dalıyoruz. 300-400 m sonra cami ve devamında köy kahvesi geliyor. Bisikletleri park edip bardaklarımızı burada 3 liradan dolduruyor, yanımızdaki son sandviçi de mideye indiriyoruz. Ama yağmur da uzaktan geldi-geliyor ve daha çayımızı bile bitiremeden inmeye başlıyor. Yağmurluk almamış olmam fena. Firu’nun durumu gene iyi. Artık yapacak bir şeyim yok. Battı balık... J

İstanbul’un yeni ilçelerinden Çekmeköy’ün mahalleleri-köyleri burası. Nereden nereye, Laz Köyü’nden Reşadiye’ye. ... Reşadiye Köyü’nün hem kuruluşu, hem de isminin menşei çok açık belgelere dayanmaktaymış. Çünkü Reşadiye’nin kuruluşu bölgedeki diğer köylere göre oldukça geç bir dönemde olmuş. Şöyle bir tarihçesini okuduğumuzda: Köy adını, dönemin Osmanlı Sultanı Mehmet Reşad’dan alıyordu. Tarihimizde 93 Harbi olarak bilinen 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı sonrasında Hopa ve civarı Ruslar tarafından işgale uğramıştı. İşgalle birlikte Müslüman köylerinde Rusların zulüm, tehdit ve baskıları da arttı. Bunlara dayanamayacak duruma gelen pek çok insan evini, mallarını, köylerini terk edip İstanbul’a hicret etti. Kısa bir süre İstanbul’un çeşitli yerlerinde ikamet ettirildiler. Daha sonra Alemdağ bölgesinde bulunan Hazine-i Hassa çiftliklerinde iki ayrı mahalleye geçici olarak yerleştirildiler. Bunlara Hopa muhacirleri, Gürcü muhacirler, Laz muhacirler ve Batum muhacirleri denildi.

Köyün resmi olmayan ilk ismi Laz Köyü idi. Bunların geldiği dönemde Sultan II. Abdülhamid tahtta olduğu için köye önce Hamidiye ismi verilmek istenmiş ve yapılan girişimler sonucu Şura-yı Devlet kararıyla 26 Şubat 1889 tarihinde Hamidiye Köyü olarak karar çıkmıştı. Ancak bunun için padişah iradesi alınamadığından resmiyet kazanamadı. II. Abdülhamid’den sonra Osmanlı tahtına geçen Sultan Mehmed Reşad döneminde buradaki muhacirlerin girişimleri sonucu, 30 Aralık 1911 tarihli padişah iradesiyle köyün adı Reşadiye oldu. 

Ve yağmurun altında Reşadiye geride bırakılıyor, Alemdağ geçiliyor..., artık şehir trafiğindeyiz. Yolları evde çalışmıştım. İlk geçiyoruz, bazı nirengi noktaları işaretledim ki kaybolmayalım, Alemdağ Kışlası, Çekmeköy Devlet Hastanesi, İstinye Üniversite Köprüsü... Neyse ki yağmur azaldı ve kesildi. Geldik Çekmeköy’e. Feci bir trafik var, araçlar durmuş. Aralarından geçmekte zorlandığımız noktalarda kaldırımı kullanıyoruz. Burası da başka bir İstanbul. Önceleri Ümraniye’ye bağlı iken 2009’da ilçe olmuş. Karman çorman. Göçlerle oluştuğundan kimliksiz diyebiliriz. Adres sorduğumuz bir vatandaşın yönlendirmesi, Firuzan’ın da biliyorum yolu demesiyle kendimizi Şile otobanında buluyoruz. Acayip hızlı-gürültü bir trafik akmakta. Burası değildi benim evde planladığım. Bu yola çıkmamak için rota belirlemiştim. Kaçıyoruz bu karmaşadan, bir pazarın içinden –çok da güzel acı biberleri olan- geçip adres sorduğumuz noktaya geri dönmüş olduk, bir daire çizerek. Şimdi otobanın altından geçip –burası İstinye Üniversite Köprüsü- pedal pedal belirlediğim rotada ilerlemekteyiz. Google’ı açtım, nirengi noktalarına sırayla ulaşıp artık bildiğim yola giriyoruz. Bundan sonrası kolay.
Linda Evangelista

Zaman nasıl bir şey değil mi? Nehir gibi hızla akarak, hepimizi sürüklediği gibi arkasında iz bırakmakta. Einstein’in zaman akışının yavaşladığı ve hızlandığı yerlerin varlığını fark ettiği biliniyor. Görecelilik teorisi, ışığın hızını evrensel hız sınırı olarak belirleyip mesafe ve zamanın mutlak olmadığını, kişinin hareketi ile etkilendiğini göstermiştir. 90’ların süper modeli Linda Evangelista; ne çok beğenirdim kendisini. Fotoğrafları hayranlık uyandırırdı bende... Bir gün zamanda yolculuk olabilecek mi? Ne dersiniz?

İMES’teyiz. Aslı Börek’de –artık bir klasiğimiz oldu- birer çay eşliğinde su böreğini paylaşıyor, biraz nefeslenip bisikleti onlara emanet ederek Metro’dan alış veriş ediyor ve tekrar başlayan yağmurda evin yolunu tutuyoruz. Garaja girdiğimizde Km-Saati 87’yi gösteriyordu.

Süper yeni bir tur çıktı. Eminim bunu daha çok pedallarız.



















Keşif Turları; Reşadiye: Dudullu-Beylerbeyi-Beykoz-Akbaba-Paşamandıra-Cumhuriyet-Reşadiye-Çekmeköy-Dudullu

Tur tarihi: 20 Eylül 2020
Kat edilen mesafe: 84,66 km.
Ortalama hız: 14,0 km/sa.
Bisiklete biniş süresi 6 sa. 02 dk., dışarıda geçen süre 7 sa. 08 dk.
En yüksek sıcaklık 23 ˚C, en düşük 19 ˚C, ortalama 21,4 ˚C
İrtifa kazancı (çıkış) 1254 m, kaybı (iniş) 1213 m.
En düşük irtifa 0 m., en yüksek 235 m.

Garmin yol bilgileri Keşif Turları; Reşadiye

Relive yol bilgileri Keşif Turları; Reşadiye

Hava kapalı ve serin.



Her zamanki rotamız: Küçükçamlıca-Nakkaştepe-
Beylerbeyi-Beykoz-Akbaba...

Beykoz'un bu ağaçlı yolu bir harika.


Akbaba




Otostopçu 




Kır düğünü yapılan yerler de var.

Köprünün bağlantı yolları, viyadükler vs. her yerde tepemizden geçmekte.

Yollarda güvenlik şeridi olması çok iyi. Ama her yerde yok!

Bu uyarı işaretlerini İstanbul'un diğer bölgelerine de koysalar!



Yağmura da yakalandık.

Pazarları gezmek en sevdiğimiz işlerden.