13 Aralık 2013

PiyerLoti Ziyareti

Balkanların üzerinden beklenen kar, gelişini erteleyince biz de elimize geçen fırsatı Piyer Loti’yi ziyaret etmek üzere kullandık. Pazar sabahı Levent ve Serhan’la buluşarak keyifli bir şehir turu attık. Km olarak uzun olmasa da İstanbul’un güzelliklerini, kültürel değerleri ve lezzetlerini tattık, mahallelerin dünü-bugünü’nü değerlendirdik.

Kahvaltı için durağımız Siirt Pazarı’ydı. Unkapanı kemerlerine varmadan sağa sapan yolun sonunda. İMÇ karşısı, Fatih itfaiyesinin arkası sayılır. Eskiden bir hayli dağınıktı, sonra belediyenin çevre düzenlemesiyle turistik değer kazandı. Siirt, Van ve o yöre insanının toplandığı, bölge kültürüne ait yiyecek-içeceklerin satıldığı bu meydana fırsat buldukça geliriz. Nefis çay demlerler. Süslü bardaklarda servis ederler. Bugün İstanbul’un az yerinde rastlarsınız. Belki yıldızlı otellerde. Bakkaldan aldığınız malzemeyi hemen yanı başında bulunan fırına verip şahane pideler hazırlatabilirsiniz. Bize peynirli, içine domates ve biber de ekleyip pişirttiğimiz 4 pide her şeyiyle 12,5 liraya çıktı. 1 tanesini ancak alabilirsin bu paraya. Bakliyat, kuruyemiş, peynir, yağ, bal, baharat cinsinden ne istersen bulunur dükkanlarda. Gelmişken boş ayrılmayıp, Levent Siirt tereyağı, bizse Van otlu peyniri aldık.

Pazarda daha çok ‘Doğu’ vatandaşlarımız ağırlıklı olduğundan kadın görme şansı çok yok. Erkek ağırlıklı bir mahalle. Onlar da bolca sigara içiyor. Neyse ki artık kapalı mekanda içmemeyi öğrendiler, yasaya uymaktalar. Buranın eski halini de bilirim. Kahvede ‘lavaboya su dökmeye’ giderdin, çıkana kadar, iç çamaşırın dahil her yerin sigara kokardı. Zaten göz gözü görmezdi içeride. Bu yasa çok iyi oldu. Ama uymamakta ısrar eden yerler halen var. Kadıköy’de, Karaköy iskelesi yakınında büfe diye adlandırılmış yerler var. Açık mekanını kış için naylonla çevirmiş. 3 tarafı kapalı, yani sağ-sol ve arka. Bu da kapalı mekan tanımına girer. Ama tablaları koymuş, millet fokur fokur içiyor. 184’e bildirdim.

Bu bölgede bulunan ve UNESCO Dünya Mirası listesinde koruma altında olan Zeyrek Camii ve mahallesini gezmeden edemezdik. Ancak camii restorasyon altında olduğundan çevresi perdeyle kapatılmış. Mahallede de pek çok, korumadan kaçmış, estetik yoksunu binalar gözümüzü rahatsız etti. Yetkililerin zaten geç davranması  / gereğini yapmamış olmaları bir zamanlar tartışma konusuydu. Elinizi çabuk tutun yoksa UNESCO’nun koruması kalkacak deniliyordu. Sanırım gene son dakikada treni yakaladık. Burada tescilli 150 bina bulunuyor. Elin adamı da olmasa kültürel değerlerimizi koruyamayacağız.

Unkapanı’na ve Haliç’e tepeden bakan, İstanbul’un en eski semtlerinden biri olan Zeyrek evleri, Türk mimarisinin İstanbul’daki ilk örneklerini yansıtıyor. Evlerde, dönemin aydınları ve devlet görevlileri yaşamış. Tarihî evler, yangınlara ve depremlere rağmen 1900’lü yıllara kadar ayakta kalmayı başarmış. Ancak 1909 yılındaki büyük yangından sonra onarılmış. Cumhuriyet’le birlikte gözden düşen semt, zamanla dar gelirlilerin oturduğu bir yere dönüşmüş. Osmanlı Devleti’nin sivil mimarî özelliğini taşıyan bu evler, bakımsızlık ve ihmal neticesinde yok olmaya yüz tutmuş. Tarihî Zeyrek evleri, 1985 yılında UNESCO Dünya Mirası listesine alındı. Zeyrek, bakımsızlık ve ihmal nedeniyle Kültür Mirası listesinden çıkarılma tehlikesiyle karşı karşıya kaldı. 2003 yılı Aralık ayında önemli bir koruma kampanyası başlatıldı.
Kaynak Arkitera

Daha fazlasını merak ederseniz Zeyrek Camii ve Çevresi başlıklı siteye göz atabilirsiniz.

Çevrede karın doyuracak, çay içilecek pek çok yer var. Bunlardan biri de ‘Kırmasti At Pazarı Meydanı’. Fatih Camisi’nin arka tarafına düşüyor. Soğuktan ve de pazar olmasından dolayı sanırım pek insan yoktu ortalıkta. Ancak bir kere burada da çayımızı içmiştik. Gene aynı nefasette demliyorlar.

Bu bölgenin bir de Çarşamba’sı vardır. Kara çarşaflıların, şalvarlı ve çember sakallıların yoğun olduğu mahalle. Nakşibendiliğe bağlı İsmail Ağa Cemaati’nin karargahı. Bölgede bulunan İsmail Ağa Camii ve onun 1996 yılına kadar imamlığını yapmış olan Mahmut Ustaosmanoğlu cemaatin lideridir. Ama bir hesaplaşma neticesinde 1998’de liderin damadı Hızır Ali Muratoğlu ve 2006’da da emekli imam Bayram Ali Öztürk cinayete kurban gidiyor. Bu günlerde de cemaat ve etki alanları üzerine sıcak gelişmeler yaşıyoruz. Bakalım daha neler öğreneceğiz?

Tabii Kadınlar Pazarı’nı unutmayalım, her çarşamba günü kurulan. Yiyecek dışında geniş bir de tekstil bölümü var. Üst-baş ihtiyacını karşılamak için uzaklardan bile gelindiğini duymuştum.

Çarşamba’yı geride bırakıp Fatih Camii içinden sürdük velespitleri ve hemen yanı başındaki çarşıdan ağır ağır etrafı seyrede seyrede geçip Karagümrük’e ulaştık. Burası da ilginç bir mahalle, çetesi bile var. Hatta ‘Cüppeli’ diye anılan Ahmet Mahmut Ünlü bu çeteye yapılan operasyon sonucunda tutuklanmıştı. Çeteler arası savaş 2000 yılında patlak vermiş, Çakıcı ile Nuriş çeteleri karşılıklı lokal ve kahvehane basmış, medyaya uzun süre malzeme olmuşlardı. Birbirlerine hapishaneden sert tehditler savurmaktaydılar. Hatırlarsanız, Sibel Can, Selçuk Ural gibi isimler de gündeme gelmişti.

Yolumuzu buradan ayırıp karşı kaldırıma geçip, Sulukule tarafına yönelttik. Romanları, yani çingeneleri buradan attıktan (!) sonra  çevreye yeni binalar dikildi, dıştan hoş gözüken. Bilir misiniz, Romanlar İstanbul’un alınışından sonra şehri canlandırmak için buraya davet edilmişler. Dönemin en iyi, en zengin katırcıları, sepetçileri Sulukule’den çıkmış. 50’li 60’lı yıllar buranın en görkemli zamanıdır. Zeki Müren, Müzeyyen Senar gibi sanatçılar eğlenmeye gelirlermiş. Hüsnü Şenlendirici, Adnan Şenses, Kibariye buradaki Eğlence Evleri’nde yetişmişler. Ama Menderes döneminde Vatan Caddesi için Edirnekapı yıkımlarından nasibini alıp surlara doğru kayar Sulukule. 85’e gelindiğinde burası doruğa ulaşır. 34 Eğlence Evleri’nde çalışan 3500 kişi. Mahalle ekonomik olarak kalkınma sağlar, yeni apartmanlar yapılır. Uzun sürmez bu saadet, tamtam sesleri yaklaşmaktadır. Saadettin Tantan’ın Emniyet Müdürlüğü ile Sulukule’ye baskınlar başlar (1990) ve 2 yıl içinde Eğlence Evleri’nin çoğu kapanır. Fatih Belediye başkanı seçilmesiyle de kalan birkaç evin boşaltılması bölgeyi tekrar fakirliğe teslim eder. 2005 ise Romanların kabus yılıdır; Sulukule Kentsel Yenilenme Projesi. Ardından kamulaştırma kararı ve Çingeneler Zamanı’nın sonu.

Son gelişimizde Sulukule’den geçmeye izin vermemişlerdi ama bu sefer giriyoruz. Daha tam yerleşilmiş gibi görünmüyor. Belki de bizim geçtiğimiz bölüm öyleydi. Çünkü etrafta dolanan güvenlikçilere sorduğumuzda “yarısı tutuldu bile” denildi.  -“Kimler tarafından?”  -“Zengin Suriyelilerce.”

Edirnekapı’yı geride bırakarak Gazi Osman Paşa yönüne pedalladık. Şehitlik sağımızda ve solumuzda. Yolda minibüs trafiği bolca. Fazla da müşteri olmadığından kenarda beklemekteler, tam geçecekken hareket etmeleri sinir bir durum.

Küçük ve orta ölçekli sanayi atölyelerinin önünden geçip Rami ve G.O.P’a doğru devam ettik. Gıda Toptancıları Çarşısı’nı sağımızda bırakıp kışlayı geçtikten sonra, ki kışladan günümüze sadece duvarları kalmış, Eski Edirne Asfaltından ayrıldık. Rami kışlası Bedrettin Dalan zamanında geçici olarak gıda toptancılarının kullanımına bırakılmış. Bu geçicilik halen devam etmekte ve süreklilik kazanmış durumda. Halbuki ordu burayı, İstanbul’un nefes alacağı bir alana dönüştürülmesi şartıyla devretmiş.

G.O.P kalabalık bir yerleşim. 1950'den önce burada hayvancılıkla uğraşanların kurduğu ağıllarla bir kaç atölye tipi imalathane varmış. 1952 yılında Balkan göçmenlerine devletin verdiği evlerle başlayan Taşlıtarla serüveni, 60'lı yıllardan itibaren sanayinin Rami ve Eyüp'e kaymasıyla korkunç bir ivme kazanıp 2007 yılı itibariyle ortaya 1 milyonun üzerinde kişinin yaşadığı dev Gaziosmanpaşa ilçesi çıkmış. Bir bakıma Taşlıtarla, Gaziosmanpaşa ilçesinin çekirdeği sayılmakta.

1958 yılına kadar Eyüp İlçesi Rami Bucağına bağlı 'Göktepe' adını taşırken, aşırı göç ve yapılaşma sonucu genişlemesiyle 1963 yılında Eyüp İlçesinden ayrılıp, burada yaşayan halkın isteği doğrultusunda adını Plevne kahramanından alarak 'Gazi Osman Paşa' adıyla ilçe oldu.

2008‘de de Gaziosmanpaşa ilçesi bölünerek Sultangazi ve Arnavutköy ilçeleri ortaya çıktı.

Merkez Camii ve belediyenin de bulunduğu genişçe bir meydanı var. Saadet Partisi bayraklarla donatmış binasını. Neyi kutluyorlar ki? Çanakkale Şehitlik Gezici Savaş Müzesi de otobüsünü buraya çekmiş. İlçede belediye AKP’nin elinde. Zaten 50 yıllık belediye seçimlerine baktığımızda 12 yıl sadece sosyal demokratlar iktidar olmuş, gerisi hep muhafazakar sağ partilerin.

Piyer Loti’ye üst yoldan ulaştık. Böylece Eyüp’ten tırmanmak zorunda kalmadık. Buranın güzel bir pazarı vardır, bugün kurulan, yani Pazar pazarı. Girelim girmeyelim arasında karasız kalıp turist otobüslerinin de park ettiği alana geldik. Her zamanki gibi kalabalıktı tepe. Teleferik de yapıldıktan sonra çıkış daha da kolaylaştı. Yıllardır süren, bir türlü açılamayan turistik binalar/dükkanlar yerine güzelim giriş yolu üzerine kulübeler kondurmuşlar. Kelebek kondurur gibi. Yol daralmış, satış heveslisi çığırtkan satıcıların sesleri kulakları tırmalamakta. Haliyle turist sanılıp laf da yiyorsun. Şu zevksizlik bizde ne zaman geçecek? Eskinin zevki nasıl oldu da kaybolup gitti bu milletten?! Neden güzel ve doğru bir şey yapıl(a)maz? Ne gereği var bu tezgahların burada?

Hava uygunsa güneşli bir masa seçin ve halici güzelce temaşa edin. Ortasındaki adacıklar, kürek çekenler, kıyısında yürüyenler... Bugün tepe Japonlarla doluydu. Kalabalıktılar, fotosuz da edemezler. Tabii Piyer Loti kahvesinde fiyatlar da turistiktir: çay 2,60, kahve 5,20. Çok ince bir hesap.

Servisimizi yapan garson 15 yıldır buralıymış. Kimseye hoş geldiniz demiyorum diyor. Anlayamadık duruşunu, pozitif mi negatif mi? Piyer Bey’i sorduk. Uzundur görünmüyormuş. En son 1913’de buradaymış, Sultan Reşat’ın konuğu olarak. Tam adamına denk gelmişiz. Başladı anlatmaya: “İlk gelişi 1876 yılına rastlıyor, Fransız ordusunun görevli bir subayı olarak. Osmanlı yaşam biçiminden öyle etkileniyor ki Eyüp’te yaşamaya başlıyor. Hatta bununla yetinmeyip giyimini kuşamını da buraya uydurup Arif Efendi oluyor. Aslında Pierre Loti ismi de sonradan alınma. Okyanusya seferleri sırasında Tahitili yerliler tarafından verilmiş. Esas adı Louis Marie Julien Viaud. Loti, egzotik iklimlerde yetişen bir çiçeğin ismidir.” Hayretler içinde anlattıklarını dinlemeye devam ettik. “Aziyade isimli Çerkez kızıyla burada tanışır, aşık olur ve romanına onun ismini verir (1879). Roman, Loti’nin bu kıza olan tutkusunu konu eder. Genç, güzel, etkileyici kıza nasıl aşık olunuyorsa, Loti de İstanbul'a öyle bağlanmıştır. Çünkü Aziyade romanı değişmeye hazırlanan, yeni bir devrin başlangıcı olan Türkiye'yi ve Türk toplumunu anlatmaktadır. 1876 Türkiye’si henüz modernizme geçmemiş, örf ve adetlerini muhafaza eden bir ülke görünümündedir.” Müthiş, hepimizin nefesini kesiyor. “Kendisini her zaman Türk dostu olarak adlandıran Loti, Milli Mücadele döneminde Anadolu'daki direnişe destek vermesi ve kendi ülkesi olan işgalci Fransa'yı ağır bir dille eleştirmesiyle Türk halkının da sempatisini kazandı. Öyle ki TBMM 4 Ekim 1921’de ona şükranlarını sunan bir mektup yolladı, İstanbul Fahri Hemşerisi olarak kabul edildi ve adını taşıyan bir de cemiyet kuruldu. Ancak tüm bunlara rağmen Loti, Türk aydınlarını ikiye böldü. Kimi aydınlar onun gerçekten bir Türk dostu olduğuna inanırken, kimileri de onun aslında Osmanlı'nın zayıf ve geri kalmış hâlini acıyarak sevdiğini savunuyorlardı.” Yani ağzımız açık dinledik. Neler neler öğretti ayaküstü.

Müsaade istedik ama gitmemize izin vermedi. Daha anlatacakları vardı. “Bitmedi, geçen yıl AKP Bitlis milletvekili Vahit Kiler, buraya Osmanlı’nın önemli devlet adamlarından olan İdris-i Bitlis’in adının verilmesini istedi. Ama iyi ki ilgi görmedi. Çünkü Piyer Loti, etnik ve kimlik meseleleri açısından değil, turistik ve kültürel açıdan ele alınması gereken bir bölge ve bu bölgenin ismi olmalıdır” diyerek adisyon fişini masamıza bıraktı.

Tam anlamıyla ‘vay be’ olmuştuk. 18,20 tutan hesabımıza karşılık 20 lirayı bırakıp ayrıldık kahveden.

Pierre Loti, 1850-1923














Piyer Loti’den dönüş için birinin tavsiyesine uyup mezarlıklar arasından giden yoldan inme cüretinde bulunduk. “2 dakkada inersin” demişti adam. Parke taşların üzerinden, yürüyenlerin yanından dimdik bir yolu inmek, sonunda da merdivenlerle karşılaşmak hiçbirimizin hoşuna gitmedi. Eyüp’te fazla kalmadık. Oyalanmadan, son durağımız olacak Vefa’da boza içmek 4lüden kabul gördü. Değişiklik olsun diye halicin kıyısından gidebilirsiniz. Ama ne çok camın üzerinden geçtik bilemezsiniz. Bakalım kimin lastiği önümüzdeki günlerde sönecek, göreceğiz.

İMÇ’nin arkası pazar günü 2. el satıcılarıyla dolu, bir kalabalık ki sormayın. Geç geçebilirsen. Parke taşlı yoldan tırmandık ve şıracının şahidi bozacının önüne velespitleri bıraktık. İçerisi kalabalıktı. Yer açılır açılmaz daldık. Birimiz de karşıdan leblebi (bozanın mezesi) alınca adeti yerine getirmiş olduk.

Mekan aynı, solda tezgahın üzerinde mermer küpler ve dizili bardaklar. Bardaklar değişmiş gelmeyeli, küçülmüş. Herhalde zam yapmayıp miktarı azalttılar. Artık yanında kaşık da veriliyor. Malum, dikersin başına ama bir türlü dibi gelmez. Kaşıklamak iyi fikir, parmağını sokacağına. Bu tarçınlı ekşi içeceğin hikayesi çok uzun.

Boza, Mısır ve Kuzey Afrika sahilleriyle Akdenizli tüccar gemiciler aracılığıyla batıya, Hazar Denizi güneyinden doğuya, Asya içlerine ve Çin’e; İran ve Afganistan’a, Kafkaslardan kuzeye, Volga havzasına doğru geniş bir coğrafyaya yayılır. Balkan ülkelerinin hemen hepsinin “milli içki” olarak sahiplendiği bozanın Balkanlar’a gelişi ise, iki farklı öyküye dayandırılır. İlkinde, Orta Asya’dan kalkıp XI. yüzyılda Karadeniz’in kuzeyinden Balkanlar’a kadar geniş bir bölgeyi ele geçiren Kıpçak Türklerinin, bozayı da kültürlerinin bir parçası olarak bölgeye taşıdığı savunulur. İkincisinde ise, Horasanlı savaşçı dervişlerden Sarı Saltık yer alır. Horasan’dan gelip Anadolu’da Hacı Bektaş’a bağlanan Sarı Saltık, Rumeli’ye yerleşen ilk Müslüman Türk toplulukları da yönetmek üzere, 1263 yılında Babadağı’na, bugünkü Dobruca’ya gelir. Horasan’da öğrendiği bozacılığın bölgede yayılmasına da önayak olan Sarı Saltık, bozacı esnafının piri sayılır.

Farsçada 'darı' manasına gelen 'Bûza' kelimesinden türemiş olan boza, XIII. yüzyıldan sonra dilimize yerleşmiştir. Osmanlı Cihan Devleti’nde, tahminen XVI. yüzyılın ikinci yarısına kadar devletin teşvik ve himayesini görmüş, kayıtları tutulmuş, vergisi alınmıştır. Hatta bozacılar, sefer zamanında sıcaklık ve tokluk veren bozalarıyla Osmanlı ordusunu takviye ederlermiş.

En şiddetli yasakların yaşandığı IV. Murad ve IV. Mehmed dönemlerinde İstanbul’da 300 dükkânda 1005 bozacı çalışırdı. Meyhaneler, yüksek alkollü Tatarbozası satan bozahanelere dönüşür ve bir laf türer: “Meyhaneciye sormuşlar şahidin kim diye, bozacı demiş.” İçki yasağı III. Selim döneminde de sürer. Bu dönemde bozahaneler artık iyice ayak takımının işgali altındadır. Okuryazar takımı, hanımlar, beyler ve aileler bozahanelerden elini eteğini çeker. ‘93 Harbi’ olarak da anılan Osmanlı-Rus Savaşı (1876) nedeniyle Rumeli’den İstanbul’a yapılan yoğun göç, bozacılık tarihinde bir dönüm noktası olur. Savaştan hemen önce, Karadağ sınırındaki Prizren kasabasından İstanbul’a gelen Arnavut genci Sadık, bir süre mahalle aralarında seyyar bozacılık yaptıktan sonra, kentin eğlence merkezi olan Direklerarası ve Şehzadebaşı’na yakın Vefa semtinde bir küçük bozacı dükkânı açar. Sadık Efendi, iki yenilik getirir bozacılığa: Birincisi, o dönemin en meşhur bozacısı, Taksim’deki Tevfik Efendi’den aldığı bozayı bir süre bekletip üzerinde biriken suyu döktükten sonra satar. Benzerlerinden daha saf, kıvamlı ve nefis hale gelen bu tadın şöhreti kısa sürede yayılır. İkincisi ve en önemlisi, o zamana kadar boza, ilkel yöntemlerle üretilip saklanırdı. Bunun için kullanılan ahşap fıçılar, bozayı da etkileyen kötü kokular yayardı. Prizrenli Sadık, bozayı kendisi yapmaya başladıktan sonra fıçı yerine mermer küpler kullanmaya başlar. Genç bozacı ayrıca dükkânını çeşit çeşit kepçeler, güzel bardaklar, şık tarçın ve leblebi kaplarıyla donatır, tadını iyice geliştirdiği bozanın orada içilmesini bir zevk haline getirir.

Şimdi madalyonun bir de diğer yüzüne bakalım. Bozada alkol var mı? Öyle değil mi, günümüzde alkol konusunda ciddi kısıtlama ve kontrol getirilmesine çalışılıyor. Acaba bu konuda neler söylenmiş? Bir bilene soralım:

Bozanın elde edilişinde en önemli rolü, mayalar üstlenmektedir. Maya, şekeri parçalayarak alkol üretir. Yani mayalanma sonucu oluşan fermantasyonla etil alkol miktarı, ortamın sıcaklığına ve bekletilme süresine bağlı olarak artmaktadır. Eğer ilk yapıldığı günden şişelerde +4 derecede muhafaza edilirse, alkol oranı % 0.8′i geçmemektedir. İyi hoş da, bekletme zamanı uzadıkça bu miktar artmaz mı? %6’ya kadar çıkar. Alkollü içki olarak kabul ettiğimiz birada ise alkol oranı, biranın cinsine göre %4-13 arasında değişmektedir.

Bir görüşe göre boza, bilinen en eski içki olan biranın ilk hali. Bir Anadolu içkisi olan üzüm şarabından daha eski bir geçmişe sahip. En eski yazılı kaynaklara sahip Mezopotamya (Sümer) ve Mısır uygarlıklarında üretilen birayla boza, hemen hemen aynıdır. Bira hammaddesi olarak kullanılan malt ekmeği, suyla ezilip bulamaç haline getirilir. Karışım mayalanmaya bırakılır. Böylece alkolle birlikte süt asidi de ortaya çıktığından, sözü edilen bira bozaya benzer. Türkiye’de genellikle darıdan yapılan boza, başka ülkelerde yapıldığı yerin başlıca ürününe göre mısır, arpa, çavdar, yulaf, buğday, kara buğday, Arnavut darısı, gernik gibi tahılların unu, bazen da pirinç ve ekmek, nadir olarak da kenevir unu ve karamuk mayalandırılarak yapılır. Kepeği alınmış darı unu kazanda kavrulup, yumruk veya tokmakla dövülerek suyla hamur haline getirilir. Belli bir kıvama ulaşan bu karışım elekten geçirilir. Eski boza veya hamur mayası ile mayalandırılarak serin yerde 3-7 gün dinlendirilir. Şeker veya pekmezle tatlandırılarak içilir. Ülkesine göre alkol oranı % 2-6 arasında değişir.

Karşı masada oturan 2 tesettürlü hanım acaba bu durumu biliyorlar mı?

Süleymaniye üzerinden S.Ahmet, Gülhane Parkı içinden Eminönü ve Beşiktaş’tan Kadıköy’e geçerek İstanbul’un 1001 halinden bir kaçını gördüğümüz turumuz böylecene tamamlandı.

Görsellere bakmak isterseniz...




































































Kaynaklar



















PiyerLoti Turu

Karaköy-Unkapanı-Fatih-Sulukule-Edirnekapı-Gaziosmanpaşa-Piyer Loti Tepesi-Eyüp-Haliç-Balat-Vefa-Süleymaniye-Sultanahmet-Gülhaneparkı-Eminönü-Beşiktaş

Tur tarihi: 8 Aralık 2013
Kat edilen mesafe: 34,47 km.
Ortalama hız: 10,5 km/sa.
Bisiklete biniş süresi 3 sa 16 dk., dışarıda geçen süre 7 sa 17 dk. 
En yüksek sıcaklık 18 ˚C, en düşük 6 ˚C, ortalama 9,8 ˚C
İrtifa kazancı (çıkış) 603 m, kaybı (iniş) 578 m.


Garmin yol bilgileri PiyerLoti Ziyareti

Bölgeye yapılmış geziler PiyerLoti gezisi, Eyüp’e doğru bir gezi


İlginizi çekebilir Büyükçekmece Beşlisi, Kara-Burun 2