İstanbul her ne kadar metropol bir şehir olsa da sınırlarında doğasıyla ve sessizliğiyle dikkat çeken köyleri bulunmakta. Bunların bir kısmı Anadolu Yakası’nda Beykoz’da, diğer bir kısmı da Avrupa Yakası’nda bulunan Arnavutköy’dedir.
Uzundur, hatta çok uzun bir zamandır gitmediğimiz bir bölgeye keşif turu yapmak istedik. Aradan geçen sürede ne gibi değişiklikler olmuş merakı içinde pazar sabahı, acelemiz olmadan, evden yola koyulduk. Yeni Havalimanı denilen bölge, Ulaştırma Bakanlığının İBB’ye inatla büyük U harfiyle farklılaştırmaya çalıştığı, yeni açılan metro yardımıyla artık kolay ulaşılır oldu. Bu da bize oraları pedallama olanağı sunmakta. Ancak metronun durağı Kağıthane’de. Oraya ulaşmak öylesine kısa değil. Evden Kadıköy’e gelip oradan 9.15 gemisiyle Karaköy’e geçip, sonrasında Haliç kenarından pedallayıp, Eyüp’ten dönerek, Bilgi Üniversitesi kenarından Kağıthane’ye gelmek 25 km.mizi aldı. Az bir yol sayılmaz.
Ve metronun yürüyen merdivenlerinden bisikletleri indiriyoruz. Oldukça dik ve uzun. Bisikletin ağırsa asansörü kullanmak daha doğru olur. Şık bir girişi var, gıpgıcır derler ya. Firu’nun kartından 12 TL çekiliyor, bana beleş ama, ve asansörü kullanarak peron katına iniyoruz. Güvenlik görevlileri yönlendirme konusunda yardımcı oluyorlar. Çünkü sağ mı sol mu belli değil. Metro her 20 dk.da bir hareket etmekte. 10.40’a yetişmişiz. Vagonda bisikletleri karşı çıkış kapılarından birine sabitleyip hareket etmesini beklemekteyiz. Ancak acaba hangi kapı açılır, ya koyduğumuzsa, el atabilmek için de hazır oldayız. Fazla yolcusu yok. 24 dk sürdüğü söylenen 37,5 km.lik yolculuk başlıyor. Hızlı gidiyor, hatta bir yerde 120 km.ye çıktığımız anons ediliyor. Yarım saat sonra vardığımız son duraktan (Kargo Terminal) yer yüzüne çıktığımızda şimdi hangi yöne gideceğiz? Güvenlikçi, ben daha 15 gündür çalışıyorum, tek bildiğim yer burası diyor. Neyse ki servis minibüsü bize doğru yönü gösteriyor ve alandan çıkıp Tayakadın olarak pedallamaya başlıyoruz.
Devletin verdiği işletme garantisi ile ortaya çıkan havaalanı kocaman bir kompleks. Buranın doğru seçim olmadığı ve vereceği zaralar konusu yetkililerce defalarca belirtilmesine karşın yapıldı. Hatırlayacak olursak: İstanbul’un kuzeyinde kalan son doğal alanlar yıkıma uğrayacak, su kaynakları zarar görecek ve kirlenecek, hava kirliliği - sera etkisi yaratan zehirli gazlar - elektromanyetik kirlilik - toprak kirliliği - gürültü kirliliği artacak! : ((
Uçaklar tepemizden geçmekteler. Otoyolun kenarından devam ederek Tayakadın diye sağdan ayrılıyoruz. Artık yavaş yavaş kırsal bölgelere doğru pedal basmaktayız. Ancak yol kenarı, aynen Sabiha Gökçen’de olduğu gibi, otopark ücretini vermek istemeyen, yolcusunu bekleyen VIP minibüsleri ve servis araçlarıyla dolu. Havaalanına yakınlığı herhalde Tayakadın’a yaramıştır. Eskiden köy, şimdi ise Arnavutköy ilçesinin mahallesi olan Tayakadın önceleri Çatalca ve Gaziosmanpaşa'ya bağlı imiş. Tarihçesine bakacak olursak; Tayakadın Köyü 1941 yılına kadar çiftlik olarak kullanılmış. Çiftliğin adı Daye Hatun. Peki Daye Hatun adı nereden gelmiş olabilir? Daye Hatun, Osmanlı Padişahlarına süt emziren kadındır. Süt anneliği yapan kadının kendi çocuklarıyla emzirdiği padişah çocukları kardeş sayıldığı, padişahların süt annelerine büyük hürmet gösterdiği, onlara bol miktarda mülk bağışladığı bilinir. Örneğin Fatih’in süt annesi Ümmi Gülsüm’dür. Bu isimde Edirne’de Taya Hatun Mahallesi olduğu gibi Bursa’da da Taya Hatun camisi ve mahallesi vardır.
Gel gelelim Daye Hatun Çiftliği daha sonra bir İtalya’na geçmiş, Ogüst Bogetti. Nasıl geçtiğine ilişkin belge yok ama durum oğlu Leonardo Bogetti’nin 1945 yılında mahkemeye verdiği belge ve karardan anlaşıldığı söyleniyor.
1941 yılında Bosna köyünü sel basması sonucu yaklaşık 400 haneli köyün 270 hanesi Daye Hatun çiftliğine yerleştirilmiş. Ve İtalyan Çiftliği olarak bilinen yer ileri yıllarda istimlak edilerek ırgat olan köy halkına iskan (tevzi) edilmiş ve Daye Hatun ismi de zamanla Taya Hatun olarak söylenmeye başlanmış.
Köy içinden geçip iki sorgulamayla devam ediyoruz. Çevre çok keyiflenmekte. Yeşillikler içinde bambaşka bir dünya bize kucak açıyor. Hava kapalı ama baharın güzelliğini her yerde görebiliyoruz. Pırıl pırıl parlayan kırmızı gelincikler, bembeyaz papatyalar. Bir taraftan bunları izliyor, diğer taraftan belleğimi canlandırmaya çalışıyorum. Orası burası mıydı, şurası neresiydi... derken geldiğimiz yer İSKİ’nin Terkos İşletmesi. Evet Durusu’dayız.
Eski adı Terkos olan Durusu'nun tarihi yaklaşık bin yıl öncesine kadar dayanır. Bugünkü köyün kuzey batı istikametinde göl kenarında kale içi olarak bilinen yarım ada üzerinde Cenevizliler tarafından bir korsan yatağı olarak kurulmuştur. O zamanlar deniz ve gölün irtibat halinde olduğu, daha sonraları doğal etkenler ile birbirinden ayrıldığı anlaşılmaktadır. Kaleiçi olarak bilinen yarım ada üzerinde bulunan kale kalıntılarında kale içinde Trikos adında bir manastırın bulunduğu ve köy ile göl adının buradan geldiği anlaşılmaktadır.
19 yy.da İstanbul'a gelen bir Fransız elçisi şehrin susuzluğunu gözlemler ve Osmanlı Sarayından bir heyeti Fransa'ya davet eder. Fransızlar istenirse şehrin su probleminin çözümlenebileceğini belirtirler. Çizilen krokilerde Terkos gölünü su kaynağı olarak gösterirler.
İstanbul’un en önemli su kaynağı olan Terkos Gölü’nün kenarında 1883’te kurulan ve önceleri buharla, daha sonraları elektrikle çalıştırılan pompalar yardımıyla suyu şehir şebekesine basan Terkos Pompa İstasyonu, İstanbul’un su ihtiyacının tesisin kapasitesini aştığı 1970’ler sonuna kadar çalıştırılır.
Kalabalık düğün alayına bulaşmadan Jandarma kontrol noktasını geçip Fikret Albay’ın dostu Veysel Beyin köfteci dükkanını aramaktayız. Yıllar geçti, ne oldu bitti, duruyor mu? Neresiydi derken vatandaşın göstermesiyle önüne geliyor ve Veysel Beyi dükkanında, her zamanki şapkasıyla buluyoruz. Acaba bizi hatırlayacak mı? Öyle ya, çok çok zaman geçmişti. En son 2015’in Nisan’ıydı, Karaburun–Yeşil Efe diye bir tur yapmıştık arkadaşlarla. Zaten yolumuz Durusu’dan ne zaman geçtiyse hep uğramışızdır. Ama bunun ilki, o zamanlar metro falan da yok, günübirlik bir Karaburun turu yapmıştık Fikret Albay’la. Sene 2009’un Mayıs’ı (bkz. Karaburun Altılısı). Hiç unutmam. Yeni yetme bisikletçiyim. İstanbul’da dolanmaktan sıkılıp soluğu biraz uzun olan turlar yapmak istiyorum. İlkin 2008’in Ağustos’unda Fikret Albay ile Edirne turuna çıktım. 5 günlük bu gezi içime öyle bir işledi ki... halen kurtulamıyorum : )) Fikret Albay’ı buradan okuyabilirsiniz. Onu nasıl özlüyoru-m/z, bilseniz.
Veysel Bey bizi hatırladı. Çaylar eşikliğinde sohbetteyiz. Pandemi sırasında olduğu aşının yarattığı sıkıntı, kaybettiği kilolar, tedavi için dolaştığı hastaneler... Aradan geçen süreyi hızla kapatmaya çalışmaktayız. Tam öğle zamanı, siparişlerin gelmesiyle fazla da meşgul etmemek, gelecek sefer arkadaşları da yanımıza alarak tekrar geleceğimizi ve çok lezzetli piyazından (onlar da köftesinden) tatmak üzere vedalaşıyoruz.
Durusu sonrası hafif bir rampayı çıkarak sürdürüyoruz yolumuzu. Önümüzdeki hedef, Kanal İstanbul kapsamında konut alanına dönüştürülerek ranta açılan Yeniköy. Kısaca tarihinden okuduklarımızdan; köyün kuruluşu Cumhuriyet öncesine dayanmakta olup, köyün eski kurucuları Bizanslı Rumlar. 1924 Lozan Antlaşmasıyla birlikte gerçekleşen mübadele ile eski köylüler Yunanistan'a, şu anki köy halkı da Selanik başta olmak üzere Yunanistan'ın çeşitli bölgelerinden göç ettirilerek buralara yerleştirilmiş olduklarını öğreniyoruz. 1975-2000 yılları arasında faal olan linyit ocakları köyün geçiminde (kömürcülük) büyük paya sahip olmuş. Bugünkü geçim kaynaklarının başında tarım ve hayvancılık gelmekte. Ne var ki Kanal İstanbul'un etrafında kurulacak 500 bin nüfuslu Yenişehir projesi için hazırlanan imar planına göre 100 yıllık bu köy de tarih olacak/olması isteniyor!
Karnımızın açlığını marketten alınan iki muzla yatıştırıp denize doğru saldığımız gibi velespitleri, Karadeniz karşımızda, masmavi parlamakta. Adeta kollarını açmış bizi bekliyor. Hızla ona doğru uçuyoruz, ben önde Firu peşimde. (...) Kıyıda açılmış bir iki şemsiye, fazla ziyaretçisi yok sahilin. Denize paralel süren yolumuz bizi Karaburun’a taşıyacak. Burasını iyi hatırlıyorum, fazla bir yapılaşma olmamış. Ama oteller açılmış. Peş peşe 2-3 tanesi geçiliyor. Mevsiminde herhalde oldukça fazla müşterileri oluyordur. Karaburun’a yaklaştıkça sahildeki insan sayısı artıyor, yol kenarı park etmiş araçlar çoğalıyor. Lokantalar, marketler ve de emlak ofisleri sıralanmakta. Belediye yaz hazırlığında. Yollarda yama çalışmaları, kıyıda duş-soyunma kabinleri ve çevre düzenlemesi.
Denizden esen nefis bir hava var, derince içimize çekiyoruz pedallarken. Özlemişim iyottun bu kokusunu. Ve geldik Karaburun’da iki kere çadır kurduğumuz işletmeye; Dostlar Liman Kampı. Aynen eskisi gibi duruyor. Sadece arkaya, iç kısma otağ tarzı mekanlar eklenmiş. Anlaşılan konaklama kapasitesini arttırmaya çalışmış. Gerçi o zaman aramızdaki bazı arkadaşlar odalarda kalmışlardı ancak pek de memnun değildiler standardından. Biz çadırımızda çok rahattık ama : ))
Burada bir fener vardır, adı Rumeli Karaburun Feneri olarak geçer. Şöyle bilinir: Rumeli Karaburun Tahlisiye İstasyonunun hizmet verdiği fener, Karaburun eski kale ucunda yer almaktadır. Şile fenerinden sonra Türkiye'nin ışığı en uzun erişime sahip feneridir. Fenerin denizden yüksekliği 54, kule yüksekliği 12 metredir. Çakar fener 15 mil mesafe görünüme sahiptir. Fenerin bulunduğu burun önceki yıllarda daha ileride olmasına rağmen, liman yapımı için dinamitle patlatılan kayalar buradan alınıp kullanılmıştır. Kıyıdan deniz fenerine doğru veya fenerden aşağı bakanlar, burun çıkıntısının törpülenmiş yerlerini görebilirler. Fener ulusal miras olarak Kıyı Emniyeti Genel Müdürlüğünce koruma altına alınmıştır.
Karaburun’da yapılaşma artmış. Dik yamaçlara inşa edilmiş daha fazla evler görülmekte. Sahilden dimdik çıkan bir rampayla köy içine geliyoruz. Artık Firu’yla belleğimizi tazelemekle meşgulüz. Şurada kahvaltı etmiş, suyumuzu buradan doldurmuştuk, kimler gelmişti o günler tura... gibisinden. Ve Karaburun’dan yokuş aşağı keyifle inen yol bizi göl kıyısından geçirerek, pazar nedeniyle araçların da sıkça geçtiği, sağda solda piknikçiler, piknik mekanları falan geçilip tekrar Durusu’ya getiriyor. Dönüşü aynı yoldan yapmak istemediğimizden, seçeneklerin arasında 2’nci bir yol bizi otoyola çıkartacak. Ancak tüm araçların kullandığı bir asfalt bu. Üstelik de rampalı, yani sen oflarken adamların sabırsızlık göstermeleri pek bir rahatsız edici olur. Google’dan destek alıp bir 3’üncü seçenek görüyorum. 500 m kadar sonra sağda gelen bir köpek pansiyonu gibi yerden Çınardere diye sapmamızla asfalt yoldan çıkıp stabilize bir yola girip tırmanmaya başlıyoruz. Yol bozulsa da etraf daha da güzelleşti ve araç trafiğinden de kurtulmuş olduk. Geniş çayırların içinden geçerek pedallamaktayız. Ara sıra gelen çiftlikler var. Çınardere’yi geçip devam ediyoruz. Göle bakan tepelerde güzel evler görülüyor. Bölge çok keyifli zaten. Gerek köyler, gerek yol kenarları, etraf temiz. Gözümüzü rahatsız eden bir şey olmadı.
Bu arada bir dip not düşeyim. e-Bisiler sayesinde rampaları tırmanmak oldukça kolaylaşıyor. Aksi durumda pek çok yere girsek mi girmesek mi diye düşünür olurduk. Çünkü yolun durumu bozulunca ve de dikleşince tekere güç aktarmakta zorlanıyor, pes etme eğilimi baş gösterebiliyor. O zaman itiyorsun ama gene de niye girdim bu yola diye düşünmekten alıkoyamıyorsun kendini.
Otoyola çıktık, sağdan devam. Bir müddet gittikten sonra turumuzun uç noktası olana Balaban sapağı geliyor. Ve sapmamızla keyifli bir eğimle köye doğru yol alıyoruz. Sağda solda bahçe içinde evler, yol kenarına park etmiş araçlar, önlerinde yayılmış insanlar. Göl yeşilin içinde kocaman bir mavilik olarak kendini göstermekte. Kıyılarında botlar görüyoruz. Su üstünde de bir iki yüzmekte. Durusu yerkabuğunun şekillendiği dönemlerde Karadeniz’de bir koy iken günümüzde alçak bir kumsalla denizden ayrılmış, içinde yüzlerce canlının barındığı bir göle dönüşmüş. Bugün Fındık Dere, Deli Yunus Deresi ve çok sayıda kaynak suyu ile beslenmekte. Öğlen vaktini geçmemizle de güneş yüzünü gösterdi, hava ısındı. Üzerimizdekiler fazla gelmeye başlıyor.
Balaban girişi kalabalık. Gazinonun önü araç dolu, bahçelerinde bebeler koşturuyor, anaları babaları peşlerinde. Vale olayı bile oluşmuş. Bu kadar araca yol kenarı yetmez tabii. (...) Terkos Gölü’ne yarımada şeklinde uzanan köyün içinden geçip camisinin karşısında bulunan tek kahvesinde bir mola vermek istiyoruz. Ama masaların çoğu acil kurtarma ekibi tarafından tutulmuş. Kalabalık bir grup, söylendiğine göre gölde bir eğitim olmuş, o nedenle buradalar. Biz de iki sandalye kapıp merdiven arası minik boşlukta yanımızdaki sandviçleri çayla (3-) mideye indiriyor, hem onları izliyor, hem de köyün tarihçesine bakıyoruz: Balaban’a ilk yerleşim 1880’li yıllarda olmuştur. Köyü Solak Ağa diye bilinen bir vatandaş kurmuştur... denilmiş. Bir başka kaynak ise: Balkan Harbi’nden sonra Bulgaristan, Arnavutluk, Selanik ve Romanya’dan gelenler-yerleşenler bu köyü kurmuşlar. Balaban Köyü 200 yıllık bir geçmişe sahiptir... diyor.
Yarım saat dinlenip temiz ve sakin Balaban köyünden ayrılırken gene aynı yolu kullanmak istemiyor, alınan bilgilerle eski yolun varlığını öğreniyoruz. Ancak diktir ve yolu kabadır uyarısıyla. Çiftliklerin, “Tiny house”ların yakınından, Palamut ağaçlarının kenarından, geniş mera alanlarından geçerek önce sıkı bir iniş, ardından sıkı bir çıkışla tekrar otoyola bağlandık. Buradan sola dönmemiz lazımdı ama yolun ortası hem kanal hem bariyerle ayrılmış olduğundan 1 km kadar sağ yapıp gelen göbekten U dönüşü atarak tekrar havaalanı yönüne doğru pedallıyoruz (benzinciden su takviyesi alarak). Yolun güvenlik şeridi geniş, yokuş aşağı da olduğundan rahatça gidiliyor. 3 km sonra gelen Boyalık sapağından sapmamızla sert bir inişle, ardından keyifli bir eğimle, yeşillerin içinden, manda sürüleri yanından geçerek 6’ncı köyümüz olana Boyalık karşımıza çıkıyor. Tarihçesine ilişkin yeterli bir bilgi bulamadım, bir kaynakta; yaklaşık 700 yıllık bir tarihe sahip olduğu, Evliya Çelebi Seyahatnamesinde köyde bulunan hamamlarda yıkandığını yazmıştır… denilmekte.
Burası da sakin ve güzele benziyor. Temiz görünen bir kahvesinde oturanlar var. Cami yakınındaki çeşmeden suyumuzu dolduruyor ve fazla oyalanmadan devam ediyoruz. Şimdi yol eğimsiz sürmekte. Başaklar yeşermiş. Çayırlarda koyun sürüleri var. Sabahtan beri geçtiğimiz tüm köylerde hayvancılık ve ona bağlı et satışı yapıldığını bildiren panolar, kurbanlık yerler ve de et lokantaları gırla.
Firu’yla yalnız olunca iyi bir tempo yakalıyoruz. Peş peşe, bir ben bir o öne geçerek hızla yol almaktayız. Şimdi hedefimiz Dursunköy olacak(tı), ancak yol ayırımında sağ mı-sol mu şaşırıyorum. Yoldaki kişiye havaalanı diye sorduğumda sol diyor. Sağdan Dursunköy-Arnavutköy’e gidilirmiş. Sola sapmamızla sert bir karşı rüzgarla karşılaştık. Şimdi daha güçlü basmak gerekiyor pedallara. Hafif de çıkıyoruz. Aslında Boyalık’a indiğimiz yolu başka bir yerden geri pedallar gibiyiz. Çünkü tekrar otoyola bağlanmamız lazım. Dönüşü gene kargo terminalinden metroyla yapacağız.
Yolda gelen bir telefonla Firu panik oluyor, heyecana kapılıyor. Arabadaki köpekler kapıyı açmış ve çıkmışlar. Şimdi bunları kim toparlayacak? Duruyor, sağı solu, arkadaşlarını dostlarını arayıp çözüm bulmaya çalışmakta. Geldiğimiz 7’nci köy Baklalı. Buranın ismi hep Kanal İstanbul saçmalığında geçmişti. Kuracakları yeni yerleşim yerlerinde Baklalı’da toplu konut projeleri hayal ediyorlardı : (( Buraları eski köyler, rant uğruna yağmalanmak isteniyor, gözü doymamış bir iktidar tarafından.
Otoyola bağlanmamızla hızla güvenlik şeridinden ilerleyerek, Google yardımıyla tekrar Tayakadın içine yönlendiriliyor ve sabah geldiğimiz yolu geri pedallayarak metroya ulaşıyoruz. 10 dk sonra kalkan seferde gene bisikletleri karşı kapıya sabitliyor ancak Firu’nun fark etmesiyle, acilen kapıdan alarak başka bir yere taşıyoruz. Çünkü bu kapı açılmakta! Bu arada duraktan binen kalabalık karşısında yerimizi de kaybediyor ve yarım saatlik yolculuğu ayakta tamamlıyoruz.
Yer yüzüne çıkmadan karta para yüklemek için bekleşirken, otomatların önünde bilet almaya çalışan bir Rus aile çaresizlik içinde yardım aramakta. Otomatların bazıları çalışmıyor. Hani hem kart veren hem de yükleyen. Diğeri, elinde kart varsa yükleyen de para üstü vermiyor. Turistlerin de ellerinde 200’lük banknotlar var. Birini 2 yüzlük yapıyorum ama 100 lira da çok, üstünü vermiyor. 50 liralık 3 geçişlik bilet için sadece 50’lik banknot kabul ediyor. Yani 2 ad. 50’lik bilet almak istesen olmuyor. Ancak tek tek mümkün. Ona sor buna danış, sonuçta parayı Firu’nun kartına yükleyip turnikeden geçmelerini ancak öyle becerebiliyoruz. Yani, gel övüne övüne bir şeyler yap, sonra en basit meselede sınıfta kal... Yani yani, ne desek Corç?
Yorulduk, çok yol yaptık. Canımız bu güzel yerlerden sonra şehir içinde pedallamak istemiyor. Ne edelim? Üsküdar’dan Ümraniye metrosuna binelim. Nasıl ulaşırız? Ya Karaköy, ya da Eminönü’nden kalkan gemilere bisikletleri sokmak rahat. Beşiktaş’tan motorlara yüklemek, merdivenleri taşımak, bu ağırlıkta bisikletlerle kolay olmuyor. Ancak en kısa yol da orası. Kağıthane tünelinden hızla Dolmabahçe’ye inip Beşiktaş’tan motorla geçip -tüm yolcuların inmesini bekledikten sonra, herhalde 300 kişiydi- metro katına asansörle inip - son vagona yerleşip - yarım saatlik yolculuk sonrası İmam Hatip durağından eve ulaştığımızda saat 7 buçuğa gelmekteydi.
Bundan sonra pedallayabileceğimiz yeni bir rotanın keyfiyle ayakları havaya diktik. Yorulmuşuz. Bir GT şimdi iyi gelir : ))
Keşif Turları; Balaban: Dudullu-Kadıköy-(gemi) Karaköy-Eyüp-Kağıthane-(metro) Yeni Havalimanı-Tayakadın-Durusu-Yeniköy-Karaburun-Balaban-Boyalık-Baklalı-Yeni Havalimanı-(metro) Kağıthane-(tünel) Dolmabahçe-Beşiktaş-(gemi) Üsküdar-(metro) Ümraniye-Dudullu
Tur tarihi: 21 Mayıs 2023
Alınan yol: 104,12 km
Ortalama hız: 19,4 km/s
En yüksek hız: 59,1 km/s
Bisiklete biniş süresi 5 s 22 dk, dışarıda geçen süre 10 s 59 dk
En yüksek sıcaklık 27 ˚C, en düşük 15 ˚C, ortalama 20,9 ˚C
Yükselti kazancı (çıkış) 1700,5 m, kaybı (iniş) 1713,2 m
En düşük yükselti 0 m, en yüksek 163,2 m
Garmin yol bilgileri Keşif Turları; Balaban
Relive yol bilgileri Keşif Turları; Balaban
Veysel Bey ile. Durusu |