6 Eylül 2010

30 Ağustos Dörtlüsü / Karaburun - Ormanlı

Bilgisayarın önünde dalmış gitmişim, çalan telefonun sesiyle uyandım. Sarkis arıyordu. “Ne yapıyorsun hafta sonu?” dedi. Hiç bir fikrim yoktu. “Hadi gel, 30 Ağustos tatiliyle Karaburun’a (Karadeniz'deki) gideceğiz”. Unutmuşum tatili nedense. Çok hoş oldu bu teklif ve kabul ettim. “Kimler geliyor?”, “Sezai ve benim oğlan” dedi. Ne güzel, Sarkis oğluna bisiklet almış ve turlara katmaya başlamış. Çok iyi düşünmüş, bu şekilde yavaş yavaş alışacaktı. Buluşma Cumartesi (28.08.10) sabahı 8:30 Beşiktaş Barbaros heykelindeydi. Çadırlı gidilecek, kamp yapılacaktı. Gerçi ben daha erken yola çıkmaktan yanayım hep ama düğün sahibi olmadığımdan itiraz etmedim saatine.

Fazla da bilgi vermedi Sarkis o nedenle çadır + tulum dışında kampla ilgili birşey almadım (halbuki sonradan gördüm ki, bardak, çatal, tabak vs iyi olurmuş). Denize de gireceğimizden mayoyu ekledim ve sabah tam zamanında buluşma noktasına vardım.

Sarkis ve oğlu Aren (14) gelmişlerdi bile. Uzundur da Sarkis’le ne pedallamış ne de görüşebilmiştik, sadece telefonla haberleşiyorduk. Banklarda beklerken ben Kars gezisini o da son Samsun gezisini anlatıyordu ki Kadıköy’den gelen gemiden de Sezai indi.

Yola hemen çıktık. Boğazdan Çayırbaşı’na doğru gidecek, oradan Bahçeköy üzerinden Kemerburgaz’a ve Karaburun’a devam edecektik. Bebekte, Sezai bankamatikten para çektikten sonra bir kasa yapalım önerisinde bulundu, 50’şer lira geldik ve kasayı ona teslim ettik. 

Bu sabah epey bisikletli vardı yollarda, özelikle de bize ters yönde. Hatta 4 - 5 kişilik bir yabancı gezgin grubu da gördük ve uzaktan selamlaştık. Hava güneşli geçeceğini gösteriyordu. Boğazdan ilerlemek zor olmadı, Çayırbaşı’ndan saparak mesire alanlarının yanından geçip az sonra diklesen yokuştan kemerlere ulaştık. Daha önce bir pastanede kısa bir mola verip poğaça ve simit eşliğinde sabah çaylarımızı içmiştik (yarım saat kadar oturup 10:30 da devam ederek).


Bahçeköy’e gelmeden sola Kemerburgaz’a ayrılarak, orman içinden giden bu keyifli yoldan kah indik kah çıktık ve zorlanmadan 11:15 gibi Kemerburgaz’a vardık. Sezai burada odun ateşinde lokma yapan bir yeri arıyordu. Sonunda minibüs durağının arkasındaki lokmacıyı bulduk. Kaç zamandır gelirim burasını yeni duyuyordum. Buna çok sevindim çünkü tadını bir daha unutmayacağım lezzette lokmalar yedik. Kilosu 9 liradan satılıyordu ve tulumba tatlısı da yapıyorlardı ama lokması çok daha güzel.

Ramazan nedeniyle her zaman uğradığımız çayevinde ziller çaldığından arkada gene bahçe içinde bir kahvehaneye yerleştik. Çaylar eşliğinde lokmaları da mideye indirince bilemiyorum kaç kalori aldık ama bizi Durusu’ya kadar taşıdı.

Kemerburgaz’dan 12:15 gibi yola çıkıp ilk önce Göktürk’teki Migros’tan muz almak istedi Sezai, yoldaki manavlarda yoktu. Adam başı 2’şer muzla tekrar yola devam (muzlar çok iyi takviye oldular yolda). Yeşil Bisiklete uğrayıp Göksel’e merhaba demek istedik ama o da yoktu. Zaten ne zaman geçsem uğruyorum ama bulamıyorum. Herhalde bu dükkana pek gelmiyor.

Eski yoldan devam ettik pedallamaya. Önce Işıklar, sonra Ihsaniye köyü, kimsenin pek olmadığı, unutulmuş terk edilmiş yoldan yer yer molozların yanından geçerek, hatta birileri kenara dökmeye bile üşenip yolun tam ortasına boşaltmış pisliğini, yeni yapılan ve vızır vızır işleyen duble yolun bazen yakınından, bazen altından bazense uzağından geçerek yolun bittiği yere kadar geldik. Burada yığılı yolu kapatan toprak tepelerle karşılaştık. Artık ilerlememize olanak yoktu. Mecburen tepenin üzerinden bisikletleri aşırtıp bir şantiyenin içinden yeni yolun inşaatından geçerek tekrar eski yola girdik. Yeni yol ise devam ediyordu. Eskiden geldiğimde buraya kadar dı, görüyorum ki ilerlemişler ve trafiğe açmışlar. Aslında bir bakıma iyi oldu, bu nedenle araçlar üstten gidiyor bizse eskisinden gidebiliyorduk.

Ancak bu yoldan da büyük damperli kamyonlar geçiyordu. Harıl harıl birşeyler taşıyorlardı. Görmemezlikten gelmen lazım, yoksa asabını bozacak dürümlar. Daha izni çıkmadan adamlar 3. köprünün hazırlığındalar. Bağırta bağırta yapacaklar anlaşılan. Bunu da hizmet diye sunuyorlar!!!

Bu şekilde giderken yola çıkan küçük bir köpek Sezai ve Aren'in çok ilgisini çekti, durduk sevdik ve biraz Tadımca verdik. Öyle açtı ki yuttu hemencecik. Yol üzerinde çok köpek vardı. Kimisinin yavruları yanıbaşında. Insan aslında kilolarla köpek maması taşımak istiyor yanında. Belki de bir gün sadece bu anlamda bir tur düzenlemeli.

Tayakadın’a çok az kala Durusu’ya (ve de Yeniköy’e) sağdan inen yokuştan, bozuktur daha önce girmiştik uyarısına aldırmadan indik. Her nedense önceki geçişime benzemedi ve rahatsızlık duymadım.

Saat 15 gibi Durusu’daydık. Fikret Albay’ın dostu köfteci Veysel Bey’e uğradık. Fazla birşey kalmamıştı, ramazan nedeniyle herhalde az yapıyordu. Köfte olmaması benim için önemsizdi ama 1 köfteyi arkadaşlar paylaşmak zorunda kaldı. Piyaz da sadece 3 porsiyondu, onu da paylaştık ve 4 pilav ekledik. Sonra evinden gelen taze fasulye yemeği üzerine komşu çayevinden çaylar geldi. Çok iyi demlenmişti gerçekten, haklıydı çaycı. Diyordu böyle çayı her yerde bulamassınız diye.

Bu sırada da sohbet sürüyordu. Sezai’nin de bahriye subayı olması sebebiyle Veysel Bey arasında Mersin, gemiler, bahriye konularında sıcak bir muhabbet yürüyordu.

Artık yolcu yoluna diyerek Veysel Bey’e 20 lira bırakıp ayrıldık (adam başı 5 dedi, elinize sağlık yemekler çok güzeldi). Yeniköy’e doğru hareket etmeden ama önceden alış verış yapılmalıydı. Durusu girişindeki markette ispirto bulunduğundan oraya geri döndük. Piknik ocağı için ispirto, makarna, kahvaltılık, onlar ton balığı ben barbunya plaki konserve, plastik tabak + bardak, çay, sineğe karşı kov gibi şeyleri taşımak için aramızda paylaşıp saat 4 gibi yola çıktık.

Yeniköy sonrasında denize doğru inen yokuştan uzun sahile vardık. Deniz parıl parıl parlıyordu. Insanlar suda oynasıyorlar, kimileri kumlarda semsiyenin altına çekilmişler. Kamp kurabileceğimiz mekan olarak Sarkis’in bildiği Sami Bey’in yeri vardı. Oraya yöneldik ve saat 5 gibi Dostlar Liman Kampı’ndaydık.

İlk iş olarak herkes kendini denize attı. Yolun yorgunluğunu birden denizin tuzlu suyu alıverdi. Su bayağı sıcaktı, neredeyse hamam suyu. Dalga vardı, o nedenle kıyıya biraz yosun taşımıştı, ama açıkları güzeldi. Su birden derinleşip sonra gene alçalıyordu. Yüzdüğünü sanıyorsun ama ayakların yere basıyordu. Bu şekilde sefamızı sürdük ve duşları alıp tazelendikten sonra da (biracılar ve limonatacılar olarak 2’ye ayrılıp içeceklerimizin de keyfine vararak) çadırlarımızı yan yana kurduk. Sıra yemek pişirilmesine gelmişti. Sami Bey’in bahçesinden domates, hıyar ve roka topladık sonra küçük kapta ispirto ocağıyla 4 seferde makarnayı haşladık. Kahvaltılık paketten çıkan tereyağını da ekleyerek 4 kişilik bir yemek çıkarttık Sezai’yle. Sarkis ve Aren de hazırladıkları salatayı ekleyince akşam yemeği hazır oldu. Arkasından da çay, daha ne istersin ki? Biraz yıldızlar üzerinden, biraz bisiklet modellerinden, biraz çevre sohbetleri, biraz dostluk derken uyku saatimiz geldi. Herkes çadırına yerleşip gözlerini yumdu.

Niçin ayı bazen gündüz de görüyoruz?

Ay sadece gece görülebilir diye bir şey yok. Gündüzleri de periyoduna bağlı olarak ay da tepemizde, bütün yıldızlar da. Ama güneşin atmosferimizde yansıyan ışınları onları görmemize mani oluyor. Atmosferimiz olmasaydı gökyüzü gündüzleri de karanlık olacak, güneşle birlikte yıldızları da görebilecektik.

Ay dünyamıza çok yakın olduğundan gökyüzünde görüntü olarak yıldızlardan çok büyük görünür. Eğer konumuna göre güneşten iyi ışık alabilirse gündüzleri de gökyüzünde rahatlıkla görünebilir. Ayın yüzeyi bir asfalt yol yüzeyi gibi yansıtıcıdır. Koyu renktedir ama tam siyah da değildir. Biz gökyüzünde aya baktığımızda sadece onun güneşten yansıttığı ışığı görüyoruz. Güneş kadar ışık saçmıyor ama yine de gökyüzündeki en parlak yıldızdan 100.000 kat daha fazla ışık yansıtabiliyor.

Gündüz havanın aydınlığı yıldızların parıltısını yok eder. Aslında parlak yıldızların olduğu bölgede gökyüzünün parlaklığı da biraz daha farklıdır ama bu farkı pek algılayanlayız. Ama ayın olduğu bölgede ışık yeterli ise geceki gibi çok parlak olmasa da onu görebiliriz. Hatta hava şartlarının olumlu olduğu durumlarda hava aydınlıkken Venüs gezegenini bile görebiliriz.
Güneşi büyük bir ampul, ayı da büyük bir ayna olarak düşünebiliriz. Bazı durumlarda ampulün ışığını doğrudan görmesek bile, aynanın yansıttığı ışığını görebiliriz. Bu, geceleri olan durumdur. Güneşi göremeyiz, çünkü dünyamız ondan gelen ışığı bloke etmiştir. Ayı, yani aynadan yansıyan ışığını görebiliriz. Ampulü de, aynayı da birlikte gördüğümüz durum ise ayın gündüz görünme durumudur.

Genellikle 'ayın karanlık yüzü' diye kullanılan deyiş şekli yanlıştır. Doğrusunun 'ayın arka yüzü' olması gerekir. Ayın dünyamız etrafındaki dönüş süresi ile kendi etrafındaki dönüş süresi hemen hemen aynı olduğundan, biz ayın hep bir yüzünü görürüz ama ay dünya ile güneş arasındayken bize bakan yüzü karanlık, güneşe bakan arka yüzü aydınlıktır.

Gece olunca bayağı bir rutubet indi. Ben de ilk defa olarak çadırın sadece sinekliğini kullanıyordum. Nasılsa sıçak, üstüne gerek yok, tuluma iyicene girerim gerekirse düşüncesiyle. Ama rutubeti hesaba katmamıştım.Bunu unutmamak gerekir. Neyse ki gecenin ilerleyen saatlerinde kalktı.

Mis gibi bir uyku sonrası sabah 7:30 gibi ayaktaydım. Günlerden Pazar. Arkadaki kümesteki ördekler sanki kahkaha atarcasına sesler çıkartıyorlardı, biraz onları inceledim. Sırasıyla arkadaşlar da kalktı ve yol hazırlığı için eşyalar toplandı, ihtiyaçlar giderilip kahvaltıya geçildi. Adam başı yarım ekmek yenilir mi diyordum ama yenilirmiş. Peynir, reçel, yağ, bal da vardı azıcık, domates - biber falan çay eşliğinde halledildi





Adam başı geceleme için 5 lira ödeyerek (toplam 20) buradan ayrıldık. Tabi yiyecekler hariç.

Sezai orman içinden giden kestirme yoldan gidelim diyordu. Yanındaki GPS aletini o şekilde programlamıştı. Ama ormana giriş yasaktı, ancak özel izinle girilirmiş denildi. Bakalım sansımızı deniyecektik.

Sahilden dik çıkan yokuştan tırmanıp caminin, sonra okulun yanından geçerek orman girişine geldik. Bekçi Ismail Bey izinsiz olmaz, yukarıdan orman idaresine gitmelisiniz dedi. Biz beklerken Sezai özel bir izin alarak döndü. Pek kimseye nasip olamayacak bir yolculuk yapacaktık. Koruma altına alınmış bu bölgenin bir yani göl diğer yani deniz. Ortasında orman bulunuyordu. Içinde çeşitli yaban hayvanları vardı, İSKİ'nin barajı ve gözleme istasyonları. Yaklaşık 20 km’lik bu yol bize 100 km kazandıracaktı ayriyeten.

Bisikletin böyle bir farklılığı vardı, başka bir araç olsa kesinlikle izin verilmezdi. Sessiz sedasız, gürültü yapmadan, hiçbir varlığı rahatsız etmeden ve tertemiz gidebiliyorsun. Insanlar da bu ayırımı algıladıklarından yaklaşımları da farklı oluyor.

Kapıdan sularımızı da tazeleyip yola koyulduk. Orman yolu zaman zaman dikleşiyor, taşlaşıyordu. Hatta bir yerinde kumda gider olduk. Çantaların ağırlığından bazen arkası kayıp inmemiz mecbur da oldu. İSKİ’nin barajından geçtik, göl doluydu, kapaklar kapalı. Bizi gören güvenlikçiler şaşırdı elbette, ama izin aldığımız söylenince geçmemize olanak tanıdılar.

Öğreniyoruz ki gölün Karadeniz kıyı kesimlerinde, kuvvetli kuzey rüzgarlarının taşıyıcı etkisiyle kum tepeleri oluşurmuş. Kuzeyden esen kuvvetli rüzgarlarla sürüklenen kumların her yıl 10 –15 m yürüyerek Terkos gölünü doldurması sonucunda İstanbul’un susuz kalacağının anlaşılması üzerine 1961 yılında Orman Bakanlığınca kumul ağaçlandırma çalışmaları başlatılmış. O nedenle buraya üç milyon fidan dikilmiş. İnanılmaz bir bitki ve hayvan çeşidini barındırıyor bu bölge. Ayrıntılı bilgiyi burayı tıklayarak alabilirsiniz.



2 saat kadar sürdü bu yol. Sezai önlerdeydi hep. Tam sevdiği bir yolmuş bu. Basıp gidiyordu, ileride bizi bekliyordu. Aren de ilk defa olmasına rağmen çok güzel ayak uydurdu bize. Sarkis ise oğluna devamlı öğütler veriyor, bilgisini paylaşıyordu. Ben de arkalardan izliyordum herşeyi. 28’lik tekerle ve yükle dikkatlice ilerliyordum. Zangır zangır taşlar bazen sinir etse de çevrenin güzelliği herşeyi unutturuyordu.

 
 



Demek ki dünyayı insana kapatacaksın. Özellikle de bizim insanımıza. Hiçbir şeyin değerini bilmez bir toplum olmuşuz. Bu bölge açılsa çok geçmeden etrafta pislik, çöp, moloz, plastik atıklar aklına ne gelirse boşaltırlar. Sonra da piknik yaptıklarını sanıp çöpün içinde rahatsız olmadan otururlar. Güzelliğe sırtını döner pisliğe bakarlar. Bunu da yazdın mı ayağa kalkarlar. Mine Kırıkkanat dile getirdi diye söylemediklerini bırakmadılar.

Çıkış kapısında bizi Güven Bey karşıladı. Dönüşü gene buradan yapacağımızın iznini girişten teyit etti. Biz de acaba ne etsek, Ormanlı'da mı kalsak, yoksa Yalıköy–Çilingöz’e mi devam etsek üzerinde hesap yapıyorduk. Devam etsek yarın ki dönüş yolumuz 130 km’ye çıkacaktı. Tek günde bayıltırdı bu mesafe. Sonunda Ormanlı’da kalmaya karar verip sahile doğru devam ettik. Girişte araçlardan 5 lira alınıyordu ama empati sonucu bizi soktular (bisikletin dayanılmaz gücü).

Sahildeki tek restoran yerleştik. Acıkmıştık ve turun en masraflı yemeğini yedik. Etoburlara köfte, otobura omlet. Ortaya kızarmış patates ve çoban salata. Sular da eklenince 60 lira tuttu bu ziyafet (aslında 64 de Sezai’nin yuvarlamasıyla indi).

Ben serinde çardak altında dinlenirken onlar da denize girdiler. Bugün deniz oldukca dalgalıydı. Hava da esintili. Zaman zaman oturduğum yerde kafam düşüyordu. Şöyle uzanacağım bir yer olsa da kestirsem diye bakınıp durdum boşuna.

Sonra Aren’i eşyaların başına nöbete dikip bizler de bisikletlerle Ormanlı’ya akşam ve sabah için alış-verişe gittik. Daha önce geldigimde tanıştığımız bakkaldan (Ormanlı Gıda Pazarı) bazı şeyler aldık. Kolaya kaçıp ekmek arasını bakkala hazırlattık. Kaşar+salam (3’üne), sabah için de beyaz peynirli (hepimize). Yanına domates, biber. Hıyarların içi geçmişti, domatesler de son günlerindeydi. Para da suyunu çektiğinden kasaya 10’ar lira daha girildi.

Köy meydanından traktörden bi küçük karpuzu Sarkis taşımayı üstlenince Sezai’nin itirazı da kalktı. 2 lirayi römörkün kenarına bırakıp (satıcı yoktu) köy içindeki mandırada 2 kg manda yoğurdunu almak üzere durduk. 8 lirayı da, biraz fazla bulsak da ödeyerek, aldığımız kolayı da Güven Bey’e bırakıp tekrar sahile döndük.

Artık arabalar da dönmek üzere geliyorlardı, dikkatli olmak zorundasınız. Yol dar ve hızlı sürüyorlar. Biraz da dumanlıysa kafası refleks mefleks kalmıyor adamlarda.

Geldiğimizde restorana çok kişinin ayrılmasıyla ortalık biraz sakinleşmişti. Gürültülü kalabalıktan eser yoktu. Yemeğimizi yemeden önce çadırı nereye kuracağız diye aranmaya başladık. Rüzgar çoktu ve acaba uçururmuydu çadırları diye kuytu yerlere bakındık. Ama böyle bir yer de yoktu yakınlarda. Mecburen kıyıya kuracaktık. Acaba sadece tulumda mı yatsak diyordu Sarkis. Neyse olan oldu ve çadırlar kuruldu. Taş ve kumlarla da destekleyerek iplerini gerdik. Içlerine de çantaları koyunca ağırlık oldu. Görünürde durum iyiydi. Herşey gece belli olacaktı!

Yemeğimiz kolaydı, ekmek araları hazırdı, bir tek domates ve biberleri yıkayıp servis etmemiz gerekiyordu. Sezai gene çay suyu kaynattı. Bu şekilde hava da kararmaya başlarken kayıntıya başladık. Sağolsunlar restorandakiler bize bir lüks lambası verdiler. Masamız da aydınlanmıştı. Deniz dalgalarının sesi arasında yemeğimizi yedik.

Bisikletleri de restoranın içinde koymuştuk, saat de 10’u çoktan geçmişti. Ehh uyku vakti diyerek çadırlarımıza geçerek ayrıldık.

Rüzgar iyi esiyordu, çadır pır pır ediyordu. Uyumadan önce biraz müzik dinlemek istedim. Çok keyifli oluyor. Sonra da dalgaların sesiyle uyuya kalmışım.

Sabah 6:30’da uyandım. Şöyle bir dışarıya baktığımda kapalı bir hava, uzakta siyah bulutlar vardı. Bugün için yağmur demişti Sezai, meteo’ya gore. Fazla oyalanmadan kalkıp eşyalarımı toparladım. Bizimkilerden ses yoktu. Iki çadır da sessizliğini koruyordu. Bu boşluktan istifade ihtiyaçlarımı kolaylıkla halledip toparlandım. Sonra sırasıyla Sarkis ve Aren, daha sonra da Sezai uyandı.
Bugün 30 Ağustos’tu (kutlu olsun). Şehirlerde tören hazırlığı vardır mutlaka. Sezai'de ay yıldızlı formasını giyerek bunu belli etti. Çok ince bir düşünce, çok hoşuma gitti.

Kahvaltı meselesini kolaylıkla hallettik, gene aynı şekilde. Girişteki arkadaşın bisiklet pompasındaki kullanım sorununu da Sarkis çözdü. Saat 10‘u geçiyordu sahilden ayrıldık. Bizden kamp parası almadılar. Ormana girişte oyalanmadan daldık. Dün geldiğimiz bu güzelim araziden şimdi dönüyorduk. Bazı yollar daha kısa, bazıları da daha uzun geldi. Sezai önlerden uçuyor keşif yapıp bizi bekliyordu.

Küçük molalarla çıkışa geldik. Buradan sularımızı tazeleyip ormandan ayrıldık. Az gittik ki kaskımı son mola yerinde unuttuğumu fark ettim. Zaten bir tuhaflık var üzerimde diyordum. Şaçlarımın arasından esen bu rüzgar da nesiydi derken malum durumu fark ettim. Hemen 1 km kadar geride kalan son mola noktasına varıp kaskımı bıraktığım yerden aldım. Arkadaşlar da bu süre zarfında Karaburun Deniz Fenerini ziyarete gitmişler. Çayhanede buluştuk, 2’şer Maxsimus’la çaylarımızı içtik. 500 kalori almıştık.

Yola devam. Önce Durusu, zaten çok yakın. Buraya giden yol göl kenarından ilerler, çok keyiflidir pedallamak. Sonra Tayakadın’a bir çıkış vardır. Germe’ye geldiğimizde bizi yoğun bir kamyon trafiği karşıladı. Yapılan duble yol ve 3. köprü için ağır vasıtalar durmadan geçip gitti yanımızdan. Bu adamlara ne kadar götürürsen bazında herhalde ödeme yapılıyordu ki sanki birbirleriyle yarış edercesine sürüyorlardı o dev araçlarını. Sıra kapmak için bir mücadele vardı!!!

Tayakadın’a girdiğimizde Sezai ve Aren’in teklifi üzerine yoldaki köpek için biraz yiyecek alınsın denildi ve bir paket sosis aldık. Aren de kaybettiği enerjiyi “pilav üzeri”yle tamamladı. Bizler de birer soda ve kolayla.

Buradan geldiğimiz yoldan tekrar geri dönüşe geçildi, yol üzerindeki köpeklere sosis ikram edilerek. Gerçekten de gelirken rastladığımız noktada o küçük köpek, bir bacağı sakat, önümüze tekrar çıkmaz mı? Hem o sevindi hem biz. Sezai güzelce doyurduktan sonra yola koyulduk gene. Toprakların üzerinden aşırtıp bisikletleri eski yoldan gerisin geri Ihsaniye, Işıklar ve Kemerburgaz.

Buraya kadar bizler biraz geride kaldık, Sezai aldı başını önden gitti. Ne oldu diye merak ederken Kemerburgaz’da buluştuk. Bize sürpriz, lokmaları masaya hazırlamak istemiş ama lokmacıda mal bitmişti. Bu durumda ben su böreğine (10 TL//kg), arkadaşlar da köfteye (yarım ekmek 5 TL) yazıldılar ve çayları (50 krş.) da içtikten sonra tekrar Istanbul’a doğru sürdük. Çayırbaşı’na inen yolun başında (kemerlerin altında) Sezai "19:45 gemisine yetişmek için biraz önden basacağım" dedi ve vedalaştık. Belki de hızlı sürdüyse 19:15’e de yetişmiştir. Bizler de neticede 19:45’te Beşiktaş’taydık, sonra Akaretler çıkışı ve Teşvikiye’den herkes kendi evine doğru dağıldı.

Saat 20:10’u gösteriyordu eve girdiğimde. 107 km yolu 7 saat 36 dakikada almışız. Ortalamam 14 km. Gidişimizi de eklersek ki gitgellerle 227 km ederdi bu 3 günlük gezi.

Zafer bayramını bu şekilde pedallayarak geride bırakmış olduk. Nice 30 Ağustos’lara.
Yol:
1. gün (28.08.10, C.tesi): Beşiktaş > Çayırbaşı > Kemerburgaz > Tayakadın > Durusu > Yeniköy > Karaburun (80 km)

2. gün (29.08.10, Pazar): Karaburun > Ormanlı (30 km)

3. gün (30.08.10, P.tesi): Ormanlı > Karaburun > Durusu > Tayakadın > Kemerburgaz > Çayırbaşı > Beşiktaş > Nışantaşı (107 km)

Not: Foto katkısı için Sezai'ye teşekkür ederim.

Kaynakça; Lüzumsuz Bilgiler Ansiklopedisi, Tamer Korugan. Aykırı Yayıncılık, 2001.