Hydrofoiler SL3, 2017'de dünyanın ilk hidrofoil (*) bisikleti Hydrofoiler XE-1'in tasarımcıları olan Yeni Zelanda merkezli Manta5 şirketinden geliyor.
"Yarım bisiklet, yarım uçak" olarak tanımlanan hidrofoil bisikletler, sürücünün pedala basmasıyla devreye giren, hız kazanması için elektrik motoruyla destekli pervanenin dönmesiyle hareket etmekte. Yeterince hız kazandıktan sonra bisikletin ön ve arkasındaki hidrofoil kanatlar, yükselmesine ve su yüzeyi üzerinde kaymasına yardımcı olmakta.
Hydrofoiler SL3 ayrıca üzerindeki el gazı yardımıyla pedal çevirmeye gerek olmadan da hareket edebildiğinden, onu jet ski gibi motorlu deniz taşıtlarına karşı daha çevre dostu bir seçenek haline getirmekte.
Ortalama sürüş süresi 4,5 saat olan hidrofoil bisikletin üç modeli bulunmakta: SL3, SL3+ ve SL3 Pro. Temel model üç saatlik şarj süresine sahip 600 Wh lityum iyon batarya ile, diğer iki modelse beş saatlik şarj süresine sahip 1000 Wh batarya ile gelmekte.
Bir dizi güvenlik özelliği de olan Hydrofoiler SL3'de; bataryayı çevreleyen su geçirmez çift koruma katmanı ve pervaneyi örten bir kabuk bulunmakta. Üzerindeki büyük bir ekran, uyarıların yanı sıra el gazı düzeyi ve batarya yüzdesi gibi önemli değerleri göstermekte. Eğim sensörleri ise bir düşüşü algıladıklarında pervaneye giden gücü anında kestiği, 1 metre su derinliğin kullanmak için yettiğini ama su altından kalkmak istenilirse en az 2 metre derinliğe gerek olduğu anlatılmış. En az 4 km hızla sürülen ve en fazla 20 km hıza çıkabilen hidrofoil bisiklet saatte 11 km hızla gitmek üzere tasarlanmış olup kullanmasını da 40 dakikada öğrenebileceğiniz belirtiliyor.
(*) Hidrofoil kelime olarak “hydro: su” ve “foil: kanat” kelimelerinin birleşiminden oluşmuştur. Yani su altında çalışan kanat anlamına gelmektedir. Uçaklardaki kanatlardan tek farkı akışkan olarak suyu kullanmasıdır, fakat suyun özkütlesi havanınkinden çok daha yüksek olduğu için aynı hızda hidrofoil’lerde birim alandan elde edilen kuvvet miktarı uçak kanatlarında elde edilen kuvvetten çok daha büyüktür. Teknelerin altına monte edilerek kullanılır. Suyun altında kalan bu kanattan elde edilen kuvvetle tekneye yer çekimine ters yönde bir kuvvet uygulanmış olur, yani teknenin suyun altında kalan hacmi azaltılmış olur ve suyun direnç kuvveti önemli ölçüde azaltılabilir. Hidrofoil’in temel kullanım amacı da bu yöndedir.
Yukarı Mezopotamya'nın en önemli yerleşim yerlerinden birisi olan Dara, İmparator Anastasius'un girişimleriyle 505 yılında, Doğu Roma İmparatorluğu’nun doğu sınırını Sasanilere karşı korumak amacıyla askeri bir garnizon kenti olarak kurulmuş olup, kaya içine oyulan yapılardan oluşan, geniş bir alana yayılan Dara Antik Kenti’nin çevresi 4 km.lik bir surla korunmuştur. İç kale kentin kuzeyinde ve 50 m yüksekliğindeki tepenin üst düzlüğüne konumlanmış, kent içinde kilise, saray, çarşı, zindan, tophane ve su bendi kalıntıları halen görülebilmekte. Ayrıca köyün etrafında tarihleri Geç Roma Dönemi’ne kadar giden mağara evlere rastlanılmaktadır...
Neye niyet neye kısmet derler ya, bizim de pazar gezimiz böyle oldu. Anadolufeneri’ne niyetlendik ama Tuzla’ya kısmetlendik. Çünkü hava tahmin edildiği gibi çıkmadı. Yağış vermiyordu hiç biri ama üst katta karar değişikliği olmuş ki ince ince yağdı.
Sabah İhsan’la Beylerbeyi’nde buluşmak üzere 8’i 10 geçe çıkıyorum evden. Hava soğuk ama yağış mağış yok. Tek dünden kalan ıslaklıklar var. O da biraz tedirgin edici, kayma durumları olabilir. Temkinli pedallıyorum. Ancak yolun ortasında, Küçük Çamlıca taraflarındayken Firuzan arıyor, ner’desin, görmedin mi İhsan’ın mesajını diyor. Bakıyorum ve yağıştan dolayı vaz geçtiğini okuyorum. Ama buralarda yağış yok. Arıyor, anlatıyorum, o zaman gelirim diyor. (...) Şimdi Beylerbeyi’nde onu beklemekteyim.
Beylerbeyi Çayevinde çaylar 5 lira olmuş. Çok zamlamışın diyorum. Aşağıda 7-10 lira diyor, sahili kastediyor. Öyle de senin okeyciler 5 liradan çay içerler mi ki? Burası kıraathane, içeride okeycilerden başka kimse yok!
İhsan’ın gelmesiyle; ne edelim, hava tatsız, Fener’den vaz geçip daha kısa mı turlayalım diyoruz. Tuzla yapalım diyor. Tamam. Üsküdar-Salacak-Kadıköy şeklinde Bağdat Caddesine bağlanıyor, Tuzla’ya doğru pedallyoruz.
Pendik Beltur’a ulaşana kadar ince ince başlayan yağmur, hafif hafif üstümüzü ıslattı bile. Arada bazı bölgelerde hiç yağmamış olmalı ki yerler kuruydu. Ancak ıslak bölümler pek bir nahoştu. Gerçi havaya rağmen gene de yollarda bisikletçiler var. Hele Yolcular grup halinde tempo bile yapıyorlar.
Telefona düşen bir mesajda, Mahsa Amini protestoları sonuç verdi: İran'da 'ahlak polisi' kapatıldı... denmiş. “Too good to be true” derler ya, yani inanmak için fazla iyi bir haber. Mollaların bu kadar kolay pes edeceklerini düşün(e)müyorum. Komşu ülkede olanları duydukça, Atatürk Devrimlerinin ne kadar da önemli, ne kadar yüce olduğunu, hele de kadına kazandırdıklarıyla... İran’da canlarını verdiler, sadece başörtüsü için. Nedir bu Ahlak Polisi denilen garabet? İrşad Devriyesi, aynı zamanda Moda Polisiolarak da bilinir, çoğunlukla kılık kıyafet kurallarına göre "uygunsuz" giyinen kadınları (ama aynı zamanda bazı erkekleri de) tutuklamak amacıyla 2005 yılında kurulan İran İslam Cumhuriyeti Kolluk Kuvvetleri'nde bir tür yardımcı ekiptir... denilmiş. Kısaca hatırlayacak olursak: 1979’daki İran İslam Devrimi sonrası ‘yanlış takılan başörtüsüyle ya da yanlış giyilen kıyafetlerle’ savaşacağını söyleyen İranlı yetkililer, kadınların kıyafetlerini, nasıl giyineceklerini ve nasıl davranacaklarını hedef alırlar ve ardından devrimin lideri Ayetullah Humeyni, başörtüsünün tüm kadınlar için işyerlerinde zorunlu olduğunu; başörtüsü takmayan kadınların ‘çıplak sayılacağını’ duyuran bir kararname yayımlar.1981’de kadınlar ve kız çocuklarının ‘İslami tarzda’ giyinme zorunluluğu kanunlara eklenir. Bu da tüm vücudu kapatan bir kara çarşaf ve bunun içinde başı örten daha küçük bir başörtüsünü kapsıyordu. Ya da bir başörtüsü ve altına bol, kolları da kapatacak şekilde bir kıyafet giyme zorunluluğu.1983’te parlamentodan çıkan bir kararla, kamusal alanda saçlarını tam anlamıyla kapatmayan kadınların 74 kırbaçla cezalandırılabileceği belirtilir. Buna sonra 60 gün hapis cezası eklenir. Aşırı muhafazakar Mahmud Ahmedinejat seçimleri kazanınca ‘ahlak polisi’ birimini resmen oluşturur. Kadınlar çok basit gerekçelerle sıkça gözaltına alınmaya ve gelecekte kuralları çiğnemeyeceklerine dair ciddi sözler verdiklerinde salıverilirler. Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi ise seçildikten hemen sonra, bir kararname imzalayarak yeni bir takım kısıtlamalar getirir. Bunların içinde sokaklara çok sayıda kamera yerleştirerek kadınları takip etmek, başını düzgün şekilde örtmeyen kadınlara daha ağır cezalar işlemek, ‘danışmanlık vermek için’ karakola götürmek, internet ortamında başörtüsü karşıtı herhangi bir paylaşım yapanlara hapis cezası gibi uygulamalar da bulunur... Duyar gibi oluyorum sözlerinizi: “Nedir bu İslam’ın kadınlarla alıp veremediği?”
Pendik’te içilen birer çay. Uzaklarda tepelerde sis mi yağış mı, anlayamadık ama bir şeyler oluyor. Acaba ne’tsek? Devama karar veriyor, tekrar yola koyuluyoruz. İşin ilginci Tersane taraflarına geldiğimizde değil yağış, ıslaklıktan eser bile yok. Yani buraya hiç düşmemiş damlalar. Tuhaf bir hava var bugün.
Tuzla’da İhsan’ın önerdiği, daha önce Firuzan’la uğradıklarında Oğuz Cafe’de yedikleri menemenden ısmarlıyoruz. Eminim sevmeyeni yoktur. Gerçi kimi yerde melemen de deniliyor. Son zamanlarda soğanlı mı soğansız mı tartışması da yapıldı. Ben evde soğanlı hazırlarım. Belki de soğanı çok sevdiğimdendir. Ama insanın annesi nasıl yapıyorsa damak tadı da öyle gelişmiyor mu? Araştırmacıların çoğunun ortak fikri, mübadele ile gelen Girit Türkleri tarafından yapıldığı ve adını ilçeden aldığıdır. (...) Birazdan sahanda servis edilen menemene, beraberinde gelen çaylar eşliğinde ekmekle dalıyoruz. Bir de taze acı biber olsaydı içinde tam olacaktı. Yemek sırasında İhsan’dan menemenle ilgili başka bir şey öğreniyorum: Samsun-Çorum yolu üzerindeki Çakallı mevkiinde bulunan bir lokanta, muhteşem lezzette hazırladığı menemeni yöreye has ekmekle servis ediyormuş. Bayıldım buna ve hemen not ettim. O bölgeyi kapsayan bir rotam var, gittiğimde uğrarım.
Yemek sonrası İhsan’ın Hasfırın 1878’den aldığı Hindistan Cevizli Koko ile ağzımızı tatlandırıyoruz. Yani bu da ayrı bir lezzet. Dediği gibi var, insan kendine hakim ol(a)masa daha fazlasını yer. Merak ettim, nereden çıkmış-gelmiş bu lezzet? Şunları buldum: Yurt dışında makaron olarak biliniyor bu ve benzeri kurabiyeler; Fransızlar ve İtalyanlar takılmışlar. Bazıları pastel tonlarda, bazıları rengarenk. Hikaye 1000 yıldan fazla geriye, 600-700'lerin Arap imparatorluğuna kadar uzanıyor. Araplar, Kuzey Afrika üzerinden bugünkü Sicilya'ya doğru yayıldıklarında, varsayabileceğiniz gibi yiyeceklerini de yanlarında getirirler. Bunlardan biri de baldan ve öğütülmüş fındık unundan yapılmış tatlı bir kurabiyedir, olası Antep fıstığı, ama badem veya diğer sert kabuklu yemişler de olabilir.
Sicilyalılar, yer fıstığından yapıldığı için bu yiyeceğe "maccheroni" adını verirler ve maccheroni, öğütülmüş bir şeyden -fındık, buğday, her neyse- yapılmış, tuzlu veya tatlı herhangi bir yiyeceğe göndermede bulunur. Zamanla tatlı maccheroni, mayalama için yumurta akı içerecek şekilde gelişir ve İtalyan yarımadasında çok iyi bilinen acı bademleri kullanır. Öğütülmüş bademlerden yapılan, şekerle tatlandırılmış ve yumurta akı ile mayalanmış bu kurabiye, aşağı yukarı bugün hala İtalyan makaronu olarak bildiğimiz şeydir (İtalyanlar bunu "Amaretti" olarak bilirler. Çünkü maccheroni artık o kadar geniş bir anlama gelmektedir ki).
Peki Fransızlara nasıl geçti ki bu kurabiye?
1500'lerde, en öndeki İtalyan ailelerinden birinden gelen Catherine de Medici, Fransız kraliyetiyle evlenir ve Fransa'ya taşınır. Kendisinden yaklaşık 800 yıl önceki Araplar gibi o da en sevdiği kurabiyelerini yanında götürür. Böylelikle Catherine de Medici, İtalyan "maccheroni"yi Fransızlara tanıtır. İtalyan maccheroni, Fransız mutfağına kabul edildikten sonra doğrudan Fransızcaya "macaron" olarak çevrilir. 1900'lerin başına kadar, kendi adını taşıyan bir fırına sahip olan Lauduree adlı bir adamın torunu Pierre Desfontaines, iki makaronu çikolatalı ganaj dolgusunun etrafına sıkıştırır. Pierre bu sandviçi büyükbabasının fırınıyla tanıştırır ve o andan başlayarak Fransız makaronu, İtalyan kökeninden resmi olarak ayrılır ve bu form artık yaygın olarak bilinen makaron haline gelir.
İyi de Hindistan cevizi bunun neresinde?
Badem ununu öğütülmüş Hindistan cevizi ile değiştirmeyi akla getirmek zor olmasa. Hindistan cevizinin popülaritesi 1500'lerde Vasco de Gama tarafından Avrupa'ya tanıtılmasından, Birinci ve İkinci Dünya Savaşı sonrası Amerika Birleşik Devletleri'ndeki uluslararası gıda patlamasına kadar arttıkça, şefler ve fırıncılar bu malzemeleri kullanmanın yeni yollarını ararlar. Ve badem ununun kıyılmış Hindistan cevizi ile değiştirilmesi -kimine göre- çok da parlak bir fikir olarak kabul edilir.
Artık bugünkü şekli, orijinal İtalyan acıbadem kurabiyesi veya Amaretto'dan oldukça farklı, kesinlikle de Fransız macaron kurabiyesinden de farklıdır. Ancak bu durumun büyük ölçüde "unun" boyutundan kaynaklanmakta olduğu -bu kurabiyelerde çok ince öğütülmüş fındık unu kullanılırken, Hindistan cevizli kurabiyelerde kullanılan çok daha kaba bir un vardır- bunun dışında hepsi aynıdır.
Yani Koko deyip geçmeyin. Bakın ne de çok hikayesi var-mış : )) Evet, bundan sonra menemen ve çaylara 60’şar liramızı bırakıp dönüşe geçiyoruz. Gelmeyeli Tuzla amma büyümüş, amma çok yer açılmış. Süper olmuş. Bence İstanbul’un en güzel ilçelerinden. Zaten diyordu İhsan, geçen sene 450 bin olan daireler 1,5’a çıktı. Demek ki sadece ben değilim burasını beğenen.
Hava tekrar kapadı, soğudu da. Hızlı bir tempoyla Maltepe’ye kadar geliyoruz. Burada ayrılıp ben Başıbüyük üzerinden evin yolunu tutuyorum. Bugün dikkat çekici 4 kaza vardı yollarda. Yağıştan olsa araçlar kaymış çarpışmışlardı. Ayriyeten bir de kanalizasyonları açmaya çalışan belediye ekibi. Hepsi tıkanmış olmalı ki hararetle içinden toprak moprak çıkartılıyordu.
Geziyi sonlandırırken size bir müzisyeni tanıtmak istiyorum: Flamenko ile cazı harmanlayarak farklı bir soluk getiren, eleştirmenler tarafından “Flamenkonun yeni kralı”, “Son yüz yılın en iyi şarkıcısı” olarak nitelendirilen... Diego el Cigala.
Asıl adı Diego Ramn Jiménez Salazar olan Diego el Cigala, solo kariyerine 1998 yılında “Undebel” adlı albümüyle başlar. 2014 yılında piyasaya çıkan ve piyanist Bebo Valdés'le kaydettiği Lágrimas Negras albümü ile Grammy, Premios de la Música, The Ondas ödüllerini kazanırken, İspanya, Arjantin ve Meksika'da platin rakamlarına ulaşır. Flamenko ile cazı birleştiren bu albüm, Latin müziğine yepyeni bir soluk getirirken New York Times tarafından yılın albümü seçilir.
Dünyanın dört bir yanından dinleyici kitlesine sahip sanatçı, Bebo Valdés, Jerry González, Tomatito, Raimundo Amador, Josemi Carmona ve Salif Keita gibi isimlerle çalışmalar yaptı. Burada Puerto Rico'lu müzisyenlerle gerçekleştirdiği El Ratón adlı parçasını dinliyoruz...
En yüksek hız: 45,2 km/s Bisiklete biniş süresi 4 sa 41 dk, dışarıda geçen süre 6 sa 55 dk
En yüksek sıcaklık 20 ˚C, en düşük 8 ˚C, ortalama 10,9 ˚C Yükselti kazancı (çıkış) 1082,1 m, kaybı (iniş) 1058,7 m En düşük yükselti 0 m, en yüksek 167,6 m
Keşif turlarımızın bir yenisini Pirinççi’ye yaptık. Fi tarihinde bir kere Firuzan’la geçmiştik. O zaman durumu pek içler acısıydı. Çevre, yerleşim vs... Bakalım geçen zaman içinde bir değişiklik olmuş mu, burasını rotalarımıza ekleyebilir miyiz?
İnternette çok fazla bilgiye ulaşamadım. Bir kaynakta aslında gerçek adının Birinci Köy olduğu, geçmişinin 300 yıla gittiği, 4 bin kadar nüfuslu, ama günlük 10 binin üzerinde insanın girip çıktığı, tarım, hayvancılık ve seracılıkla uğraşıldığı, yol boyunca bulunan 4-5 tezgahta tarım yapan her aileden 2 kişinin durduğu, ürünlerin bir kısmı pazarda-bir kısmı markete verilerek satıldığını okudum.
İhsan’la Marmaray’da buluşup Kazlıçeşme’de iniyor, Topkapı’ya pedallayıp tramvayla Mescdi-i Selam'a gidiyoruz. Bugün Merkezefendi yakınlarında -herhalde gene bir sınav olmalı ki- kalabalık vardı, yol da tıkanmıştı bu nedenle. Bir parkın içinden geçip, bir yay çizerek dolanıp köftecilerin olduğu bölgeye ulaştık.
Geçenlerde bir haberde, dini inanışların/cennet-cehennem varlığının ülkelere göre farklılık gösterdiğini okumuştum. Yaklaşık 100 ülkede yapılan araştırmada, Avrupa ülkelerinde cehenneme inanan ülke olarak Türkiye birinci, %9,4 ile Danimarka en az inanan ülke olarak son sırada yer aldığı, bir başka araştırma iseen çok büyüye inanan ülkenin de Türkiye olduğunu bildiriyor... Gene de iyiyiz ama. Bizi kıskanmaları için bir neden daha!
Tramvayda bir sürprizle karşılaşıyoruz. Camlara ince ince damlalar düşmekte; yağmur! Halbuki göstermiyordu hiçbir tahmin. Ne’dcez? Bu kadar geldik, devam diyor İhsan ve Sultangazi yönüne pedallıyor, Pirinççi diye sağdan ayrılıyoruz. Düz giden yol sanayi içinden geçtikten sonra yokuş aşağı, yağış da ince ince başımızdan aşağı iniyor. Hafif de olsa ıslanıyoruz, yerler ıslak olduğundan temkinli sürmek zorundayız. Yani mecburen frenlemek durumu. Halbuki keyifli bir yokuş, saldın mı Pirinççi’ye kadar inersin : )) Bölge yeşil. Nedense buralara ulaş(a)mamış siteler villalar.
Gelirken, Sultangazi tarafında Habibler Cemevi diye bir yönlendirme görmüştüm. Cem Vakfı başkanı İzzettin Doğan'ın iddiasına göre 2022 yılı itibari ile 25-30 milyon arası Alevi vardır. Buna rağmen Konda Araştırma'ya göre kendini Alevi olarak tanımlayanların nüfusa oranı %5 civarındadır. Bu da neyi gösterir; kendilerini gizlemek zorundalar. Evlerinin işaretlendiği, ibadethanelerine saldırıldığını okuduğumuzda hiç de sebepsiz olmadıkları anlaşılıyor.
Aleviliğin ne olduğu, nasıl başladığı, nasıl oluşturulduğu bilim dünyasında bir tartışma konusudur. Kimine göre Alevilik İslâm halifesi Hz. Ali ile başlarken, kimine göre bir Orta Asya Türk inancı olan Şamanizm’in Anadolu yorumudur. Kimine göre ise Zerdüştlüğün Anadolu’da yaşayan halidir. Kimilerine göre ise Alevilik Hititlerden bu tarafa varlığını sürdüren Anadolu coğrafyasının kadim bir inancıdır. Bu tartışmalar bir taraftan sürüp giderken diğer taraftan da Aleviliğin İslâm ve Kur’an ilişkisi sorgulanmaktadır. Aleviler ibadet, inanç esasları bakımından kendi özgünlüklerini savunup bunu İslâm’ın bir gereği olarak algılamakta ve şu an yaşanan İslâm’ı değiştirilmiş, dönüştürülmüş bir Emevi İslâm’ı olarak görmektedirler.
Durum böyle iken mevcut iktidarın TBMM’ne sunduğu torba yasaya STK’larının tepkisi sürüyor: "Torba yasası değil, Cumhurbaşkanı Kararnamesi değil, eşit yurttaşlık istiyoruz" deniliyor.
Pirinççi hiç değişmemiş. Gene kırık dökük evler, çukurda kalmış bir köy görünümünde. İçimizi ısıtmak için ilk gelen kahveye yanaşıyor, çay (2,5) eşliğinde ısınmaya çalışıyoruz. Hava soğuk, yağmur da ıslatıyor, kuvvetli yağmasa da. Dam altına girdiğimiz mekandaki hanıma, buranın insanı nereli diye sorduğumuzda Drama yanıtını alıyoruz. Yani Yunanistan göçmeni. Burada Drama ismiyle kasap-ızgara salonu, hatta soyadı bile var. Haberlerde ‘Drama ve Turan Ailesi’nden Dillere Destan Nişan Töreni’ne de rastladım.
Pirinççi aslında, Kağıthane Deresi'yle birleşerek Haliç'i meydana getiren Alibey Deresi (Mağlova Deresi diye de anılır) üzerinde. O nedenle de Alibey Barajı’nın sonunda, yani suyunun azaldığı-bittiği yerde. Bundan dolayı da buradan tırmanarak çıkılıyor. Ancak yol yapılmış. O zamanki darlıkta değil, zorlamıyor. Keyifle çıkıp karşımıza Kemerburgaz Kent Ormanı geliyor. Sapıyor, kapısından giriş izni alıyor ve son derece düzenli bir ormanda, parke taşların üzerinde ilerliyoruz. Yağan yağmur da bu arada kesildi, ohh be...
Ormanla ilgili yazılanlara bir göz atacak olursak: Yaklaşık 725 araç kapasitesine sahip bu yerde Açık Otoparklar, Futbol ve Basketbol Sahası, El Sanatları Satış Birimi, Organik Ürünler Pazarı, Midilli Ahırı, Büyükbaş ve Küçükbaş Hayvan Ahırları, Seyir Kulesi, Piknik Alanları, Kır Lokantaları, Kır Kahveleri, İbadethane, Fauna Tanıtım Alanları ve 6300 m uzunluğunda Yürüyüş, Koşu ve Bisiklet Parkuru bulunmaktadır... denilmiş. Mihrimah Kapısı (bizim girdiğimiz), Mağlova Kapısı ve Mimar Sinan Kapısı olarak üç girişi var. Yürüyenler arasında oryantasyon yarışmasına dahil pek çok genç görüyoruz, ellerinde haritalarıyla. Yön bulma konusunda kendilerinden yardım alıp devam ediyoruz pedallamaya.
Duyamadım, ne mi eksik? Bence sağa sola daha çok genel yerleşimi gösteren haritalar konulmalı, hatta girişte birer tane verilmeli ki yön bulma daha kolay olsun. Etraf temiz, çöp kutuları var ama daha fazla konulsa bir sakıncası olmaz. Bugün ortalık boş, havadan olsa, ama bu kadar masaya gelenler olursa durum nasıl olur bilemiyorum? Araçlara kapalı, siz geçebilirsiniz denildi. Ama bizim uyanıklar kenardan bir boşluk bulup ortalıkta dolanmaktalar. Kesinlikle araç dolanmamalı. Elektrikli toplu taşıyıcılarla gelenler piknik alanlarına dağıtılmalı. Öyle masanın kenarına kadar gel-park et nerede görülmüş? Ancak bizim gibi geri ülkelerde.
Bunca zamandır İstanbul’dayım, burasını bilmiyordum. Gerçi 2019’da açılmış, gene de 3 yıl geçmiş. İyi oldu keşfettiğimiz. Bir başka sefer her köşesine gideriz. Bugün sadece göl kenarına kadar gidiyoruz, ancak sular çekildiğinden ortada cılız bir dere akmakta.
Hafiften tekrar başlayan yağış artık dönmemize işaret ediyor. Mağlova Kapısı’ndan çıkıp Kemerburgaz Kahve Dünyası Fabrika’da bir mola veriyor, yanımızdaki sandviçleri birer kahve ile midye indirip Cendere yolundayız. Güneş de bu arada yüzünü göstermeye başladı. Ohh be...
Tarihte Bugün’de çok komik bir şey okudum: 1961, 27 Kasım; İstanbul polisi bacağında Moskova yazılı kağıt bulunan kargayı nezarete aldı. Bak sen şu işe diyor ve günün en sıkıntılı kısmı geliyor. Yol ıslanmış, çamurlu, hatta dökülen çimento artığından dolayı gri, berbat bir durumda. Gelen geçenin sıçrattığı üzerimizde. Kılık-kıyafet-bisiklet, batmamış yerimiz kalmadı... Battı balık durumları devam ediyoruz, mecburen! Haklı olarak İhsan, Sarıyer’den keşke dönseydik diyor.
Vadiİstanbul’a yaklaştıkça etraf fosforlu ceketleriyle polis kaynamakta, fokur fokur ortalık. Ne var, kim geliyor, sultan mı dedirten bir durum! Karşı yönden gelen peş peşe dizili otobüsler tıka basa insan dolu. Kim bunlar, ne için taşınıyor? Yol kenarında park etmiş yığınla araç, mini/midi/oto-büsler. Büyük hazırlık var! Nef stadında bir numara olmalı.
Bundan sonrası bilindik: Kağıthane-Dolmabahçe Tüneli, Beşiktaş-Kadıköy vapuru ve Ayrılıkçeşmesi’nde evli evine köylü köyüne diye ayrılıyoruz.
Günü sonlandırmadan bir etkinlikten söz edeceğim: Burning Man. Her yıl Ağustos-Eylül aylarında Nevada'nın Black Rock Çölü'nde geçici olarak kurulan Black Rock City'de gerçekleştirilen, genellikle festival olarak bilinse de organizatörleri, Burning Man'in festival olmadığı, etkinliği bir "toplum ve sanat deneyi" olarak tanımlamaktalar. Olay ilk kez 1986 yılında Larry Harvey ve arkadaşları tarafından organize edilmiş. O zamandan beri her yıl ağustos ayının son pazar günüyle eylül ayının ilk pazartesi günü arasında düzenlenmekte. Adını, etkinlik sonunda yakılan adam figüründen alan, 70-80 bin katılımcı arasına girebilmek için rezervasyon gerektiren -ilk yıllarda beleş olup sonraları ücrete dönüşmüş- biletlerin 225 dolardan başlayıp, kaçırma korkusuyla 1500-2500 dolara kadar çıktığını okuyorum. Araç girişi bile 140 dolar. Videosuna baktığımda bana Mad Max film setini hatırlatıyor. Bilirsiniz konusunu: Nükleer savaşın ardından dünya, çöllerin yaygınlaştığı ve susuzluk probleminin arttığı bir yer haline gelmiş, aynı nedenle uygarlık çöküşe doğru sürüklenmiştir… Oyuncuların kılık kıyafetleri çok benzer şekilde Burning Man’de de var. Farklı kültürlere ait çağrışım yapan...
En yüksek hız: 56,1 km/s Bisiklete biniş süresi 4 sa 9 dk, dışarıda geçen süre 7 sa 45 dk
En yüksek sıcaklık 21 ˚C, en düşük 6 ˚C, ortalama 10,3 ˚C Yükselti kazancı (çıkış) 1009 m, kaybı (iniş) 1008,9 m En düşük yükselti 0 m, en yüksek 210,6 m
Kasımın sonuna yaklaştık, havalar halen müsait gidiyor. Lodosun da etkisiyle 20 derecelerde. Değirmendere; Beykoz’un köylerinden, Paşamandıra taraflarında. İsmini Hüsnü Çavuş adındaki bir köylünün dere üzerine kurduğu ve uzun yıllar civar köylere hizmet veren bir su değirmeninden aldığı anlatılmış. Bugün değirmen meğirmen göremiyoruz. Sadece yakınında bir gölet var, sulama amaçlı olmalı, fi tarihinde yaptığımız bir gezide oraya da uğramıştık. Bu turumuzda pas geçiyoruz ama. Belki başka bir zaman.
Sabah 9, Beylerbeyi hareket noktamız (ve saatimiz). İhsan ve Orhan gelmişler bile. 4lü olarak yola koyuluyoruz. Orhan’la da uzundur pedallamamıştık, konuşulacak çok konu var. Hem sohbet ediyor, hem geçen bisikletçileri selamlıyor ve bir saat sonra, 20 km uzaktaki Akbaba köyünde, her zamanki çayevi, her zamanki masa, her zamanki fırından alınanlar ve parkın köpekleriyle birlikteyiz. Son gelişimizde Firu biraz bakım yapmıştı bazılarına. Herhalde tanıdılar ki yanımıza sokuldular. Veya masa üzerindeki yiyeceklere geldiler : )) İki gün sonra gelen, İhsan’ın doğum gününü ısmarlanan baklavalarla kutlayıp yarım saat sonra tekrar selenin üzerindeyiz.
Bugün 4 rampamız var: Dereseki, Değirmendere, MŞP, Zerzevatçı. İlkini çıkıp Riva yoluna saldık kendimizi. Alibahadır köyüne giriş yapıp devamla Paşamandıra’ya doğru. Süper keyifli bir yoldur. Neredeyse sırf iniş diyebilirim. Güvenlik şeridi de var. Tek sıkıntısı, nedense düz olduğundan mıdır, fazla trafiği olmaması mıdır, her geçişimizde ya motorcular ya arabacılar sürat gösterisi yaparlar. Sanırsın F1 pistindesin. Bugün motorcuların sırasıydı, peş peşe büyük bir gürültüyle geçtiler.
Riva’ya doğru gitmeyip, sağdan Şile diye ayrılıyoruz. Mesire yerleri ve lokantalar solumuzda, dere kıyılarına çökmüşler. Yol üzerindeki, her geçişimizde mutlaka durup yapraklı ekmek aldığımız hanımdan 2 tanesini çantaya yerleştirdik. 25 lira olmuş. Başladığımızda 4 idi. Hanım, 10 yıl önce ilk ekmeği 2,5’dan satıyordum diyor. Düşünün, 10 katı. Bir de 6 sıfır eklesek, attıkları var ya, demek bugün ekmeğe 250 bin ödeyecektik. Ossun, tüm dünya bizi kıskanıyor.
Dünya denilince; 1959 yılının 20 Kasım’ında Birleşmiş Milletler, Çocuk Hakları Deklarasyonu’nu yayınladı.Bildiride çocuklara karşı ayrımcılık yapılmaması, çocuğa kendisini özgürce gelişme fırsatı verilmesi, doğumdan itibaren bir kimlik ve vatandaşlık kazandırılması, sosyal güvenlik haklarından yararlandırılması, engelli çocuklara gereken bakım ve tedavinin gösterilmesi gibi 10 genel ilke yer alıyor. Ancak bildiri, Cenevre Çocuk Hakları Bildirgesi’nde olduğu gibi herhangi bir yaptırım gücünden yoksun olup, imzalayan devletlerin iyi niyet ifadesi olmasından öteye gidemedi. İşte içler acısı durum: Dünyada 20 yaşın altındaki 10 genç kızdan 1'i cinsel ilişkiye girmeye zorlanıyor. 15 ila 19 yaşlarındaki 15 milyon genç kızın cinsel ilişkiye zorlandığı belirtiliyor. 10 çocuktan 6'sı ebeveynleri tarafından fiziksel olarak cezalandırılıyor. Çocukların yüzde 10'u fiziksel cezalardan legal olarak korunamıyor. Tespit edilen insan kaçakçılığı faaliyetlerinde yüzde 28 oranında çocuk mağdur oluyor. Dünya genelinde 50 milyona yakın çocuk yaşadığı yerden göç ediyor ya da zorla yerinden ediliyor. Her yıl 15 yaşının altındaki 41 bin çocuk ev içi cinayet sonucu hayatını kaybediyor.Yetişkinlerin dörtte biri, çocukken istismara uğradığını bildiriyor. 5 kadından 1'i ve 13 erkekten 1'i çocukken istismara uğradığını açıklıyor.
Az sonra Paşamandıra yolundan ayrılıp Değirmendere diye sağdan sapıyor, hafif hafif yükselmeye başlıyoruz. Ama esas rampa viyadüğün altından geçtikten sonra başlar. Sarı, turuncu ve kahverenginin bin bir tonu içinde, sonbahar renkleri arasından tırmanıyoruz. Coğrafya güzelleşti, etraf sakinleşti, biz çıkmaya devam ediyoruz, 185 metreye kadar. Sonra yol düz devam ediyor. Bitkilerin tüm renklerini görebildiğimiz bir bölgedeyiz. Bir bitkinin yaşam döngüsü ilkbaharda yeşil, sarı, kırmızı yapraklarla başlayıp, sonbaharda sarı, kırmızı ve kahverengiye dönerek son buluyor. Ardından gelen kış ve ilkbaharla birlikte yeniden başlayan bu döngü böylecene sürüp gidiyor…
Yol bazı yerlerde bozulsa da genel anlamda sıkıntılı değil. MŞP’ya dik bir yokuşla inmekteyiz. Bölgede yaşayan köpekler var. Bizi gördüklerinde yoldan kalkıp çalıların arasına kaçıyorlar. İnsanlardan bu denli korkmuşlar. Bir zamanlar buralarda Beykoz Barınağı vardı. Sanırım 5 yıl olmuştur yıkılalı. Bugünlerde Öyümce köyünde yeni yerinde. Ama burada-çevrede köpekler halen yaşamakta.
MŞP’da Anıt Ağaç altındaki kıraathanede verilen molada Orhan’ın kahve ikramını keyifle yudumluyor, sohbetimizi sürdürüyoruz. Ardından önceleri defalarca geçtiğimiz rampayı tırmanıp Sümbül durağında geleneksel fotomuzu çekip Zerzevatçı’ya ve oradan da Acarlar’a, son rampayı da tırmanıp Kavacık trafiğini yararak Anadoluhisarı’na inmeyi başardık. Bundan sonrası Üsküdar üzerinden Salacak şeklinde eve varmak olacak. Harem’de kısa bir molada içilen çayla biraz rahatlayarak. Orhan Üsküdar’da, İhsan Acıbadem’de ayrıldılar. Aslında biz de Üsküdar’dan metroya binebilirdik. Daha fazla şehir içinde pedallamamak için. Belki bir daha öyle yaparız.
Sonlandırmadan önce size, İstanbul’da da konser vermiş İngiltere-Manchester kökenli bir müzisyeni tanıtacağım: Matthew Halsall. Trompetinin tonu, insanın içini yumuşatan ve beklenmedik bir sakinlik hissi veren, “Spiritüel Caz Müzik” olarak tanımlanan, bünyesinde arp ve koto gibi, müziğe büyülü bir dokunuş katan enstrümanları da bulunduran The Gondwana Orchestra ile sunduğu parçaya kulak vermenizi isterim; The Energy of Life
En yüksek hız: 53,1 km/s Bisiklete biniş süresi 5 sa 50 dk, dışarıda geçen süre 8 sa 40 dk
En yüksek sıcaklık 24 ˚C, en düşük 17 ˚C, ortalama 20,1 ˚C Yükselti kazancı (çıkış) 1656,2 m, kaybı (iniş) 1649,9 m En düşük yükselti 0 m, en yüksek 243,4 m