29 Eylül 2020

Keşif Turları; Halkalı-3


Pedal pedal bölgeyi tarıyoruz. Daha önce gidip de unuttuğumuz, değişime uğramış bölgeleri yeniden görmek adına Halkalı’ya 3’üncü keşif turu bu. Büyükçekmece sonrası gölün çevresini döner Bahşayış üzerinden gelirdik Halkalı’ya. Bugün gölü dönmeden, Büyükçekmece’den Alkent 2000 üzerinden giden yolu pedallayacağım... demiştim ama Cengiz’in de dahil olmasıyla... pedallayacağız.


Sabah erkenden Bostancı’dan Marmaray’la Mustafa Kemal istasyonuna geldik. Bir saatlik yolculuk boyunca işletme bir kere olsun sosyal mesafe ve maske konusunda anons yapmadı. Üç hafta önce bunu fark etmiş ve TCDD işletmesine yazılı hatırlatmıştık. Belki dikkatlerinden kaçtı, uygulasınlar diye. Ancak görüyorum ki niyetleri yok! Tekrar mı uyarsam acaba? Boş trende sorun değil ancak dolduğunda kimse mesafeye dikkat etmiyor, uyardığında da tartışma çıkıyor. Haklılığını gösterecek bir anonsun olması çok faydalı olur(du).

Ledoux'un (1736-1806) Fransa
 Ulusal Kitaplığı Projesi


Korona nedeniyle hijyen konusunun ne denli önemli olduğunu –tekrar- hatırlatmakta yarar var. Anladık mı bilemiyorum! Arradamento Mimarlık dergisi Eylül-Ekim sayısında MÖ 4 binden günümüze gelen “Hijyen Tarihi”ni ele almış. Giriş yazısından bir bölümü paylaşmak istiyorum: Hijyen ve Mimarlık; bugünlerin kaçınılmaz konuşma başlığı hiç kuşkusuz hijyen. Kişi ve beden sağlığından kamu sağlığına uzanan bir kapsamda tüm dünyanın temel korku konusunu oluşturuyor. Doğrudan mimarlıkla da bağlantılı. En dar anlamlı olduğu bedenden başlayarak kentin, metropolün ve ülkenin, hatta dünyanın makro-mekanına dek soyut bir toplumsallıkta değil, fiziksel çevrede varlık kazanıyor ya da kazanamıyor. Aslında her çağda insanoğlunun en önemli kaygılarının arasında yer alıyordu. Ancak, bugünkü anlamıyla hijyen 18. yüzyıldan öncesine uzanan bir kavram değil. Sözgelimi hemen her toplumda önemsenen beden temizliği ve yıkanma pratiklerinin geçmişte hijyenik anlamının bulunduğunu bile söylemek olanaksız. Romalılar zengin ve gelişkin hamam kültürlerine ve mimarilerine karşın, tekstil temizliği için genel helaların sidik birikimlerinden yararlanıyorlardı. Sabunun yayılımı ancak 11. yüzyılda Venedik’ten başlayacak ve yavaş olacaktı. O nedenle Türkçe dahil sayısız dilde adı hala İtalyanca (sapone). Örneğin, Batı Akdenizli İbn Battuta 14. yüzyılda bugünkü Pakistan’da hala saç temizliği için kil kullanıldığını anlatır.

Bir havagazı şofbeni reklamı
(Cumhuriyet, 12.01.1937)
 

Ancak, hijyenin özellikle Türkiye’de sanılanın aksine sabunla ve yıkanmayla bağlantısı epey dolaylı. Hamam hijyenin mekanı olarak düşlense de, yüzyıllar boyunca her tür salgının yayılmasına imkan veren mekanlardan biriydi. Henüz mikrop ve hatta bulaşma olgusundan habersiz olunan çağlarda hastalıklar en kolay biçimde hamamlardan kapılıyordu. Ev mekanının da bir hastalık kuvözü olarak çalıştığı bilinir. Hala da öyledir. Ailenin ortak bir kaptan yemek yediği, soğukta kardeşlerin aynı yatağı paylaştığı bir dünyada ev tehlikeli bir mekandı. Çok kalabalık konutlarda yaşanıyor, bedenler arası sınırlar kolay çizilemiyor, fiziksel ilişkiler regüle edilemiyordu. Helalar başlı başına bir hijyenik felaket bölgesi sayılabilirdi. Ev parazitleriyse DDT’nin icadına kadar hemen her yerde ciddi sorunlar oluşturuyordu. Fare, binyıllar boyu olağan bir ev hayvanıydı. Bugün ironik bir ifade gibi nitelenebilir, ama geçmişte savaşta ölmek en sağlıklı ölümlerden biriydi. Sayısız asker yaralanıp tedavi görürken kaptığı enfeksiyonlardan ölüyordu.

Hepsinin değişmeye başlaması için 18. yüzyıldan itibaren hem hastanelerin hem de konutların hijyenik kılınması için çabalanacaktı. Pavyon tipi hastaneler eski geniş koğuş sistemini adım adım tasfiye etti. Konutlardaysa tuvalet ve mutfağın hijyenik hale getirilmesi uzun sürecek ve hala devam eden bir süreç oluşturacaktı. İnsanlığın bugün de bir hijyen mücadelesi içinde olduğunu söylemek mümkün. 

 

Mustafa Kemal istasyonunda indik. Bir hatıra fotosu sonrası peronu geçip sıra üst kata çıkmaya geldi. Yürüyen merdiven hazır, bizi bekliyor. Asansör yerine buraya yöneliyoruz (daha doğrusu ben yönlendiriyorum). Cengiz’in bisikleti iterek merdivene girmesiyle fotoseller hareket komutunu veriyor ve merdiven yürümeye başlıyor. Daha lafım bitmeden -“frenleri sık!”- dengesini yitirmesiyle Cengiz gerisin geriye yuvarlanmaya başlıyor. Panik durumu bende. Çevredeki iki kişi hemen yardıma koşuyor. Biri Cengiz’i diğeri bisikleti  kontrol etmek üzere. Taklalar taklalar taklalar... Uzatmayayım, bu ters durumu çok az zararla atlatıyoruz. Kollarda ve sırtta sıyrıklar, bisiklette orta aktarıcının kayması şeklinde. ... Olay mahallinde yaptığımız müdahale sonrası bir eczane veya sağlık birimi bulmak üzere başlıyoruz pedallamaya. Küçükçekmece’yi geride bırakıp Avcılar dolgu alanına geldik. Yoldan iki kere, daha öce tanıştığımız Anka Bisiklet’ten Cengiz Beyi arıyor, ancak ulaşamıyorum. Belki bize bisikletin vitesi konusunda bir yardımı dokunur düşüncesiyle.

 

Bugün ters bir gün mü? Avcılar Sahil Park girişinde de ben ayaklarımı pedaldan geç kurtarıyor, (hafif bir) seyir halindeyken sağıma düşüyorum.  Haliyle de dizde bir sıyrık oluşuyor. Ancak Cengiz’in yanında devede kulak sayılır bendeki. Ama uzundur düşmemiştim velespitin üzerinden.

 

Tamirciyi gökte ararken yerde buluyoruz. Parkın içinde bebelere bisiklet kiralayan bey-arkadaş desem daha doğru olacak, orta aktarıcının düzeltilmesinde inanılmaz bir katkı sağlıyor. Ve de karşılık beklemeden. Cengiz de bir enerji bar ile kendisine şükranlarını sunuyor.

 

İyi kötü işleri düzelttik, bir de nöbetçi eczane bulsak. Bunu için Avcılar’ın içlerine girmemiz gerek. Sıkı bir rampadan tırmanıp eczane arayışındayız. Kapalı olanın camından okuduğumuzu bir hanımın tarifi ve de Google haritanın desteğiyle aramaktayız. Kılavuz bizi bir pazarın içine sokuyor. Bir süre içinden geçip fazla dayanamayıp arka yoldan Ayşe Eczaneyi buluyor, Cengiz -durumunu gören eczacı kalfası yasak olmasına karşın- pansumanını yaptırıyor ve yolumuza devam ediyoruz. 

 

Programın başı böyle olmayacaktı. Sahil dolgu alanından geçip Hacı Osman Ağa Cami karşısındaki kıraathane, her zamanki mola yerimizde kahvaltımızı edip devam edecektik. Şimdi farklı bir yerden çıktığımızdan burasını bulamıyor, nerede olduğumuzu anladığımda da çok geride kaldığını görüyorum. Yol üzerinde de çay içilebilecek yer çıkmadığından devam ediyoruz Ambarlı’ya doğru.

 

Cengiz için buraları ilk. Benim için çok oldu. Çevredeki değişimi gözlemlemekteyim. Ambarlı’ya inen yolu çift şerit yapma hazırlığı bitmemiş. Halen dar bir şeritten gidiliyor. Haliyle araçlar yakın geçmekte. Hele de bir TIR gürültüsü ve rüzgârıyla geçip oldukça tedirgin edici oldu.

 

Ambarlı’dan Beylikdüzü’ne tırmandık. Cengiz de e-bisikletini böylece test etmiş oldu. Süper, bununla gidemeyeceğin yer yok diyor. Geldiğimiz noktada lokantamsı yerler çok ama çay içilecek yer yok. Bunun üzerime Cengiz yanımdaki termosta var, onu içelim teklifiyle parkta gölge bir bankta kahvaltımız ediyor ve sabahki olayı tekrar değerlendiriyoruz. “Her şey çok ani oldu, ne olduğunu kavrayana kadar olay bitmişti. Nedense insan bisiklete hakim olmaya çalışıyor. Halbuki bıraksan sen kalacaksın o zaten yuvarlandığı yerde duracak.” diyor Cengiz. Doğru, refleks olarak bisikleti kurtarmaya çalışıyor insan.

 

Vakit olarak geride kaldık olaylardan dolayı, saatler öğlene gelmekte. Yola devam. Bundan sonra çoğu iniş olacak yolumuzun. İki küçük tırmanış hariç. Buraları keyifli yerler. O nedenle de fazlasıyla inşaat yapılmış ve yapılmakta. Ama çoğu daha boş. Dünkü sıcaklık yok bugün, hava rüzgarlı. Denize paralel sürüyoruz. Güneş, suyun üzerinde yansımış ayna gibi parlatmakta. Güzel bir gün pedallamak için. Fazla da insan yok çevrede. Direksiyon eğitimi yapanlar dışında.

 

Geçenlerde arkadaşım Recep “Dilimize Yerleşmiş 10 İstanbul Deyimi” diye bir yazı paylaşmıştı. İşte aralarında seçtiğim ikisi (bayılıyorum bunlara).

 

Dingonun Ahırı: İstanbul’da ulaşım için atlı tramvayların kullanıldığı yıllarda, iki at ile çekilen tramvaylara, dik Şişhane yokuşunu çıkabilmesi için fazladan atlar koşturulurdu. Azapkapı’da tramvaya eklenen takviye atlar, Taksim’de Dingo isimli bir Rum vatandaş tarafından işletilen ahırda dinlendirilir, sonra tekrar Azapkapı’ya götürülürlerdi. Gün içinde sürekli atların girip çıktığı ahırın bu durumu dolayısıyla, girenin çıkanın belli olmadığı, yahut her önüne gelenin girip çıkabildiği yerler için bu deyim kullanılmıştır.

 

Püsküllü Bela: II. Mahmud devrinde önce askerler, ardından memurlar için resmi başlık olarak kabul edilen fes, kısa sürede halk arasında da kullanılmaya başlanır. Fesin yaygınlaşmasıyla beraber değişik renk ve biçimlerde, püsküllü ve püskülsüz biçimde modeller ortaya çıkmıştır. Yağmur ve kardan kalıbı bozulan, rüzgarda püskülleri sürekli karışan fesin kullanımı zahmetli ve masraflı bir iştir. Püsküllü bela deyimi bu durumdan esinlenerek ortaya çıkmıştır.

 

Dingo ve Püsküllü şekilde J sürerek Gürpınar’a ve Galibi Vakfı’na gelmiş olduk. Sağımızda tepesinde kocaman Allah yazan bina. Bir geçişimde müzesini ziyaret etmiş, az çok bilgi edinmiştim. Cengiz de meraklı bu konulara ve giriş yapıyoruz. Avlusunda türbesi, önünde dua eden hanımlar ve çocuklardan oluşan bir grup. Müze kapalı, bizim için açılıyor. Bir genç beyden Galibi tarikatını dinliyor, merakımızı sorular sorarak gidermeye çalışıyoruz.

Galip Hasan Kuşçuoğlu,
 1919-2013


İslam dünyasında bazı tarikatların Hz. Ebu Bekir’e bazılarının da Hz. Ali’ye dayandıkları kabul edilir. Silsilelerini Hz. Ali’ye dayandıran tarikatlar genel olarak Alevî -meşreb- olarak isimlendirilmiş, aynı zamanda cehrî zikri tercih eden tarikatlar da Alevî kelimesi ile nitelendirilmiş, Hz. Ali de cehrî zikri benimseyenlerin pîri olarak kabul edilmiştir. Zikirlerini genel olarak cehri yapan Galibiler de mezhepte Hanefi, meşrepte Alevi olduklarını kabul etmektedirler. Tarikatın kurucusu Galip Hasan Kuşçuoğlu’dur. Ağustos 1993 tarihinde manevi meclisin kararı ile Kadiri ve Rufai tarikinin birleşimi olarak, Galibiliğin bir kol olarak Galip Hasan Kuşçuoğlu’na verildiğine, o mecliste Seyyid Abdulkadir Geylani, Seyyid Ahmed Kebir Rufai, Şeyh Ahmet Yesevi, Şeyh Ahmed Kuddusi daha nice maneviyat büyüklerinin bulunduğuna inanılmaktadır. Kuşçuoğlu 2013 senesinde vefat etmiştir. O’nun vefatından sonra tarikatta herhangi bir dağılma olmamış, halifelerinden olan Ali Yetkin Şekerci ve Atıf Uzunömeroğlu tarikatın yeni şeyhleri olarak kabul edilmişlerdir. Galibilerin faaliyette olduğu illerde yapılan istişareler sonucu bazı illerde Ali Yetkin Şekerci, bazı illerde de Atıf Uzunömeroğlu şeyh olarak kabul edilmiştir. Bütün Galibi dervişler tarafından her iki şeyhe karşı derin bir hürmet ve saygı gözlenmektedir. Galibilerin ibadetlerini yaptıkları mekanlara “Kitap Sünnet ve Asra Uygun İbadethane” adı verilmektedir. Galibi dervişleri bu mekanı daha çok dergah olarak isimlendirmektedir. Galibi dergahının iç süslemelerinde on iki köşeli ve sekiz köşeli süslemeler dikkat çekmektedir. On iki sayısının yukarıda söylendiği gibi on iki tarikatı, sekiz sayısının da Selçuklu yıldızını temsil ettiği tahmin edilmektedir.

Sobiad


Merakınız varsa daha fazla bilgiye sitelerinden ulaşabilirsiniz: Galibi Vakfı.


Burada uzun bir zaman geçirdik. Cengiz bir ara kendini iyi hissetmedi, istirahat etmek istedi. Bu sırada arkamızdaki binada yapılan zikir ritüelinin sesleri dışarıya taşmaktaydı. Sonrasında dağıtılan çorbanın iyi gelmesiyle yolumuza tekrar koyulduk. Saatler de 3’ü çoktan geçmişti. Daha yolumuz çok.

Hand with Reflecting
 Sphere, 1935


Nereden nasıl aklıma düştü bilemiyorum. Vakfın avlusunda otururken zihnimde Escher canlandı. Güzel sanatlardaki öğrencilik yıllarımda, yani 72’lerde arkadaşım İdris tanıtmıştı Hollandalı sanatçıyı. Grafik sanatları dışında bilimle ilgilenen ve popüler bilim yayınlarını takip edenler Escher'i ve onun eserlerini yakından tanır. Farklı kişiliği, matematik kullanarak yarattığı eserler nedeniyle. Yaşamına kısaca bakacak olursak: M.C. Escher 1898 yılında Hollanda’da doğdu. Çizimlerini gösterdiği grafik öğretmeninin tavsiyeleriyle grafik üzerine çalışmaya başladı. Seyahat zevkinin etkisiyle İtalya’ya gitti ve burada birçok çizim yaptı. 1935 yılında çok sevdiği İtalya’dan, yükselişteki faşist hareket yüzünden, ailesiyle beraber İsviçre’ye taşındı. 1937’de eserlerinin birkaçını gösterdiği kardeşi Berend, onu matematiğe yönlendirdi. 1937’nin sonlarına doğru ailesiyle Belçika’ya taşındı. 1941’de Alman işgali yüzünden ailesiyle beraber Belçika’dan Hollanda’ya kaçmak zorunda kaldı. Sonraki yıllarda gelecekte çok ünlü olacak birçok çalışmasını yaptı. 1972’de hayata veda etti. > Escher

Waterfall, 1961 / Reptiles, 1943

O yıllarda saatlerce eserlerine bakar, içinde dalıp giderdik hayallerin peşine... Metamorfozlar, paradokslar... Bugün bile etkisinde kalmamak mümkün değil. İşte size bir kaç çalışması...

 

Gürpınar’da Beylikdüzü Belediyesi mangal yakmayı yasaklamış, ne de iyi etmiş. Diğerlerine örnek olsun. İnsanlar çayırlarda piknik  yapmaktalar. Bu bölge muhafazakar bir görünüm sergilemekte. Kıyıya indiğinizde profil değişiyor. Denize girenler, güneşlenenler... Bugün biraz dalgalı olduğundan daha az insan görüyoruz. Yoksa iğne atacak yer bulamazsınız. Şunu da eklemek isterim; burasını seviyorum. Deniz-güneş-plaj... İnsanları daha rahat hareket etmelerini sağlıyor.

Metamorphose, 1937 / Sky&Water, 1938


Deniz kenarından sürerek, tuzlu ayranla Cengiz’in tansiyonunu yükselterek, Starbucks’da fazla sıra olduğundan pas geçerek, Mado’dan ikişer top dondurmayla damağımızı lezzetlendirerek Büyükçekmece’ye ulaştık. Bundan sonrası dönüş. Fi tarihinde bir kere geçmiştim, o yolu bulmaya çalışacağız. Bugünkü turun amacı bu değil miydi?

 

Mimar Sinan heykeli önünde çektirilen bir foto sonrası Google kılavuzluğuyla yola koyulduk. Hafif bir iç kesimden geçip çift şeritli bir yola giriyoruz. Gidiş geliş bir yol yapılmakta. Bir yönü daha açılmamış. Asfalt fevkalade. %5’le başlayan hafif bir tırmanış 9’la devam ediyor. 3 km (gibi) sonra bu çift şerit sonunda bitiyor ve eski dar yola dönüşüyor. Devamını nasıl getirecekler meçhul! Alkent 2000 diye sorarak geldiğimiz çataldan sol yapıp devam ediyoruz. Buralardan ilk geçtiğimizden yolu karıştırmamız doğal değil mi?

 

Hadımköy yoluna çıktık. Sağdan gitsek TÜYAP tarafı, Avcılar-Beylikdüzü olacak. Geldiğimiz noktaya dönmüş olacağız. Sola sapıyor, bir müddet kenardaki bisiklet yolunu kullanıyor, ancak asfaltın daha düzgün görünmesiyle (ve de olmasıyla) iniyor, yüksek binaların olduğu bir bölgeye, inşaat halinde bir yola geliyoruz. Sağ taraf kazılmış, düşük banket, toprak bir yol var, yapımı sürmekte. Kenara uyarıcı kukalar dizmişler. Araçlar da sanki birinden kaçarcasına hızlılar. Yanımızdan geçişleri ürpertici LLL. Alkent 2000 içinden geçip bildiğim yol yerine alınan tarif üzerine girmeyip düz devam ediyoruz. Mercedes diye sorarak, farklı tarifler alarak, Google’dan araştırarak yön bulma çabalarındayız. Neyse uzatmadan; Mercedes solumuzda kalarak caddeyi sürüp Esenyurt diye devam ederek, uzun yokuşlar inerek, sonrasında TEM yoluna paralel yan yoldan devamla, ki burasını hatırladım, fi tarihinde geçmiştik, BİM’in merkezi vardı. Bir karmaşık kavşaktan U dönüşü yapıp Bakçeşehir’e geldik. Taksi durağından alınan tarifle devam. Aqua Dolphin sonrası geldiğimiz yol artık bildiğim, Altınşehir ve sonrası Halkalı olacak.

 

Cengiz doğru bir gerçeği vurguluyor; insanımız yön-adres tarif etmekte çok başarısız. Sol diyor sağ gösteriyor, 1 diyor 5 km çıkıyor. Bu da nereden kaynaklanıyor acaba?

 

Çay, canımız çay istiyor. Arayarak, sağa sola bakarak sürüyoruz. Tek bir çaycı yok ortalıkta. Hayret doğrusu. Sonunda Halkalı istasyona gelmeden mola verdiğimiz BP’deki Kolcuoğlu Restaurant’ta bir künefeyi paylaşıp çaylarımızı yudumluyoruz. Çok da güzel demlenmiş. Üç bardak ancak kesiyor beni., 4’üncüyü de içerdim gari. Çayı tek yazmış genç J Biz de bahşişimizi ‘bonkör’ tutuyoruz. Fransızca ‘bon Coeur’ cömert anlamında. Ne çok yabancı sözcük var değil mi dilimizde? Bunu yadırgamıyor, tüm toplumları böyle melez bir kültürel, ekonomik, siyasal ortamda yaşıyor olduğunu görüyor-kabul ediyorum. Bu konuda güzel  bir yazı var, onu da başka bir turda konuşalım.

 

Marmaray’ın arka vagonuna yerleşip 1 saatlik yolculuk sonrası Bostancı’da ayrıldık Cengiz’le. Hava kararmış. Eve varmam 8 buçuk. Firuzan gece mesaisinde. Bu akşam sevkiyat var.

 



 











Keşif Turları; Halkalı-3: Dudullu-Bostancı-(tren) Mustafa Kemal-Avcılar-Beylikdüzü-Gürpınar-Büyükçekmece-Bahçeşehir-Halkalı-(tren) Bostancı-Dudullu

 

Tur tarihi: 27 Eylül 2020

Kat edilen mesafe: 79,22 km.
Ortalama hız: 16,7 km/sa.
Bisiklete biniş süresi 4 sa. 44 dk., dışarıda geçen süre 13 sa. 16 dk. 
En yüksek sıcaklık 29 ˚C, en düşük 21 ˚C, ortalama 25,2 ˚C
İrtifa kazancı (çıkış) 1396 m, kaybı (iniş) 1394 m.
En düşük irtifa 0 m., en yüksek 186 m.

 

Garmin yol bilgileri Keşif Turları; Halkalı-3

 

Relieve yol bilgileri Keşif Turları; Halkalı-3

 

 


Bostancı'dan bindik trene, başımıza gelecekleri bilmeden.


Ambarlı'ya inen yolda çift şerit çalışması sürmekte.

Parkta kahvaltı edip tekrar yoldayız.

Gürpınar, buraları güzel yerler. Denize paralel sürüyoruz.


KalaBalık - bu tarz espri Et için de var.


Para - niye acaba?

Bugün deniz dalgalı. Giren hiç yok.

İkişer top dondurmayla ağzımızı tatlandırdık.

Büyükçekmece

Gidiş geliş çift şerit yol yapılmakta...

... ama sonu gene eski yola bağlanıyor.


TEM yoluna paralel yan yoldan devan ediyoruz.

Geniş bir cadde, düzgün bir asfalt.