21 Temmuz 2025

bisikletle Boyalık ve Sazlıdere Barajı


İlkin 2023 mayıs ayında geçmiştik Firuzan’la, ama sonra o yılın son gününde tekrar tek olarak gelmiştim (bkz. Keşif Turları; Balaban, Keşif Turları; Boyalık-Dursunköy). Güzel bir köy olarak hatırlıyorum Boyalık’ı. Bugün de hem oraya yeniden gitmek hem de Sazlıdere Barajı’nın durumunu görmek üzere geceden eşyalarımı ve sandviçimi hazırladım. Sabah acele etmeden çıkışım 8.32’de oluyor. Hava bu saatlerde çok güzel ama sonra feci ısınacak. Yeni havaalanı terminal istasyonuna varışım 2 buçuk saat sonra. Günün güzel kısmı yeraltında geçti maalesef. Yeryüzüne çıktığımda saatler 11.11’i gösteriyordu. Soğutulmuş metrodan sonra dışarısının sıcaklığı, fırına girmişim etkisi yaptı.


Metroda sağımda oturan, 3 yabancı uyrukludan biri, sanırım İspanyol’dular, öylesine yüksek sesle konuşuyordu ki. Bir de kadının ses tonu ince olduğundan çığlık gibi yankılanıyordu aracın içinde. Hiç de oralı değildi! Bu insanlara toplum içinde ne yükseklikte konuşulur öğretilmiyor mu memleketlerinde? Herkes seni dinlemek zorunda mı?


Ses tonunu ayarlayamamanın temel nedenleri nörolojik farklılıklar, ses telleri ve gırtlak yapılarındaki sorunlar, psikolojik durumlar ve sosyal alışkanlıklar olarak sıralanabilir.


Az çok biliyorum yolumu, gördükçe de hafızam canlanıyor. Ama geldiğim yol ayrımında Google desteğine gerek duydum ve Sapanca olarak ayrılıyorum. Otoyol burası, güvenlik şeridi var ama vızır vızır araç geçmekte. Haliyle gürültüsü sağlam. Bir noktada Jandarma Trafik radar kurmuş pusuda bekliyor. Ama öncesinden uyarı levhası konulmalıydı. Devlet tuzak kurmaz algısını kırmak için zorunlu bir neden.


Radar uyarı levhası bulunmaması halinde hız cezasına itiraz edilebilir. Bu durum Yargıtay kararıyla da desteklenmiştir ve cezanın hukuka aykırılık gerekçesi olarak kabul edilir.


İlk defa yola kocaman BEUS yazılmış görüyorum, bir de ünlem işareti. Merak ettim; Buzlanma Erken Uyarı Sistemi demekmiş. Yaaa… : ))


10 km sonra Boyalık sapağına geldim. Bir anı fotosu çekip salıyorum inen yokuşa velespiti. Asfalt da güzel, yağ gibi kayıyoruz derler ya : )) Büyük alanlara ayçiçeği ekilmiş. Öyle de güzel görünüyorlar ki. Sarı sarı yüzlerini güneşe dönmüş bekliyorlar. Bu nedenle “günebakan" olarak da adlandırılmazlar mı?


Ayçiçeklerinin güneşe dönmesinin temel sebebi, güneş ışığından maksimum derecede yararlanarak fotosentezi artırmak ve böylece en ideal şekilde gelişimlerini tamamlamaktır. 


Bu hareket, genç ayçiçeği çiçeklerinin gövdesinin farklı bölgelerinde gün içinde değişen büyüme hızlarından kaynaklanır. Güneşin doğduğu doğu tarafındaki hücreler ile batı tarafındaki hücreler farklı hızlarda büyür; bu dengesiz büyüme gövdenin güneş yönüne eğilmesini sağlar. Güneş batarken batı tarafındaki büyüme artar, böylece bitki gece boyunca tekrar doğuya döner. Bu günlük yön değiştirme hareketi biyolojik bir saatle (sirkadiyen ritim) kontrol edilir ve büyümeyi düzenleyen oksin (auxin) hormonu burada önemli rol oynar.


İnişten 2 km kadar sonra ilk evler görünüyor, önlerinde traktörler, kamyonetler, yığılı keresteler ile tipik köy hali. Ve köy camisinin olduğu meydana sapıp az biraz içerlere göz atıyorum. Önlerinde sıkı araçların olduğu bazı evler. Belli ki şehirliler buraya kapak atmışlar. Ehh, havaalanına yakınlığı, hele de yapılmamasını umduğum kanala da.


Meydandaki kahvede boş bir masaya yerleşip bir çay (10-) eşliğinde yanımdaki sandviçin tekini mideye indiriyorum. Etrafta oturan bir kaç kişi, sükunet hakim. Açık olan tv’de reklamlar dönüyor. Telefondan WA mesajlarına bakarak dinleniyorum.


Boyalık Köyü'nün kuruluşu 1870'li yıllara dayanmaktadır. Bu dönemde Kafkasya'dan gelen göçmenler tarafından kurulmuştur.


Boyalık'ın 1928 yılından beri aynı adı taşıdığı biliniyor. Köyün adı, bölgede bir zamanlar kök boyası yapımında kullanılan "Boyalık otu" (alizarin, yoğurt otu, kaz otu) bitkisinden geldiği düşünülüyor. Bu durum, bölgenin geçmişte doğal boyacılıkla ilgili faaliyetlere ev sahipliği yapmış olabileceğine işaret ediyor.


15 dk kadar kalıp ayrılıyorum Boyalık’tan. Düz giden, -1 ile inen yol üzerinde köy ürünleri satan bir yer, uzaklarda kurulu sanayi tesisi, bazı bahçe içinde evler, sağda solda ağaç altına yerleşmiş piknikçiler, düğün/sünnet kutlamaları için kiralık mekan, alacağı arsayı adımlayanlar… gibi şeyler geçiliyor. Arada kurumuş kahverengi tarlalar ve götürülmeyi bekleyen saman balyaları. Ama en önemlisi ayçiçekleri, her taraftalar. Öyle böyle değil. Tepelere kadar gidiyor, sarı sarı…


Destek gelmezse ayçiçeği bitecek!


Resmi Gazete’de yayımlanan 1 milyon ton ayçiçeği tohumunun sıfır gümrük vergisiyle, 400 bin ton ham ayçiçek yağının ise yüzde 20 gümrük vergisiyle ithal edilecek olmasına üreticilerden tepki gelmeye devam ediyor. Gümrük vergisinin sıfıra indirilmesinin ithal ürünlerle yarışabilmenin önüne geçtiğini söyleyen Ayçiçek üreticileri, bu sene afet boyutunda gerçekleşen bir kuraklık yüzünden zaten zor durumda olduklarının altını çiziyor.


Ayçiçeği, çoğu zaman umudun, aydınlığın ve direncin sembolüdür. Güneşe dönmesiyle hep bir ışık arayışını temsil eder. Dolayısıyla "destek gelmezse ayçiçeği bitecek" sözünün derin anlamı var: “Umudunu koruyan insanlar yalnız bırakılırsa, o umut da solar, toplumsal dayanışma olmazsa, kırılgan yapılar çöker. Karanlığa karşı yönelen yüzler desteksiz kalırsa, yönünü kaybeder.


Tarımda bağımsızlık bir milli güvenlik meselesidir ve ülkemiz, iktidarın siyasi inadı yüzünden her geçen gün üretimden uzaklaştırılmakta!


Güzel buraları. Bu yolu önceki geçişimde de sevmiştim. Sol tarafta içerlerde Anadolu’nun il ve içlerinin mezarlıkları var. Onlara ait, Bayburt, Erzurum, filanca mahallesi, köyü… Aile Kabristanı yazmışlar kocaman.


Kuzey Marmara Otoyolu’nun altından geçip Baklalı-Dursunbey ayrımına geldim. Sağdan devam ediyorum. Gene çayırlara yayılmış piknikçiler burada da var. Kahvaltı vs veren bir iki yer geçiliyor. Gene ayçiçekleri her tarafta. Ve Dursunköy geliyor.


Dursunköy'ün kuruluşuna dair farklı bilgiler bulunmakla birlikte, Osmanlı döneminde iskân edilmiş bir yerleşim olduğu kesindir. Bazı kaynaklara göre, köyün kurucu figürü olarak "Tosun Baba" adında bir şahsiyetten bahsedilir. Bölgedeki bazı eski mezar taşları ve cami hazireleri, köyün 19. yüzyıla kadar uzanan bir geçmişe sahip olduğunu gösterir.


Dursunköy'e ilk yerleşenlerin kimler olduğuna dair net bir bilgi olmasa da, bölgenin genelinde Osmanlı'nın farklı dönemlerde uyguladığı göç ve iskân politikaları doğrultusunda yerleşimler olduğu bilinir. Özellikle Balkan Savaşları sonrası gibi dönemlerde, kaybedilen topraklardan gelen muhacirlerin İstanbul ve çevresine yerleştirilmesi, bu tip köylerin nüfus yapısını şekillendirmiştir. Bazı anlatılarda Dursunköy, Baklalı, Boyalık, Yassıören gibi köylerin "Gacal köyleri” olarak anıldığı, yani buraya en eski gelen, yerli denebilecek Orta Asya kökenli yerleşimcilerin de olduğu belirtilir.


Şöyle kısa bir köy turu atıp devam ediyorum. Güzel bir ağaçlı yoldan geçmekteyim, iki yanı kaplı. Öylesine büyükler ki, besbelli yaşları var. Ağaç türlerinden anlamadığımdan ne olduklarını bilemiyorum. Ama bazıları budanmış, sadece kocaman gövdeleri kalmış. O da yanlardan sürgün vermiş. Ne amaçla yaptılarsa?


Geldiğim kavşak; sol Çilingir, sağ Yassıören, düz Hadımköy denmiş. Benim yolum düz gidecek. Önce iniyor ama sonra uzunca çıkıyorum. 2,5 km.lik bir rampa, %9’u gösterdi. 158 m rakıma çıktım. 35 km.yi geride bırakmışım. Hava 39,3 °C ve yönüm güney. Çok sıcakladım, suyum da azalmak üzere. Baraj kenarında takviye bulamam, gelen benzinciden soda (15-) ve su (15-) alıyorum. Biraz da gölgede dinlenmekteyim.


10 dk sonra tekrar harekete geçip Sazlıbosna’ya doğru inen rampadayım. Uçuyorum adeta. Frenlemesen 70-80 km hıza çıkaca’m. Böylesine sıcak bir havada çarpan rüzgarın keyfiyle geliyorum sağdan ayrılmam gereken toprak yola, göl kenarına inebilmek için. Az çok hatırlamaktayım yolumu. Her tarafta, her ağacın altında piknikçiler. Genelde kadınlar kapalı, adamlar sakallı. Kıyı boyunca ilerlemekteyim. Yol parça parça kurumuş-çatlamış toprak, o nedenle sarsıntılı. Balık tutar pozisyonda bekleşenler, oltayı çubuğa sabitlemiş, kendi şemsiye altında oturanlar, bazı çadırlar… Sağ tarafta ise aracının yanında piknik durumunda olanlar, koşturan bebeler, mangal yelleyen adamlar…


Elbette ortalık çöp içinde. Olmazsa olmaz! Dikenlere takılmış naylon torbalar, pet şişeler, plastik kaplar, ambalaj kağıtları, bebek bezi… Yani daha dikkatli baksam daha çok şey sayabilirim. Ama zaten durumu gözünüzün önüne getirmişinizdir. Karşı kıyının tepeleri ise inşaat durumunda. Belki 25, belki daha fazla kule vinç görüyorum. Kanal diye oraları imara açılan bölge olsa.


Kanal İstanbul projesi kapsamında, güzergah çevresinde yaklaşık 2,5 milyon metrekarelik büyük bir imar alanı, özellikle Arnavutköy’de, Sazlıbosna Barajı'nın hemen yanında yer almakta olup, TOKİ'nin "250 Bin Sosyal Konut Projesi" kapsamında yapılaşmaya açılmıştır.


Uzmanlar ise kanalın sebep olacağı birçok olumsuz etkiden söz etmekteler; ekosistemlerin bozulması, biyolojik çeşitliliğin azalması, doğal kaynakların zarar görmesi ve çevresel problemlerin artması şeklinde.


Son Durum: Ulaştırma ve Altyapı Bakanlığı yetkilileri, Kanal İstanbul projesini yapma iradelerinin devam ettiğini belirtmekle birlikte, projenin "doğru zamanda ve doğru finans imkanlarıyla" yapılacağını ifade etmektedirler. Bu da projenin finansman modelinin ve uluslararası yatırımcı ilgisinin halen netlik kazanmadığını göstermektedir. Projenin hayata geçirilmesi için, bu kadar büyük bir maliyeti ve barındırdığı riskleri üstlenecek dış kaynakların bulunması kritik öneme sahiptir.


Biraz önüme dikkat ederek, arada çok dalgalı bölümler geldiğinde karşı ize geçerek, piknikçilerin tiplerine bakarak, daha önceki gelişlerimizi hatırlayarak ilerlemekteyim. Bir tarihte yağmur sonrası gelmiş acayip eğlenmiştik Osman ve Emre ile (bkz. Kanal İstanbul: Ne Pahasına? Elveda Sazlıbosna…). Çamurlara saplanarak sürmüştük : ))


Balık yakalamış bir genç koştura koştura gelip annesine babasına gösteriyor. Elinde, avucunun içinde. Koş kovaya su koy diyor baba. Akşam evde pişirecek herhalde. Oğlan da diyecek ki bu balığı ben tuttum, böbürlenerek. Ne büyük iş değil mi? (…) Ve martı kolonisinin ikamet ettiği kıyıya geldim. Belki böyle 100-150 metre boyunca martılar oturmakta. Bir hayli de kalabalıklar.


Sazlıdere genellikle İstanbul'un doğal sulak alanlarından biri olduğu için, bu bölgede özellikle Karabaş Martı (Larus genei) gibi türlerin yer aldığı ve bölgedeki mevcut habitatın korunmasıyla varlıklarını sürdürebilmektedirler.


Havaalanı tarafında sıkça inmekte olan uçaklar görülüyor. Kafamda kalanlarla devam ediyorum, ama öyle bir yere geldim ki, sanki buradan yukarı çıkacaktım Şahintepe’ye gitmek için. Öyle planlamıştım. Orasını da görmek istiyorum. Uzundur gelmedim. İlk geldiğimiz zamanlarda “suç kasabası” görünümündeydi. 


Ve sapıyorum. Toprak bir yol tırmanıyor da tırmanıyor. Arada bozulan bölümler, taşların büyüdüğü, diğer ize geçerek sürdürüyorum tırmanmayı. Yükseldikçe baraj altlarda küçülüyor. Yer yer %12’yi görüyorum. Sağda yakılmış tarlalar, solda ayçiçekleri arasından, çık çık bitmiyor. Geldim elektrik direkleri ve tellerinin altına. Halen devam ediyor bu yol. Girdim bir kere, yapılacak bir şey yok, devam… Ve ne oluyor, tahmin edin? Yola taşlar kayalar dökülerek devamı kapatılmış. Mümkün değil üzerinden iterek bile geçmek. Öylesine de sıcak ki ortalık! Hani tırmanarak geç, arkasına bak, devamı var mı, ama pes ediyorum. Şöyle biraz nefeslenip yanda görünen yola girip (yol diyorum ama traktör izleri bunlar) belki kapatılan bölümü döner umuduyla ama iniş başlıyor. Çıkmak daha kolay. Sık sık, ellerim uyuştu frenleri sıkmaktan. Arada gelen toprak bölümlere ya saplanıyor ya da teker kayıyor, durmak zorunda kalıyorsun. Bir o iz bir bu iz, yükseklikleri seç, kuma girme şeklinde dön dolaş geldim kıyıya, saatler önce geçtiğim noktaya. Saat 14.29, hava 41,9 °C, ortalamam 16 km/s, rakım 26 m.


Google’ı açmamanın cezası. Bildiğini sandığın bilmediğinmiş. Şimdi aç ve doğru yolu öğren!


Kıyıdan devam. Arada yağmur sonrası kururken bozulmuş veya halen ıslak kalmış bölümler elde geçilerek devam. Aslında ne de uzunmuş kıyısı. Piknikçilerin birine soruyorum: “Siz arabayla nereden giriş yaptınız. Geriden mi ileriden mi?” İleriyi gösteriyor, “Yukarıya çıkan yol var” diyorlar. -“Anladım, Şahintepe’sine.” -“Evet, ama sen bisikletle düz git, geçersin.”


Ner’de yanlış yaptığımı anlamış oluyorum. Ama yoruldum, tekrar Şahintepesi diye tırmanmak istemiyor, baraj duvarına doğru devam ediyorum. Sağda, çamların altında dev ateş yakmış biri. Öyle böyle değil, kamp ateşi sanki. Durup uyarıyorum, “Bir kıvılcım ve tüm burası yanar.” Umurunda değil, “Olmaz olmaz” diyor. “Olmazı mı var, yangın böyle başlıyor, söndüremezsin!” Laf anlayacak cinsten değil. Biraz sonra gene birileri, ağaçların altına kurdukları mangal ateşi. Olacak gibi değil! Ülke yangın içinde, böyle yerlere değil ateş girişler yasaklandı, burayı denetleyen yok mu? Çıkışta İSKİ güvenliğe bildiririm diye ayrılıyor, kapalı kapı yanında açılmış yürüme geçişinden bisikleti iterek çıkartıyor ve su tutma duvarı üzerinden geçerek çıkışa yöneliyorum. 


Güvenlik önünde durup, dışarı gelen güvenlikçilere durumu anlatıyor, “Orası bizim alanımız değil, gidemeyiz.” -”Peki ne olacak?” -“112’ye bildirin” deniliyor. Arıyorum, Orman Yangın hattına bağlanıyor ve durumu açıklıyorum. Not alınıyor ve…  Ve bekleyiş. Bu iş çalışıyor mu bilemiyorum? (*)


(*) Yoldayken aranmışım. Geri arıyor ve polis olduğunu öğreniyorum. “Teyit etmek için aradık, olay mahalindeyiz.” Buna sevindim, demek ilgisiz değiller.


Biraz nefesleneyim, şöyle yanınıza geleyim diye binaya girip sohbete geçiyoruz, Osman, Atilla ve Mehmet beylerle. Karpuz ikram ediliyor, daha güzeli olamazdı, soğuk ve sulu. Benden-onlardan, memleketlerinden, ki hepsine gitim; Adıyaman, Kâhta, Gölbaşı, Doğanşehir…, anılarımı anlatıyorum. Ancak deprem oraları tamamen yok etti. Korkunç bir durum. Düşünemiyorum bile böylesine bir faciayı nasıl yaşarsın? Geçen 23 nisanda İstanbul’da olan depremi evde hissettim. 10. kattayız, ilk vuruşu önce bir duraklattı, ardından gelen sarsıntı deprem olduğunu anlattı. Gidip geldi bina. Lambaya baktım sallanıyor. Öyle dona kaldım; ne kaçmak, ne de öğretildiği gibi güvenli üçgene sığınmak. Amor fati yani.


"Amor fati" ifadesi, Latince kökenli olup "kader sevgisi" veya "yazgıyı sevme" anlamına gelir. Bu felsefi kavram en çok Friedrich Nietzsche ile özdeşleşmiştir.


Nietzsche, eserlerinde bu terimi sıklıkla kullanarak, kişinin hayatında karşılaştığı her şeyi, iyi ya da kötü fark etmeksizin, tam olarak olduğu haliyle kucaklaması ve hatta sevmesi gerektiğini savunmuştur. Ona göre Amor Fati, sadece kaderine razı olmak değil, aynı zamanda “olmuşu” - "istediğim gibi oldu"ya dönüştüren aktif bir tutumdur. Acıların, zorlukların ve talihsizliklerin bile kişinin büyümesi ve gelişimi için gerekli olduğunu kabul etmek, yaşamı en üst düzeyde olumlamak anlamına gelir.


Saat 16’da ayrılıyorum güvenlikçilerin yanından ve Halkalı tren istasyonunda doğru pedal basıyorum, 400 bin yıllık geçmişiyle Yarımburgaz Mağaraları (**) önünden, Altınşehir’in karmaşık trafiği içinden. Eve vardığımda saatler 6 buçuğa geliyordu. Neredeyse 10 saate yakındır dışardayım. İlk işim suyun altına girip serinlemek olacak.

(**) Burası 1. Derece Arkeolojik-Doğal Sit Alanı. Ne bir yazı ne bir düzenleme. Girişini telle kapamışlar, eminim o da yıkıktır. Kaderine terk edilmiş gibi. Kaçak kazılarla tahrip edilmiş, film çekimlerinde kullanılmış, madde bağımlılarının mekanı olmuş, şimdi de Kanal İstanbul tehdidi altında. 


Banyonun kapısını açık bırakarak duşu açıyorum. Soğuk su kafamdan aşağı süzülürken salonda çalan müzik su sesiyle karışarak banyoyu doldurmakta; PALO!’dan "La Habana Buena”.



PALO!, Küba müziği, Latin caz ve funk'ın eşsiz karışımıyla tanınan Miami merkezli bir Afro-Küba funk grubudur. 2003 yılında kurulan grup kısa sürede enerjik ve dans edilebilir sound'larıyla tanındı. Grammy ve Latin Grammy adayı prodüktör ve piyanist Steve Roitstein tarafından yönetilen grup, Leslie Cartaya başta olmak üzere Kübalı sanatçıların büyüleyici vokallerine yer veriyor.






bisikletle Boyalık ve Sazlıdere Barajı: Dudullu-Bostancı-(tren) Yenikapı-(metro) Gayrettepe-(metro) İst. Havaalanı Kargo-Boyalık-Dursunköy-Sazlıdere Barajı-Altınşehir-Halkalı-(tren) Bostancı-(metro) İMES-Dudullu


Tur tarihi: 20 Temmuz 2025

Alınan yol: 67,10 km
Ortalama hız: 16,1 km/s

En yüksek hız: 59,5 km/s
Bisiklete biniş süresi 4 s 09 dk, dışarıda geçen süre 9 s 48 dk

En yüksek sıcaklık 42 ˚C, en düşük 24 ˚C, ortalama 35,5 ˚C
Yükselti kazancı 
(çıkış) 699 m, kaybı (iniş) 894 m
En düşük yükselti 5,2 m, en yüksek 163,8 m


Garmin yol bilgileri bisikletle Boyalık ve Sazlıdere Barajı


Relive yol bilgileri bisikletle Boyalık ve Sazlıdere Barajı