11 Mayıs 2020

Korona günlerinde bisikletle kaçamak; Aydos

Koronovirüs’ün neden olduğu ölümcül saldırı bütün dünyayı dehşete düşürdü. Yaşam adeta durdu. Büyük sıkıntılar yaşamamış bir kuşağız. Savaşlar, kıtlıklar, salgın hastalıklar görmedik. Ama bu durum, Covid-19 bize tüm değerleri yeniden gözden geçirmemizi hatırlattı. Hiçbir şey “çantada keklik” değil(miş).

İlk vaka 2019 yılının son günlerinde Çin’in Vuhan kentinde ortaya çıkmıştı. Hastalığın başta zatürre olduğu zannedildi. Ancak daha sonra bunun zatürreye neden olan bir virüs olmadığı anlaşıldı. Yeni bir virüsten kaynaklandığı belirlenen hastalık hızla yayılmaya ve can almaya başladı. Bugün itibariyle 300 bini bulan ölüm sayısı, ki rapor edilmeyenleri de kattığımızda çok daha fazla olduğu söyleniyor. Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ/WHO) pandemi ilan etti. Türkiye'de de 11 Mart'ta ilk Covid-19 vakasının görülmesinin ardından bir dizi önlem alındı. Uygulama kapsamında 65 yaş üstü için sokağa çıkma yasağı getirildi... Doğruların yanında bir yığın yanlış da yapıldı/yapılmakta, ancak bunlara girmeyeceğim. Olay geride kalınca daha iyi anlaşılacak. 

10 Mayıs günü 65+ yaş grubuna kısıtlı olarak verilen sokağa çıkma iznini bisiklete binerek değerlendirmek istedim. Uzundur tembellik etmekteyim. Bunu da aldığım kilolardan görmek mümkün. Gerçi evde oturmanın tek iyi tarafı, tamamlayamadığım 2018’den kalma bir gezi yazımı bitirmek oldu; Lidyalıların İzinde

Kendime bir rota belirledim. 4 saatlik izin verilmişti, Aydos ormanı keyifli olabilirdi. Sahile gitmem, oraya inen çoktur. Bisikletin de bakımını yapmak lazım. Çalışan parçalar öyle uzun süre yatmayı sevmezler. O nedenle bir gün öncesinden velespiti hazırladım; temizlendi, yağlandı, frenleri ayarlandı. Beni bekliyor J

Pazar sabahı büyük bir heyecanla uyandım. Sanki ilk defa binecekmişim gibi. Hava nasıl olacak, ne giysem, maske gerekli mi...? Kafamda dolanan bir yığın soru. Özenle dolaba kaldırdığım bisiklet giysilerimin arasından, havanın da sıcak olacağını düşünerek, ama gene de ne olur ne olmaz diye bu mevsimde alışık olduğum eşyaları yatağın üzerine yayarak seçimimi yaptım. Yol için bir iki sandviç ve termosa doldurduğum çay ile neredeyse hazırdım bile.
"Şans, talih, kader, kısmet
 beş kuruuuş..."

11’i az geçe hızla evin garajından çıkıyorum. En sevdiğim an, karanlıktan aydınlığa çıkar gibi oluyorsun. Birden dış dünya gözünün önüne geliyor. Hafif de bir rampası olduğundan neredeyse içine atlar gibisin. Dışarıda hava nefis. Mayıs’ın ortasındayız. Her şey eskisi gibi olsaydı bu tarihlerde Göbeklitepe yolcusuydum. 23 Nisan’da başlayacak ve beni Urfa-Mardin taraflarına taşıyacak bir rota çizmiştim, baharın yeşillikleri içinden. Ama kader-kısmet 5 kuruşa... J Bilir misiniz bunun hikayesini? 60’lı yılların ikinci yarısı, Ankara’dayım. Mahalleden "Şans, talih, kader, kısmet beş kuruuuş..." diye bağırarak dolaşanlar geçerdi. Dosya kağıdı büyüklüğünde bir kartonda yığınla yaldız kağıdıyla kaplı küçük daire pencereleri 5 kuruş verip kazırdın iğneyle. Büyük ikramiyesi çikolataydı. Kazandığımı hiç hatırlamıyorum. Ama kazanamayana bile "fıs" (tek katlı şekersiz gofret) verilirdi. Buna bile sevinirdik o yaşta J

TEM yolunun üzerinden geçtim, Ataşehir ilçesinde Ferhatpaşa’ya doğru pedal basıyorum. Ortalıkta fazla insan yok. Tek tük, kimileri mesafeli, kimileri el ele tutuşmuş ağır ağır yürümekteler... ancak hepsi yaşlı, bastonlu. Sanki gençleri alıp kaçırmışlar. Hani bilim kurgu filmlerinde olur ya, uzaylılar gelip dünyadaki gençleri toparlayıp götürürler ve geriye ihtiyarlar kalır. Öyle bir görünüm. Ama ihtiyarların yüzlerinde bir tebessüm var. Mutlular, haftalardır evde kalmanın karşılığında 4 saat için sokağa çıkabilmek, görüşemedikleri ahbaplarıyla sohbet edebilmek...

Dedim ya; büyük sıkıntılar yaşamamış bir kuşağız. İnsanlık tarihinin seyrini değiştiren salgın hastalıklara baktığımızda:
İtalya’daki vebanın 17. yy tasviri.
 Roma, Museo Storico Nazionale
 Dell’Arte Sanitaria.

MÖ 430’da Mora Savaşı’nda ortaya çıkan bilinen eski salgın ile beraber, salgın hastalıklar insanlık tarihi boyunca medeniyetleri etkiledi. Bu salgınların birçoğu, küresel nüfusun büyük yüzdelerini öldürdü ve insanların hayatla ilgili daha büyük sorular sormasına neden oldu.

Jüstinyen Vebası (MS 541-750): 6. yüzyılda hıyarcıklı veba salgını, Bizans imparatoru I. Jüstinyen’in saltanatının önüne taş koydu. Şimdi Jüstinyen vebası olarak bilinen bu salgının, o zamanlar belki de dünya nüfusunun yarısına eşit olan 30 milyon ila 50 milyon insanı öldürdüğü düşünülüyor.
I. Jüstinyen (MS 483–565) Doğu Roma
 İmparatorluğu’nu yönetti ve tekrar
 kaybetmeden önce Batı Roma
 İmparatorluğu’nun çoğunu fethetti.

Jüstinyen vebası kesinlikle yaşandı, ancak araştırmacılar hala yaklaşık 1500 yıl önce ne kadar kötü etkilediğine dair kanıtları inceliyorlar. Bu salgının geleneksel anlatısı, ticaretin büyük ölçüde durması, imparatorluğun zayıflaması ve bunun sonucunda Bizans’ın, diğer medeniyetlerin Orta Doğu, Kuzey Afrika ve Asya’nın bazı bölgelerindeki kendi topraklarını yeniden ele geçirmesine izin vermesi yönünde. Jüstinyen, veba vurduğunda Roma İmparatorluğu’nun doğu ve batı yarısını yeniden birleştirme sürecinde olduğu için, veba o dönemin gerçek sonu olarak bile görüldü.

Sonuç olarak, bu salgının ne kadar kötü olabildiğini biliyoruz: dünyanın yarısı öldü, Roma İmparatorluğu bir daha asla birleşmedi ve Karanlık Çağ başladı.

Kara Ölüm (1347-1351): 1347 ve 1351 arasında, hıyarcıklı veba Avrupa’ya yayıldı ve yaklaşık 25 milyon insanı öldürdü. Avrupa nüfusunun 1347’den önceki seviyelerine dönmesi 200 yıldan fazla sürdü. Büyük olasılıkla Asya’da, özellikle hastalığın kaynağı olarak düşünülen Çin’de, daha fazla sayıda insanı öldürdü.
Veba kurbanlarının vücutlarında
 çıkan çıbanlardan acı çekerken tasviri,
 Toggenburg İncil’inden (1411).

Daha sonralar Kara Ölüm olarak bilinecek olan salgının diğer sonuçları, hayatta kalanların yaşam standardının gerçekten artmasına yol açacak kadar çok insan öldüğü için, köleliğin düşüşünün başlangıcıydı. İşçilere daha fazla iş fırsatı vardı. Sosyal hareketlilik arttı, aynı zamanda savaş sırasında kısa bir süreliğine borçlar ertelenmişti.

Kültürel olarak bu felaket, mistisizmde bir artışa sebebiyet verdi. Çünkü bu kadar acı, Roma Katolik Kilisesi’nin dini baskınlığını sarsıyordu. Vebanın yarattığı diğer tepkiler ise, bağnazlık ve başkalarını hedef göstermede bir artışın olması, daha fazla önyargının oluşması ve hatta birçok azınlığın katledilmesi oldu.

Çiçek hastalığı (15.–17. yüzyıllar): Avrupalılar, 1492’de Amerika kıtasına ilk geldiklerinde bir dizi yeni hastalık getirdiler. Bunlardan biri, enfekte olanların yaklaşık %30’unu öldüren bulaşıcı çiçek hastalığıydı.
1796’da James Phipps’e uygulanan,
 Dr. Edward Jenner’in ilk çiçek hastalığı
 aşılamasını tasvir eden illüstrasyon. 

Bu dönemde çiçek hastalığı, Amerika’da nüfusunun %90’ına yakın olan yaklaşık 20 milyon insanın canını aldı. Salgın, Avrupalıların yeni boşalan alanları kolonize etmelerine ve geliştirmelerine yardımcı oldu, Amerikalıların ve Avrupalı ​​işgalcilerin tarihini ve küresel ekonomiyi sonsuza dek değiştirdi.

Örneğin, “Yeni Dünya”nın maden servetinin Latin Amerika’dan gümüş ve altın şeklinde sömürülmesi, İspanyol İmparatorluğu’nda büyük bir enflasyona yol açtı. Büyük ekonomik düşünür John Maynard Keynes 1930’da bu “fiyat devrimi”nin modern kapitalizmin oluşumunda önemli bir dönüm noktası olduğunu yazdı.

Kolera (1817-1823): İlk kolera salgını Hindistan’ın Jessore şehrinde başladı ve bölgenin büyük bir kısmından sonra da komşu bölgelere yayıldı. Milyonlarca insanı öldüren yedi büyük kolera salgından ilkiydi. John Snow adında bir doktor, yayılmasının nasıl önleneceği hakkında bazı şeyler biliyordu ve 1854’te Londra’nın Soho mahallesindeki belirli bir su pompasının kaynağını izole ederek salgını durdurdu.
Hastalar Port-au-Prince,
Haiti’deki Diquini Kolera Tedavi
 Merkezi’nde beklerken.

Dünya Sağlık Örgütü koleraya “unutulmuş salgın” adını verdi ve 1961’de başlayan yedinci salgının bugüne kadar devam ettiğini söyledi. Koleranın her yıl 1,3 milyon ila 4 milyon kişiye bulaştığı ve yıllık ölümlerin 21 bin ila 143 bin arasında değiştiği bildiriliyor.

Kolera, belirli bir bakteri ile kontamine olmuş yiyecekten ya da sudan kaynaklandığından, aşırı servet eşitsizliği ve sosyal gelişim eksikliğinden etkilenen ülkelere ezici bir şekilde zarar veriyor. Kolera, dünyanın kendini en az savunabilecek kısımlarına zarar vererek dünyayı değiştirmeye devam ederken, daha zengin ülkeler bu hastalık için pek de endişeli değil.

İspanyol Gribi veya H1N1 (1918-1919): 1918 influenza salgını olarak da bilinen İspanyol Gribi, 21. yüzyılın başlarında yaklaşık 500 milyon insanı veya dünya nüfusunun üçte birini enfekte eden bir H1N1 virüsünün patlak vermesi sonucunda ortaya çıktı. Salgın, dünya çapında 50 milyondan fazla insanın ölümünden sorumluydu.
Oakland Belediye Konferans Salonu,
 1918 yılında Kaliforniya, Oakland’da
 grip salgını sırasında Amerikan Kızıl
 Haçından gönüllü hemşirelerin yer
 aldığı geçici bir hastane
 olarak kullanıldı.

Salgın sırasında I. Dünya Savaşı sona ermişti ve halk sağlığı otoritelerinin, büyük etkisine katkıda bulunan viral salgınlarla başa çıkmak için hiçbir resmi protokolleri yoktu ya da bunlar yetersizdi.

İlerleyen yıllarda, salgının nasıl gerçekleştiğini ve nasıl önlenebileceğini anlamaya yönelik araştırmalar, halk sağlığında iyileşmelere yol açtı ve daha sonra benzer grip benzeri virüs salgınlarının etkisini azaltmaya yardımcı oldu.

Hong Kong Gribi veya H3N2 (1968-1970): İspanyol Gribi’nden elli yıl sonra, başka bir grip virüsü H3N2 dünyaya yayıldı. Tahminlere göre, küresel ölümlerin sayısı yaklaşık bir milyon kişiyi kapsıyordu.
2011’de CDC tarafından sağlanan,
 H3N2 grip virüsünü gösteren
elektron mikroskop görüntüsü.

1968 salgını 20. yüzyılda meydana gelen üçüncü grip salgını, diğer ikisi 1918’de İspanyol gribi ve 1957’de Asya gribi salgınıydı. Asya gribinden sorumlu olan virüsün, evrimleşip 10 yıl sonra bu sözde “Hong Kong gribi” adı verilen H3N2 salgınıyla tekrar ortaya çıktığına inanılıyor. Ancak 21. yüzyıl, grip salgınlarını görmeye devam edecekti.

1918 influenza salgını kadar ölümcül olmasa da, H3N2 son derece bulaşıcıydı ve Hong Kong’da bildirilen ilk vakadan 2 hafta sonra 500 bin kişi enfekte oldu. Salgın, küresel sağlık topluluğunun, aşıların gelecekteki salgınları önlemedeki hayati rolünü anlamasına yardımcı oldu.

HIV/AIDS (1981–günümüz): Bilinen ilk HIV/AIDS vakaları 1981’de bildirildi, ancak hastalık bugün insanları enfekte etmeye ve öldürmeye devam ediyor. 1981’den bu yana 75 milyon insan HIV virüsüne yakalandı ve sonucunda yaklaşık 32 milyon insan öldü. Tedavisi olmayan, cinsel yolla bulaşan bir hastalık olarak HIV/AIDS, her yıl milyonlarca insanı etkilemeye devam eden inatçı bir salgın. AIDS’in tedavisinin olmamasına rağmen, antiretroviral tedavi ilaçları HIV’i kontrol edebilir ve ilerlemesini önemli ölçüde yavaşlatarak enfekte olmuş birinin uzun bir yaşam sürmesine izin verebilir.

Basketbol süperstarı Magic Johnson, 1991’de NBA’den emekli olduğunda, o zamanlar HIV olduğunu halka açıklayan en ünlü isim olarak tarihe adını yazdı. Johnson, önde gelen bir iş adamı olmaya devam ediyor ve 2012’de Los Angeles Dodgers beyzbol takımını satın alan bir grubun partnerlerinden biriydi.
Dünya AIDS Günü’nden bir gün
 önce, Hindistan’da yapılan
 HIV/AIDS farkındalık
 gösterilerinden. 

HIV/AIDS’in küresel ekonomi üzerindeki olumsuz etkisi, özellikle HIV/AIDS vakalarının en büyük yüzdesine sahip olan Afrika’da halen araştırılıyor. 1980’lerde ve 90’larda, küresel LGBTQ topluluğu, hastalığın bu topluluğun üyeleri üzerindeki orantısız etkisi nedeniyle öne çıktı ve daha önce olmadığı kadar görünür hale geldi. HIV/AIDS ve homofobiye yönelik ilk ana akım filmlerden biri 1993 yılında vizyona giren Akademi Ödüllü “Philadelphia” idi.

SARS (2002-2003): SARS veya şiddetli akut solunum sendromu, insanları enfekte edebilen 7 koronavirüsün birinden kaynaklanan bir hastalıktı. 2003 yılında, Çin’in Guangdong eyaletinden kaynaklanan bir salgın, toplam 26 ülkeye hızla yayıldığı ve 8 binden fazla insanı enfekte ettiği ve 774 kişiyi öldürdüğü için küresel bir salgın olarak nitelendirildi.
23 Nisan 2003 Çarşamba günü
 Pekin Demiryolu İstasyonu’nda
 bilet almak için beklerken SARS
 virüsüne karşı koruma olarak
insanlar maske takıyorlar.

2003 SARS salgınının sonuçları, etkilenen alanları karantinaya almak ve enfekte olmuş bireyleri izole etmek de dahil olmak üzere küresel otoriteler tarafından yoğun bir halk sağlığı tepkisi nedeniyle büyük ölçüde sınırlıydı. 

SARS salgını, özellikle halka açık yüzeylerin o zamandan beri düzenli olarak dezenfekte edildiği ve yüz maskeleriyle dolaşan insan manzaraları haline geldiği Hong Kong’da viral hastalık bulaşmasını önleme konusunda farkındalığı artırdı.

Domuz Gribi veya H1N1 (2009-2010): 2009 yılında, ABD’de yaklaşık 60,8 milyon insanı enfekte eden ve 151.700 ila 575.400 aralığında küresel çapta ölüm yaratan yeni bir grip virüsü formu ortaya çıktı. Domuzlardan insanlara geçtiği görüldüğü için “domuz gribi” olarak adlandırıldı. H1N1, virüsle ilişkili ölümlerin %80’inin 65 yaşından küçük insanlarda meydana gelmesi nedeniyle tipik grip salgınlarından farklıydı. Genelde, grip salgınlarından ölümlerin %70 ila %90’ı 65 yaş üstünde görülür.
Domuz Gribi’nin 2009 sonbaharında
 ABD’de yayılırken izlediği yolu
 gösteren bir harita. 

H1N1, 21. yüzyılda bir viral salgının ne kadar hızlı yayılabileceğini gösterdi ve bu da küresel toplumun gelecekte daha hızlı tepki vermesi için ek hazırlıkların gerekli olduğunu gösterdi. Domuz gribinin bizlere bıraktığı önemli bir miras, gelişmiş sağlık sistemlerine sahip birçok ülkenin hızlı hareket eden, grip benzeri bir salgın karşısında nasıl ısrarlı bir şekilde çaresiz kalabildiklerini ortaya çıkarması olabilir.

Ebola (2014-2016): İlk salgına yakın bir nehirden adlandırılan Ebola virüsü, çoğu modern pandemiye kıyasla menzili sınırlıydı, ancak inanılmaz derecede ölümcül. 2014 yılında Gine’deki küçük bir köyde başladı ve Batı Afrika’daki birkaç komşu ülkeye yayıldı. Virüs 28.600 enfekte insanın 11.325’ini öldürdü, çoğu vaka Gine, Liberya ve Sierra Leone’de meydana geldi. CDC’ye göre, Ebola ile temas eden sekiz Amerikalıdan biri öldü.
Kongo’da işçiler bir Ebola
 kurbanını gömüyorlar. 

Ebola’nın toplam 4,3 milyar dolara mal olduğu tahmin ediliyor ve gelen yatırımlar yukarıdaki üç ülkede önemli ölçüde düşüyor. “Unutulmuş salgın” kolera gibi, Ebola’nın da en çok zarar verdiği ülkeler, buna karşı savunmak için en az donanıma sahipti.

Hamlamışım, daha önce rahatlıkla çıktığım yokuşlarda zorlanıyorum. Yollarda, kavşaklarda polisler var. Tedirginim, yürüme mesafesi demişlerdi, maske de takmadım (nefes alman zorlanıyor), ne olur ne olmaz diye telefonu da kapattım. Geçenlerde bahçeye inmiş bir arkadaşımın cebine uyarı mesajı gelmiş “eve dön!” diye. Neyse, polisler oralı bile değil. Demek yaptığımda bir yanlışlık yok. Yoksa “65’lik bisiklete mi biner?” diye bakmıyorlar mı? J Fazla trafiğin olmaması ayrı bir rahatlık. Ferhatpaşa üzerinden hızla Başıbüyük ve Maltepe Cezaevi’ne doğru kayıyorum. Hava nefis, tam bisikletlik. Tempomu da hızlandırmıyorum. Biraz keyfine varayım. Özlemişim bu durumu.

Maltepe Cezaevi’ne giden yol kazılmış, kapalı. Bir üst geçit yapılmakta. Mecburen düz devam ediyorum. Genişçe bir yay çizerek FB Can Bartu Tesisleri’ne geldim. Böylecene bu yolu da öğrenmiş oldum. 

Yolda yürüyenlerle selamlaşmalar şeklinde Yakacık’a doğru sürmekteyim. Otobüs duraklarının banklarında, duvar üstlerinde, köşe başlarında, yeşil alanlarda oturanlar, sigara tüttürenler, telefonlarıyla oyalananlar, ayakkabılarını çıkarmış çimde yürüyenler... etraf yapamadıklarını yapmakta olan yaşlılarla dolu J Yaşlı diyorum ancak Aydan’dan öğrendiğime göre DSÖ yaşlılık tanımını yenilemiş.

Dünya Sağlık Örgütü kronolojik sınıflamasına göre:

0-18 yaş arası: ergen,
18-65 yaş arası: genç,
65-74 yaş arası: genç-yaşlı,
74-84 yaş arası: yaşlı,
85 yaş ve üzeri: çok yaşlı kabul edilmektedir.

İyi olmuş, biraz zaman kazandırdı J

Yakacık kalabalık, polis de meydanda. Buradan Aydos’a doğru tırmanılır. Ormanlık bölge başlar. Ne var ki yapılaşma buraya da sirayet etmiş, yani bulaşmış J Ama ağaçların önünde bir hatıra fotosu almama engel olmuyor. 

Biraz kendini İstanbul dışında hissedebileceğin bir bölgeden geçmekteyim. Hava mis. Ama gözüm de saatte. 4 saat iznini kaçırıp cezalı duruma düşmeyeyim. Buraya kadar 1,5 saat sürdü, ama dönüş daha kolay. Çoğu iniş, Sultanbeyli’ye kadar. Sonrası otoyol kenarından dümdüz.

Dünyadaki büyük kentlerden fotolar dolaşıyor da internette, her yer hayalet şehir durumunda. Sokaklar boş, ortalık kedilere köpeklere kalmış. Güncel durumu Rolling Stones grubu da iyi değerlendirip -üzerinde ufak değişiklikler yaparak- Living in a Ghost Town diye 23 Nisan’da bir parça sürdü piyasaya, dünyanın çeşitli yerlerinden çekilmiş video görüntülerini içeren. Parçanın sözlerini çevirecek olursak: “Hayat çok güzeldi / Derken bir anda hepimiz tecrit edildik / Lütfen bitsin artık / Sonu olmayan bir dünyada sıkışıp kaldık”... Güzel bir parça, özellikle Jagger’in harmonika solosu.


Maltepe’nin cezaevini göremedim ama Kartal’ınkinden geçmekteyim. Kapı çevresinde polisler var. Ama bana ilişmiyorlar, geçip gidiyorum yanlarından, devamla Sultanbeyli’ye doğru. Geldim Velibaba’ya. Pendik’in bir mahallesi. Acep buraya ismini veren Velibaba kimdir? 1651’te vefat ettiği bilinen Tophaneli Veliyüddin Hazretleriyle karıştırılan Dolayobalı Veliyüddin Hazretlerinin doğum ve vefat tarihi net değildir. Ancak oğlu Şeyh Abdulfettah Efendinin vefat tarih 1773 olduğuna göre kendisinin bu tarihe yakın tarihlerde yaşadığı ve vefat ettiği söylenebilir... denilmiş belediyenin sitesinde.

Artık daha çok iniyorum, arada ufak tırmanışlar olsa da. Gözüm saatte, daha zamanım var, aceleye gerek yok. Buraya kadar durmadan geldim, kahvaltı da etmemiştim, hafiften mide kendini hatırlatmaya başladı. Yanımdakileri nerede yesem? Şöyle bir bank, bir park, biraz yeşillik arıyorum ama bölgede bunlardan eser yok. 

Sultanbeyli, ardından Sancaktepe geçiliyor. Yan yoldayım. Herhalde sandviçleri evde yiyeceğim. Şu Sancaktepe’yi de hiç görmedim. İstanbul’un yeni ilçelerinden (2008), gelen göçle oluşmuş. Matah bir yer olacağını sanmıyorum, ama belki bir gün girer bakarım. 

Öyle böyle diye diye eve vardığımda daha rahat 50 dakikam kalmıştı. Ama yorulmuşum. Uzundur binmediğimden ayaklarım gülle gibi. Biraz uzanma ihtiyacı hissediyorum JJJ Horrr...

















Korona günlerinde bisikletle kaçamak; Aydos: Dudullu-Ferhatpaşa-Başıbüyük-Velibaba-Sultanbeyli-Sancaktepe-Dudullu

Tur tarihi: 10 Mayıs 2020
Kat edilen mesafe: 44,21 km.
Ortalama hız: 18,3 km/sa.
Bisiklete biniş süresi 2 sa. 24 dk., dışarıda geçen süre 2 sa. 31 dk.
En yüksek sıcaklık 32 ˚C, en düşük 25 ˚C, ortalama 29,9 ˚C
İrtifa kazancı (çıkış) 610 m, kaybı (iniş) 624 m.
En düşük irtifa 92 m., en yüksek 317 m.





Ben bir hayaletim
Hayalet kasabada yaşayan

Beni arayabilirsin
Ancak bulunamıyorum
Beni araştırabilirsin
Yeraltına inmek zorunda kaldım
Hayat çok güzeldi
Derken bir anda hepimiz tecrit edildik 
Kendini bir hayalet gibi hisset
Hayalet kasabada yaşayan

Bir zamanlar burası uğulduyordu
Ve hava davul sesleriyle doluydu
Simballerin sesi çarpışıyordu
Camların tümü parçalanıyordu
Trompetlerin hepsi çığlık atıyordu
Saksafonlar gürlüyordu
Kimse gündüz mü gece mi, umursamıyordu

Ben bir hayaletim
Hayalet kasabada yaşayan
Bir yere gitmiyorum
Kapa çeneni bir başına

Kaybedilen çok zaman
Sadece telefonuma bakıyorum

Her gece gördüğüm rüya 
Gelip yatağıma sızacaksın
Lütfen bitsin artık
Sonu olmayan bir dünyada sıkışıp kaldık

The Rolling Stones: Living In A Ghost Town




Aydos’tan sevgiler...


Biraz kendini İstanbul dışında hissedebileceğin
 bir bölgeden geçmekteyim. 

Hava mis. Ama gözüm de saatte. 4 saat iznini
 kaçırıp cezalı duruma düşmeyeyim.