Sabah erken kalkmama gerek yoktu, rahat rahat hazırlığımı yaparken cep telefonum çaldı, Hakkı arıyordu. Hayırdır, bakalım ne var. Sinirliydi, üzüntülü bir sesle gelemeyeceğini söyledi. Ne oldu dedim. Yeni iç lastik yanlış verilmişti, tekere olmuyordu. Bir sübap sorunundan söz etti ama tam da anlayamadım. Ben de üzüldüm şimdi buna. Özlemiştim de Hakkı’yı, epeydir pedallamamıştık. Nasıl yaparız, acaba daha düz bir yola mı çevirsek, diğer velespitle mi gelsen falan dedik ama onun bir kere canı sıkılmıştı. Bilirim bana da aynen olur. Kafamda birşey vardır, onu yapmak üzere hazırlanmışımdır. Sonra değişince nedense takılır kalırım. Peki diyerek kapattık telefonları. Bu durumda acaba daha uzağa mı gitsek Özgür’le diye düşünüp onu arayıp, gel Kemer üzerinden ormandan Gümüşdere yapalım dedim ve buluşma yerini ve saatini değiştirdik. Tam buna hazırlanırken cep gene çaldı ve Esin ben de geliyorum deyince alt üst olduk ve tekrar eski programa, yani R.feneri’ne döndürdük geziyi. Hemen Özgür’e bu yeni durumu aktarıp B.taş’ta karar kıldık.
Esin gemideydi aradığında, muhakkak bizden önce gelecekti. Vardığımda iskeleye Özgür gelmişti, gemi de yanaşmak üzereydi. Boşaldı tamamen ama Esin’i göremiyordum. Az bekledikten sonra telefon ettiğimde banka aradığını, hemen yanımıza geleceğini söyledi. Neyse sonunda buluştuk ve üçlü olarak yola çıktık. Boğazdan keyifle gittik. Lastiklerin havalarını tamamladık, Akbank’dan para çektik. Fazla zorlanmadan rahat bir tempoyla Sarıyer’e vardık (10:30 / 26.km). Yolda bazı eski evlerin restore edildiğini gördüm. Bakalım neler yapacaklardı. Sarıyer’in içerlerinde parkın içinde bir çay bahçesi vardır, genişçe bir yer. Molamızı orada verelim dedim. Çarşıdan 1 simit aldım. Esin de hurma aldı, ramazanın şerefine. Oraya giderken yolun üzerinde küçük bir otel var, adı “Güzel Otel”. Neyin nesidir hep merak ederim. Burası iş yapıyor mu acaba? Müşterisi kimdir buradaki minik otelin?
Bahçeye bisikletleri park ettik. Çaylarımızı ısmarladık (küçük 1, büyük 2 lira. Bugün heryerde fiyatlar aynıydı. Çaycılar anlaşmış herhalde) ve sohbete geçtik. Esin epeydir yoktu, hem tatil yapmış hem oğlunu yaz kampına yollamış, bisikletten epey uzak kalmıştı. Diyordu zaten yol boyunca, performansım düştü diye. Ondan bundan derken zaman geçti ve haydi artık bizi bekleyen Maden rampasına diye ayaklandık. Bilirsiniz burasını, sıkı bir çıkıştır ve sizi Koç Üniversitesinin yoluna çıkartır. Ondan sonrası zaten fazla sert olmayan bir yoldan Fener’e inersiniz. Aynen dediğim gibi oldu ve başlarken dik görünen yol, çıkınca gözümüze hafif göründü. Nedense hep böyle oluyor, uzaktan bakıyorsun, off amma yokuş diyorsun, sonra başlıyorsun çıkmaya, oflana poflana zigzaglarla varıveriyorsun tepesine. Geriye dönüp baktığında kendinle gurur duyuyor ve ileriye devam diyorsun. Ama bir de bakıyorsun ki onunda yeni bir rampa var. Haydi in-çık-in-çık derken rampalar geride kalıyor. Bu rampa sözcüğü bende hep çıkışı düşündürür (bir de kamyoncu lafıymış gibi gelir). Halbuki yokuş dedin mı inişi de var çıkışı da. Rampa aşağı da var tabii, ama tek başına “önümde rampa” lafı bana hep bir çıkışın olduğunu anlatıyor. Biraz da sözcüğün okunurken, gırtlaktan çıkan R harfinin verdiği tonlamayla da mı ilgili :)) Belkin!
Tepeyi döner dönmez böğürtlenlerle karşılaştık. Birileri durmuş topluyordu bile. Biz de onları geçip çektik kenara ve başladık böğürtlenmeye. Ancak bizden once geçenler fazla birşey bırakmamışlardı. İstihhakımızı tam tamamlayamadan devam ederek hem asfaltın hem de çevrenin güzelliği içinde yağ gibi kayarak Fener’e indik (12:00 / 37.km). Yol boyunca sağımızdaki nefis boğaz manzarasının eşlik ettiği yolda ağaçlar böceklenmiş ki bazı önlemler alınmıştı. Böyle üst üste dizili kaplarda herhalde ilaç vardı diye düşünüyorum. Bu yoldan ne zaman geçsem mutlaka motorculara rastlarım. Onların da sevdiği bir yol herhalde. Ancak neden bu aletler illa ki öyle gürültüyle gitmek zorundadır. Sesi kısılamaz mı egzostun? Yoksa havası mı böyle daha etkili oluyor? Motorcu olmak lazım bunu anlamak için herhalde. Neyse Fener’de Seyru Sefa çayevinde kendimize bir gölge yarattırıp altında limanı ve boğazı seyrederek çaylarımızı (çay 1-, tost 1,5 lira) ve beraberimizdeki sandviçi yedik (bu konuda Yassah! uyarısını da işittik ama iş işten geçmişti-miğdenin yolunu tutmuşlardı). Bir de Esin’in kamyonet manavından aldığı, son zamanlarda gene ortaya çıkan Çanakkale domateslerini de büyük bir afiyetle yanına ekleyerek. Gerçekten domatesin tadı çok güzeldi. Kilosu 2,5 liraydı. Geçen Pazar Kurtdoğmuş’ta 1,5’a almıştık. Nede olsa burası “Avrupa Yakası”. Fark olmalıydı!
Rumelifeneri köyü, Sarıyer ilçesinin Karadeniz'e bakan en uç noktasında kurulmuş bir yerleşim bölgesidir. Köyün antik çağlarda ki ismi Panium veya Panyum burnu, Bizans döneminde ki ismi ise, Fanaraki veya Fanariyan burnu idi.
Köy antik çağda ki ismi ile Panium kayalıkları üzerine kurulmuştur. Bizans döneminde ki ismi ile, Fanaraki veya Fanarayan, Avrupa feneri yada küçük fener demektir. Köy Rumeli yakasında kurulduğu için de Rumelifeneri adını almıştır. Köyün ismi bir süre de Türkeli olarak anılmıştır. Rumelifeneri, Garipçe, Demirciköy ve Zekeriyaköy'den sınır alır.
Efsanelere konu olan Öreke kayalıkları da Rumelifeneri köyü ile birlikte anılmaktadır. Öreke kayalıklarına antik çağda, Kyanaeis ya da Symplegades kayalıkları, değişik zamanlarda ise, Geant veya Bavonere kayalıkları da deniliyordu. Gerek antik çağlarda ki gerek Bizans döneminde ki isimlerin Türkçe karşılığı Orakiye, Öreke kayalıkları, Öreke taşıdır.
Bu kayalıklar zamanla birbirinden ayrılmış beş büyük kayadan oluşmuştur. Osmanlı döneminde bu kayalara "kanlı kayalar" ismi verilmiş, sonraları Kocataş, Körtaş, Mavi kayalar ve Kızılkaya da denilmiştir. Bu gün bu kayalıklara Öreke halk dilinde ise Roke adı verilmektedir.
Çayları yudumlarken program yaptık nereye devam edelim diye. Çünkü saat erkendi, öğleni az geçmişti. Önümüzde koca bir gün vardı. Özgür’ün önerisi kıyıdan giden toprak yoldan Demirciköy’e ve oradan Kilyos’a gitmekti. Tamam bu hepimize uydu ve bakkaldan ihtiyaçlarımızı tamamlayıp (ekmek arası kaşar, gofret ve su) yola çıktık. Eski kaleyi ziyaret ettik. Yazık burası döküntü bir durumda. Etraf çöplerle dolmuş, cam kırıkları her yerde. Neden ele alınmıyor acaba? Halbuki ziyaretçisi de var. Oradayken çok kişi geldi gitti. Temaşamızı bitirince biz de yola devam dedik (13:30 / 38.km).
Rumelifeneri tarihi zenginliklerle doludur. Günümüzde bile kullanılabilir durumda bulunan ve Cenevizliler tarafından yapılan Rumelifeneri kalesi tarihi zenginliği gözler önüne sermektedir. Bu kale günümüzde zaman zaman film seti olarak da kullanılmaktadır. Papazburnu mevkii Osmanlı döneminde askeri yerleşim bölgesiydi. Burada padişah IV.Murat (1623-1640) tarafından bir hisar yapılmıştı. Hisarın evinde 60 adet asker evi, Sultan Murat adına yapılmış bir cami, buğday ambarları, cephanelik 100 adet büyük ve küçük top, kale muhafızı ve 300 asker bulunuyordu. Kıble yönüne bakan bir demir kapısı vardı. Şimdi bu tarihi yerleşim bölgesinden geriye kalan, yıkık dökük bir duvardan başka bir şey değildir.
Fener çıkışında bir kuran kursu durumlarına rastladık. Kocaman binaydı. Burasını eskilerden hatırlarım, epeydir faaliyette. Anlaşılan bu bölgede alıcısı çok. Devam ettik yolumuza, askeriyeye ait olduğunu tahmin ettiğim küçük bir karakolun, hiç bilmediğim sitelerin yanından geçerek (istanblue, buraları dolunca nasıl olacak bakalım) küçük bir koyda denize girenlerin keyfini paylaşarak (ama maalesef öyle çok çöp ve atık birikmiş ki, içler açısı) “Golden Beach” diye bir yere geldik (damsız girilmiyormuş. Damınız üstünüzde olsun niyetlenirseniz). Burası “Bungalow” tarzı küçük odaların olduğu, ATV araçlarının bulunduğu güzel bir yere benziyordu. Plajı düzenliydi, bebeklerini gezdiren genç anneler, koşturan çocuklar falan keyifli görüntü veriyordu. Aralarından geçerek yolumuza devam ettik.
Buraları özellikle dağ bisikleti için çok uygun parkurlar. Orman içlerine doğru giren yollar vardı. Bizse kıyıdan ayrılmayıp dolan dolana güzel yarlar görüp, biraz durup manzaranın keyfine varıp toprak, yer yer kumlu yoldan inerek çıkarak, bazen iterek (kumda çok fena kayıyor teker, saplanıyor hatta)sonunda Demirciköy’ün dibindeki plaj ve balık lokantasının kenarından geçerek dik bir yokuştan çıkarak (Alarko vilları falan vardı burada) köye vardık.
Sağımızda Demirciköy mezarlığı vardı ve ben buraya Çelik Bey'in cenazesi sırasında gelmiştim. Ziyaret etmek istedim ve Gülersoy Vakfı tarafından düzenlemesi yapılmış bu alan örnek olabilecek bir mezarlıktı. Ikış tıkış olmayan, taştan bir yolu bulunan derli toplu durumdaydı. Kabrin başında kısaca Çelik Bey'i tanıtan bir yazı ile annesiyle beraber yattığı bakımlı sade bir mezardı. Bir siyah köpek mezarı beklemekteydi. Çok hoşuma gitti ve resmini çektim. O da bana poz verdi.
Buradan ayrılıp köyü geride bırakarak Kilyos’a doğru döndük. Demirciköy tepedeydi, etrafta pek kimse yoktu. Çok dolu gözükmüyordu. Köy çıkışında bir ev gördüm, yarısı yıkılmış, içindekiler camdan bakıyordu. Herhalde arkalarındaki yeni binaya direniyorlardı (öyle gözüküyordu). Küçük binayı yutmaya çalışan bir durum gibi. Anlaşılan davalık bir konu.
İnişli bir yoldan keyifle ve rüzgarın serinliğiyle Kilyos’un içine girdik (15:00 / 50.km). Yolda peşimizden gelen belediye otobüsü insaflıydı. Bazıları öylesine yakın geçmekten hoşlanıyorlar ki. Sahilde bir tanesine yetişip uyardım. Adam bana mısın-tınmıyordu bile. İETT’ye aslında bu konuda birşeyler hatırlatılmalı. Şöförlerine eğitim versinler yeniden. Biraz uyarsınlar. Bir fırsatını bulunca dilekçemi yazacağım. Bunu hepimiz yapmalıyız. Üşenmeden!
Epeydir görmemiştim yazın Kilyos’u. Küçük bir çarşı oluşmuş. Deniz malzemeleri satılıyor. İçinden geçip kendimizi hafif yüksekte olan, plaja tepeden bakan bir kafeteryamsı yere bıraktık. Beraberimizdeki sandviçleri nefis domatesin eşliğinde, yanında çayla (1- lira) miğdeye indirdik. Denizi, tekneleri ve suya girenleri havadan izledik. Sahilden çocuk sesleri, viyaklamaları geliyordu. Bir tanesi uzun uzun bağırdı. Belli ki sıkı bir mücadele vardı suya girme konusunda. Çocuk direniyor, anne ise ısrarlıydı. Huzurumuzu artık geç kalmayalım diye sonlandırıp Kilyos’tan ayrıldık (16:25).
Ramazan nedeniyle olsa yollarda fazlasıyla araç yoktu. Zekeriyaköy’e kadar yol boyunca dizili lokantaları, kendin pişircileri, karting alanlarını falan geride bırakarak köyün içinden geçip çıkıştaki Köyüm Cafe’de bir küçük mola daha verdik (17:00 / 57.km). Soda, gazoz ve ayran tercihini kullandık. Her biri 1’er liraydı. Dedim ya bugün ne içersen 1 lira günüydü. Sonrasında bir yokuş vardı ve 3 yol ayırımına kadar pedallamamız gerekiyordu. Haydi dedik ve 3 yol tepesinden sonra Maden’e inerek Sarıyer’e gelmiş olduk (17:40 / 62.km).
Boğazdan Beşiktaş’a doğru pedallamayı sürdürdük. Esin son dakikada gemiye yetişerek Kadıköy’e geçti. Bizse Akaretlerden çıkıp N.taşı’nda ayrıldık.
Yol: N.taşı > B.taş > Sarıyer (26 km) > R.feneri (37 km) > Kilyos (50 km) > Zekeriyaköy (57 km) > Sarıyer (62 km) > B.taş > N.taşı (87 km)
Önceki gezi için bakınız:
Kaynakca:
İlginizi çekebilir: Çiftalan Onbirlisi