31 Ekim 2009

Yal-Ova 3

Gezimizi anlatmadan önce size bu bölgeyi içine alan “Yeşil-Mavi Yol Projesi”yle ilgili bilgi vermek istiyorum:

Yeşil-Mavi Yol Projesi, Yalova`nın seçilmişleri, atanmışları ile el ele verilerek ve ülke çapında uygulamaya konulan KÖYDES Projesi ile ilişkilendirilmiş bir proje. İzmit tarafından geldiğinizde, Altınova ilçesi Hersek köyünden başlayıp, Armutlu ilçesinde tamamlanan 127 km'lik Yeşil-Mavi Yol, uzunluğu 62 km bağlantı yolları ile toplam 189 km'yi bulan ve çeşitli tarihi, turistik ve doğal güzellikleri içinde taşıyan bir bütünlük. Hemen hemen tamamı trekking, fotosafari gibi doğa turizmine uygun bir bölge. Samanlı Dağları eteklerindeki alan ise, doğa tutkunları için birçok motokros parkuru barındırıyor. Girişte sizi tarihin derinliklerine, 17.yy'a götüren Hersekzade Camii ve çevresi karşılıyor, Karadere köyünde Çobankale Anıtı, yine devamında Yalova`nın tropikal iklime müsait yapısı dolayısıyla çilek bahçeleri ve çevredeki çiçek yetiştiricilerinin seraları size arkadaşlık ediyor. Altınova merkez, Soğuksu, Kocadere, Fevziye, Tevfikiye, Sermayecik köylerinden Çiftlikköy istikametine geçiliyor; Burhaniye, Çukurköy, Dereköy, Laledere ve Gacık köylerine ulaşılıyor. Bu arada Taşköprü`de tarihi Taş Köprü`yü unutmamak gerek. Daha sonra Yalova merkez Elmalık, Sugören, Güneyköy ve Kurtköye ulaşılıyor ve tarihe tanıklık etmiş mağaralar gezilip, yüzlerce yıllık çınarlar hayranlıkla seyrediliyor. Onlarca yıldır kullanılan Yeşil-Mavi Yol`un en önemli güzergahlarından Çınarlı Yol`da ilerlerken, Samanlı köyü sınırlarında binbir çeşit çiçek ve ağaç deseni ile Karaca Arboretum`u sizi karşılar. Buradan, Yalova`dan 11 km uzaklıktaki Termal Kaplıcaları`na, bu alandaki Atatürk Köşkü`ne ve Atatürk`ün yeniden birebir inşa edilen sinemasına ulaşabilirsiniz. Termal`in, ünü ulusal sınırları aşmış, sağlık turizminin önemli bir ayağı olan kaplıcalarında mola vermek doğa ve tarih tutkunları için bulunmaz güzellikler bahşeder. Bu arada Sudüşen Şelalesi`ni unutmamak gerekir. Sudüşen Şelalesi, Termal Üvezpınar`dan yaklaşık 8 km gidilerek 15 dk'da ulaşılan, Yeşil-Mavi Yol Projesi`nin önemli bir ayağını oluşturan ve yürüyüş olarak yaklaşık iki saati bulan, metrelerce yukarıdan düşen şelalesi ile sizlerin ziyaretini bekliyor. Şelaleye çıkarken eşsiz bir baraj gölü, Marmara Denizi`nin muhteşem manzarası, çeşitli flora ve fauna ile karşılaşır, foto safari, trekking ve piknik yapabilirsiniz. Termal`den sonra, Çınarcık`ın Ortaburun, Çalıca ve Teşvikiye köylerinden Armutlu ilçemizin Selimiye, Hayriye, Mecidiye`den merkeze kadar devam eden, bağlantı yolları ile tamamlanan bir projedir, Yeşil-Mavi Yol Projesi. Çınarcık`ta Kent Ormanı yeni düzenlemesi ile ziyaretçilerine doğanın inanılmaz güzelliğini sunuyor. Teşvikiye köyünden Erikli ve Delmece yaylalarına, oradan da Selimiye köyüne ulaşım, asfalt yollar ile sağlanıyor. Yeşil-Mavi Turizm Seyir Yolu ile adeta bir botanik bahçesi görünümündeki havzanın ortaya çıkışına şahit olursunuz. Yapılan bu yollarla örneğin İstanbul`a sadece 1,5 saat uzaklıkta, Karadeniz`in eşsiz yaylalarının bir benzeri görünümündeki Delmece Yaylası ile buluşursunuz. Yine Teşvikiye beldesine 10 km uzaklıkta Erikli Yaylası`nda, Çınarcık Kent Ormanı`ndan 2,5 km mesafe ve 530 m rakımda bulunan Büyük Dipsiz Göl ve bu gölden 1,5 km mesafede 570 m rakımda Küçük Dipsiz Göl`ün hayal alemine daldıran mistik görünümüyle büyülenirsiniz. Kestane, karaağaç, ıhlamur, erik ve elma ağaçları ile bezenmiş bu yaylalarda kamp yapabilir, Teşvikiye Deresi üzerinde bulunan ve toplam 60 m'yi bulan İkiz Şelaleleri`nin doyumsuz güzelliğinde kaybolursunuz. Bu arada Esenköy`e 8 km mesafedeki Karlık Yaylası`nı da ziyaret edebilirsiniz. Alternatif turizmi geliştirme anlayışının can damarı konumundaki bu yol ile geniş bir turizm havzası ortaya çıkarıldı. Bu yol bir turizm seyir yolu olup, bir tarafına Marmara Denizi`ni, diğer tarafına da İznik Gölü ve Gemlik Körfezi`ni alarak, doğanın inanılmaz güzelliğini ortaya çıkarıyor.

Havalar hafta ortasından beri acaip güzeldi. Pastırma yazını yaşıyorduk. Bu isim de nereden gelmişti ki? Bir araştirayım, merak ettim doğrusu (*). Ne edelim, nereye gidelim diye Firuzan’la düşünürken, Yalova‘ya bir çıkartma daha yapalım dedik ve görmediğimiz yeni bir yer bulduk gidilecek: Tahtalı. Burası 600 m’nin üzerinde bir köydü, Tahtalı Köyü. Hani biri öldümü tahtalı köye gitti derler ya. Burası nasıl bir yerdir çok merak ettik. İçimizi bir heyecan sardı ki sormayın. Gezimizi arkadaşlarımıza duyurduk ama bu sefer kimseden ilgi çıkmayınca biz de Pazar günü (11.10.09) başbaşa gittik .

65 km gibi tahmin ediyorduk gezimizi (sonradan fazla olduğu çıktı ama) o nedenle erken hareket etmek lazımdı. Sabah ilk gemi 6:30’daydı ama bu kadar da erken kalkmayı gözümüz yemedi ve bir sonrakine hazırlandık. 5:50 gibi uyandık. Önce pek de güzel uykumuzdan kalkmak istemedik (ancak gezi boyunca hep iyi ki kalkmışız dedik durduk çünkü çok güzel yerler gördük, kişiler tanıdık, meyvalar yedik falan) ama haydi diyerek hazırlandık. Kahvaltılık sandviçlerimizi, suyumuzu, elmalarımızı, enerji barları falan hepsini güzelce çantalarımıza yerleştirdik. Hava daha karanlıktı ve serindi saat 6 buçukta evden çıkarken. Yavaş yavaş Karaköy iskelesine varırken aydınlanmaya başlıyordu. 7 gemisinde kimsecik yoktu. Pazar sabahı kimin işi olurdu ki? Haydarpaşa’ya vardığımızda trenin kalkmasına 1 dakika vardı. 7:19 trenine yetişmiştik ve hemencecik akbil’i basıp (1,5 lira - bu sefer tek basışla geçtik, hayret!) vagona yerleştik. Ohh burada da kimsecik yoktu. Özenle en sona, oturakların oraya bağladık velespitleri ve deniz tarafına oturarak 1 saatlik Gebze yolculuğuna çıktık. Tıngır mıngır gidiyorduk. Sahil tarafını, evleri, her zaman gittiğimiz Tuzla yolunu başka bir açıdan görmenin keyfiyle. Ahh orası burası mıydı, gördün mü arkasında ne varmış gibi hayret ifadeleriyle yolculuk tamamlanıverdi. Trenden inip Gebze’nin merdivenlerini çıkıp sonra yolun karşısında inmek gerekiyor. Biraz zahmetli bir istasyon yapmışlar (galiba bir yenileme çabaları var-görünüyordu birşeyler etrafta). Eskihisar’a gitmeye hazırlanırken gördük ki bizim sarı bisiklet halen demire bağlı duruyordu. Hani geçen yazımızda anlattığım önceleri tekerlekleri olan sonrasında çalınmış olarak bulduğumuz sarı bisikletin yanında bir hatıra resmimizi çekmesini genç bir arkadaştan rica ettik. Bu oyalanma ama bizim 9 arabalısını kaçırmamıza neden olsa da yaptığımızın keyfindeydik. "Ne fark eder" diyordu Firuzan "20 dk sonra yenisi kalkıyor". Haklıydı.
Hava daha ısınmamıştı, hatta serindi bile. Benim kolsuz yeleğim az bile kaldı. Firuzan neredeyse kışlık bir haldeydi. İçinde yeleği üzerinde kırmızı montuyla (monta dikkat lütfen ama!!!). İskeleye gelip akbil'imizi basıp (sadece 2,5 lira) arabalının gelmesini beklerken kenarda Ağırabiler Motorsiklet Grubu da bekleşiyordu. Bir hayli kalabalıktılar, hepsi de bemeveydi. Bir gelin otobüsü ve alayı Bayburt’a gitmek için bekliyordu. Üzerinde ilk ve son gelin gibi ilginç bir ifade yazılmıştı gelin arabasının. Ne demek istemişlerdi acaba? İçinden inen ve bekleşen adamlar son derece ciddi bir ifadeyle ve koyu renk takımlarıyla gözümüze farklı gözüktü, daha doğrusu çok ciddi göründüler bu halleriyle. Küçük bir çocuk kadife takımıyla büyümüş de küçülmüş ifadesiyle çok komik bir şekilde köpeğin peşinden koşuyordu. Aslında meydan bir panayir gibi doluydu. Her telden olay vardı. Alman bir papaz siyahları içinde dolanıyordu. Bir köpek, çok akıllı hareketlerle büfenin yanında sakın bir ifadeyle yemek bekliyordu. Kazançlı da çıktı. Nitekim bir adam 2 kere birşeyler yaptırıp (herhalde salamlı tosttu) önüne koydu. O da kuyruğunu sallayarak teşekkür etti. Ağırabiler grubundan olmayıp farklı bir kategoride olan bir kaç yarışan motorcu da ayrı bir yerde bekleşiyordu.
Neyse bu curcuna içinde gemi kapağını açınca ilk ön sıraya abiler yerleşti. Herhalde karşıda hemen inip basıp gitmeyi düşünüyorlardı (aynen de oldu). Biz de bisilerimizi gene bağlayıp, artık yerlerini de öğrenmiştik bu gemilerde, üst kata çıkıp hareket etmesini beklerken ve çay eşliğinde kahvaltımıza hazırlanırken yanımıza sonradan adının Gökhan olduğunu öğrendiğimiz Üsküdar’da oturan bir bisikletçi arkadaş geldi. Bisiklet dostlukları kolay kuruluyor, konu bisiklet ve onunla ilgili olunca. Karşılıklı tanışmalar, yol hikayeleri, maceralar falan derken 40 dk’lık yolculuk çabucak geçti. Gökhan Bursa’ya gidiyordu ama bisikleti yanında değildi. Ama Edirne ve pek çok başka yerlere pedal basmıştı. Belki bir gün birlikte de pedallarız diye bir hatıra resmi de çektirip ayrıldık.

Gemiden çıkınca Karamürsel yönüne sapıp Tavşanlı’dan sağa içeriye doğru döndük. Ama öncesinde kurulmakta olan pazarın içinden geçerek nefis sebze ve meyvalarla gözlerimizi doyurduk. Hatta bir gözlemeciyi görünce gelecek sefer bir daha gelirsek buradan yer karşısındaki kahvede de çayımızı içebiliriz. Aklınızda olsun Pazar günü burada pazar kuruluyor. Yolda ilginç bir görüntü de karşıdan karşıya geçebilmek için vatandaşlarımızın buldukları çözümdü: ortadaki bariyere merdiven yapmışlardı!!! Neden olmasın? Her seferinde üzerinden atlıyorsan biraz daha rahatı hakkındır demiş büyük düşünür :)
Saptıktan sonra geniş bir asfalt yoldan belediye sınırlarına kadar rahatça tırmandık. Sonra yol daraldı asfalt da onların deyimiyle sıcak asfalt olmaktan çıktı soğuk asfalt oldu ama gene de rahat ve kullanışlı bir şekilde bizi bu gezi boyunca gideceğimiz yerlere ulaştırdı. Yolumuz yokuş aşağıya inmeye başlamıştı Yukarı Tavşanlı’ya doğru.
Yukarı Tavşanlı köyüne geldiğimizde (10:25 / 14,7.km / R 158 m), aşağıdan farklı bir durum vardı. Yola daha yakın olmanın avantajıyla daha gelişmişti alltaki yerleşim. Burada, yukarı köyde caminin yanındaki kahvenin önüne park edip oturanlara kendimizi tanıtıp boş bir masaya yerleştik. Hoşgeldiniz, hoşbulduk, nereden, nereye muhabbetini geçtikten sonra biz de nasıl gideriz, nereden gideriz, dik midir, düzgün müdür sorularını da geçtikten sonra caminin imamı olduğunu öğrendiğimiz Rahim Bey (İstanbul Fatih’te de görev yapmış Artvin’li imamımızın oğlu da Trakya Üniversitesi’nde fizik okuyordu, kızı da doktor olmak istiyormuş-çok hoş bulduk bu durumları) ve diğerleriyle bir hatıra resmi de çektirdikten sonra, sularımızı da doldurup izin isteyerek yola tekrar koyulduk (11:00).

Güzergahla ilgili çok değerli bilgiler almıştık. Çıkarttığım haritada 2 farklı yoldan gidilebilinirdi (a- Örencik-Tevfikiye-Aktoprak veya b- Fevziye-Semetler-Valdeköprü üzerinden). Kararsızdık seçimimizde, sayelerinde netleştirdik yolu ve “b” seçeniğini kullandık. Çaylar da onlardandı. Bu gezide herkes bize çay ısmarladı. O nedenle kaç paradır burada çaylar bilmiyoruz. Hepsine tekrar teşekkür ederiz ikramları için.

Tavşanlı’dan sonra önümüzde Ahmediye vardı, fazla da uzak değildi 2 km kadar bir yol. Hava da ısınmaya başlamıştı. Yollarda koyun ve inek sürüleri, piknik yapmaya hazırlananlar, kısaca gün başlamıştı buraları için. Biz de aralarından, kenarlarından sıyrılıp geçerek Ahmediye’ye ulaştık (R 146 m). Yollarda çeşme boldu. Su sıkıntısı hiç çekmedik.



Ahmediye’den çıktıktan sonra gördüğümüz böğürtlenleri toplarken (11:30 / 19,4.km) bir de gördük ki arkada bir elma bahçesi. Amanım, her çeşit ve renkte elmalar dallarından sarkıyordu. Çoğu toplanmamış çürümeye başlamış bile. Bir ağaç düşünün üzerinde hem kırmızı hem yeşil elma var. Canın hangisini çekiyorsa ondan ye. Göz hakkımızı biraz geniş kullanarak (4 gözle) heybelerimizi doldu, resimler çekildi. Yiye yiye bütün gezi boyunca burasını andık.
Devam ederek birazdan sağa 1 km sonraki İlyasköye’e giden yol ayırıma geldik. Biz düz devam ederek yolculuğumuzu sürdürdük. 1 km kadar sonra yolumuz bizi bir 4 yol ağzına getirdi, sağdan devam ederseniz tekrar İlyasköy’e dönersiniz, düz Örencik sol ise Fevziye’ye (ki bunu açıkça da yazmamışlardı-meğersem az gerideki yolmuş) gidiyordu. Burada biraz kafamız karıştı, aldığımız tarifi unutmuştuk veya yanlış hatırlıyorduk ve İlyasköy’e doğru neredeyse saparken bizim bu kararsızlığımızı sezmiş olacak ki 41 plaka bir Audi durdu önümüzde ve ne yapmaya çalıştığımızı sordu. Çamdibi’ne gitmeye çalışıyoruz ama yolu karıştırdık dedik. Şansımıza şoför bu bölgenin insanıydı da bizi doğru yola yönlendirdi ve Fevziye’ye, yani sola aşağıya doğru döndük. Aslında sonra burasını hatırladık, geçen gezide bu kavşaktan düz devam etmistik Örencik’e doğru.



Hızla yokuş aşağı inerken sağımızda moloz yığınları her zamanki gibi çok üzüntü vericiydiler. Böyle güzelim doğa parçasının ortasına edebilecek kadar kendini bilmez insanlara tahammül etmek çok zor. Yakalansalar cezaları yüksek ama gece karanlığında işlerini halledip kaçıyorlar. Başlarına dökülsün tüm molozlar! Altnda kalsınlar demek gerekiyor ama!!! 
Bu yol İznik’e de gidiyordu, hep tabelasını gördük. Fevziye de uzak sayılmazdı. 4 km kadar gitttikten sonra temiz bir meydana çıktı yolumuz. Etrafta pek kimse yoktu. Ortaklık sakın görünüyordu. Büyük bir çınar ağacının altında oturan birkaç kişi sohbet ediyordu. Okulu ve sağlık ocağiyla besbelli ki ihtiyaçlarına çözüm aramış. Tabii işleyişini bilemem. Genelde eleman sıkıntısi çekilir hep.

Bu gezide dikkatimizi çeken birşey ise buradaki köylerin adları değişmişti. Yöre insanı eski isimleriyle biliyordu, bizim haritada ise yeni adları vardı. Zaman zaman bunun sıkıntısını çektik. Biz de haritamızda yanlarına eski isimlerini de not ettik, sorarken daha kolay oluyordu. 

Yolumuza böğürtlenlerin yanından (toplayarak tabii) devam ederek 3 km sonra Semetler’e geldik. Tüm bu coğrafya çok keyifli, sakın bir hayat sürüyordu. Köyün içinden geçerken Firuzan’in bisikletleriyle uğraşan 2 çocuğun yanında durduğunu – konuştuğunu gördüm. Ben de yanlarında durdum ve tekinin lastiğinin havasının eksikliğinden dolayı binemediğini öğrendik. Hemen ilk yardım ekibi olarak pompamızı çıkartık bebelerin 4 tekerini de şişirtip onlardan bir gösteri sürüsü istedik. 2 afacan Özgür ve Emre (sıra arkadaşı) bize poz verdiler bu sırada. Bu emeğimize karşılık anneleri de bir torba elma verdiyse de daha önce bahçeden bir hayli elmayı topladığımızdan sadece 2 tanesini alıp vedalaşarak yolumuza koyulduk.
Aldığımız bilgiler doğrultusunda yolumuza devam ediyorduk. Önümüzde Valideköprü vardı. Bu eski köprü ağır araçlara kapatılmıştı, çökmemesi için. Yanına yapılmış olan yeni köprü geçenlerde üzerinden 50 tonluk bir TIR’ın geçmesinden sonra yıkılmış. Yeni yolu biraz ötesinden yapmışlar. Bu nedenle de kavşakdaki petrol istasyonu artık müşterisi olmadığından pompaları boş ama yöredeki insanların alışkanlıkları gereği buluşma noktası olarak devam ediyordu.
Çevresinde kurulan mezraya adını veren Valideköprü, ilçenin Osmanlı Dönemi'ne ait en önemli eserlerinden biri olarak kabul edilir. Karamürsel'den güneye doğru; Karaahmetli, Hayriye, Yalakdere köylerinden geçen ve İznik'e giden yolun üzerindedir. 17. yy.'da kimin tarafından yaptırıldığı kesin olarak bilinmemekle beraber; Kösem Sultan, Turhan Sultan veya Emetullah Sultan'dan birinin yaptırdığı rivayet edilmektedir. Köprü; üç gözlü, sivri kemerlidir ve iki yanı korkuluklarla çevrilidir. Klasik Türk mimarisi tarzında, kesme taşlarla yapılmıştır. Boyu 64 m, döşeme eni ise 450 m’dir.
Biz de burada, bu benzincide mola verdik. Açıkmıştık, birşey yiyelim istedik. Önce çaylar geldi, beraberinde ciddi bir yol tarifi alındı. Sonrasında Firuzan bakkal Saim Bey ile kurduğu yakın işbirliği sonucu bize domates, biber, peynir, açma ve sodadan muteşekkil bir öğle yemeği hazırladı. Tamamı 340 kuruşa. Afiyetle ve büyük bir iştahla miğdemize iniverdiler. Hani nerdeyse parasını bile almayacakdı Saim Bey’de ısrarla ödeme yapabildi Firuzan. Misafirperverlikleri bu yöre insanının gerçekten takdire şayan bir davranış. Bu arada para üstü olarak alınan Falım sakızından çok ilginç de bir tekerleme çıktı:
Onu bulmuşsun ele verme
Onsuz bahçelerden gül derme
Sen onun can parçasısın
Ufak hatalarını görme

Bitiremediğimiz bir iki şeyi de paket edip vedalaşarak tekrar tok karnımızla yola koyulduk (13:50 / 30,8.km). Köy çıkışında bisikletle dolaşan, sonra adının Onur olduğunu öğrendiğimiz yarının bisikletçisi ve daha sonra aramıza katılan Muhammet ile kurduğumuz dostluk sonucu yolun bir kısmına kadar bize refakat etmeleri ve yol boyunca anlattıklarıyla eğlene eğlene baraj gölüne kadar çıktık.
Yol boyunca neler konuştuklarını Firuzan’dan dinleyelim:
“Onur’un bir de Oğuzhan diye bir küçük kardeşi varmış. 30 kadar koyun ve koçu tek başına otlatmayı tercih ediyormuş Onur. Çünkü küçük kardeşi şımarmaya başlıyormuş beraber otlatmaya gittiklerinde. Bir kere yapmış bunu, sonra da vazgeçmiş. Onur’un gözlerinin içi gülüyor konuşurken. Halen bir çocuk saflığında anlatıyor hikayelerini. Çekingen değil, ama şımarık hiç değil. Koyunlardan ikisi daha geçenlerde yavrulamış. Bir tanesi ikiz, bir tanesi de tek bir kuzu vermiş. Kuzulardan ikisi Karagöz imiş. Öğrendim ki, koyunların ikiz kuzulaması doğalmış. Hatta üçüz doğurdukları da olurmuş. Bugün otlamaya yeni kuzular ve anneleri katılmayacaklar dedi Onur. Daha anneleri ile ağılda kalmaları iyi olurmuş. Devamlı saati soruyordu. Çünkü 3’te koyunları ağıldan çıkartması gerekiyordu. Dönüş yolunu da hesaba katıp ne zaman bizden ayrılması gerektiğini hesaplıyordu. Görevini benimsemiş ve sorumluluk sahibi olması hoşuma gitti. Anne ve babası onu önemsemiş ve tüm sürüyü ona emanet etmişlerdi. Bu işi aslında tek başına yapmıyordu. Köpekleri de vardı. Ama son bir gündür ortalıkta görünmüyordu. Kendisi isteyince geri dönermiş. Sevindim... “

Muhammet İmam Hatip’te okuyordu, Onur ise 8. sınıftaydı. Onlarla olmasaydık Çamdibi yolunu kaçıracaktık. Çünkü asfalt yol düz devam ediyordu (Kızderbent’e gidiyormuş), halbuki bizim levhanın da olmadığı sola sapmamız gerekirdi (İlsan İnşaat tabelası). Sola saparak domates tarlalarının arasından, yüklenmekte olan kasaların yanından geçerek ileride kocaman DSİ yazan baraja doğru çıkmaya başladık. Yanına vardığımızda kıyısında balık avlayanlara, piknik yapanları gördük. Çevredeki ağaçlar yeşilin tonlarıyla etrafı süslemişlerdi. Arkadaşlarımız bize biraz daha eşlik edip yolun artık dikleştiği bölümde veda ederek bizi kaderimizle baş başa bıraktılar. Onlar geriye döndü. Biz de 377 m’ye tırmanacaktık.
Genç arkadaşlarımızdan ayrılıp yokuşu ağır ağır çıkarken sağda solda yığılmış odunlardan anlaşılan köylüler kış hazırlıklarını tamamlamakla meşgullerdi. Bu şekilde çıka çıka önümüze Çamdibi çıktı (15:15 / 40.km). Burası çok güzeldi, daha bakir görünüyordu, daha yerel bir mimarı göze çarpıyordu. Anlaşılan İstanbullu’lar (onların tabiriyle) buraya fazla itibar etmemişlerdi ki etraf halen eski görünümünü koruyordu. Meydana varıp kahveye yerleşirken ilk iş olarak kendimizi tanıtıp sohbete giriştik. Tabii her zamanki gibi bisikletle mi geldiniz sorusu, ardından çaylar, yol tarifleri, yöre bilgileri derken koyu bir sohbete geçildi. Bu kadar uzakta bile tanıdık isimler çıkıyordu. Bir zamanlar burada köpeğiyle dolaşmış olan Adrian isimli gazeteci Firuzan’in tanıdığı çıktı. Yeni dostlarımızın askerlik anılarında Istanbul’da geçirdikleri zamanı dinledik. Askerliğin böyle bir güzel yanı var. Başka diyarlara gider değişik şeyler yaşarsın, sonra da bitmez tükenmez askerlik hikayeleri olarak ortaya çıkar. Benim de Isparta hikayelerim vardır. Derken zamanımız kalkma gereğini hatırlatınca tekrar görüşmek dilekleriyle vedalaşıp yola koyulduk.

Bu civarda domuz varmış ve o nedenle de avcılar dolaşıyordu etrafta. Kocaman kamyonetleriyle (hani çıktı ya son zamanlarda, çift kabinli kamyonetler) dolanıyorlardı yol boyunca.

Köyün çıkışında bizi görünce hareketlenen çocukların yanına vardığımızda gördük ki kendi yaptıkları ve adını “kaymak arabası” dedikleri oyuncak araçlarıyla eğleniyorlardı. Hemen bizim için bir gösteri sürüşü organize ettiler. Araçlar sanki “Taşdevri” filmi setinden gelmiş gibiydiler. Herşey tahtadan idi. Tekerler, direksiyon, oturak vs aynı malzemeden çıkmıştı. Bir tasarım harikasıydı. İlkel ama işlevsel.

Şimdi yolumuz daha da dikleşiyordu. Bir çiftlik yakınından geçeceksiniz diye bilgi almıştık. Bunlar tabii iyi ipuçları oluyor gezilerde. Molalarda hep yol sorduk, tarif aldık. Önümüzde Fulacık vardı, buranın en yüksek yerleşimi: 627 m rakımda. Ama inanın hiç zorlanmadan bu yolu da çıktık. Yol çok rahat gidilecek bir vaziyetteydi. Efsafı zaten bisikletlere çok uygun. Zaman zaman tepeciklerden geçen, biraz inip çok çıkılan bu yoldan Fulacık’a geldiğimizde (16:30 / 45,5.km) dedikleri gibi haneleri olan ama nüfusunun çok az olduğu bu köyde herşey sessizliğin içinde kaybolmuştu. Kahvenin önünde oturan 3-4 kişi bize bakmadılar bile. Sanki buradan bisikletli geçişi olağan birşeymiş gibisinden. Biz de ses çıkarmadan içinden geçip daha da yükselerek Tahtalı’ya doğru pedallayarak bu bölgenin zirve noktasına geldik.
Tepe noktasındaki yol ayırımından sağdan devam edecek olursanız yol sizi İznik’e götürüyordu. Zaten göl görünmüştü bile. Soldan ise Tahtalı’ya devam ediliyordu. Burası çok keyifli geldi duygularımıza. Sanki zirvede gibi. Serinlemişti hava da. Kimsecik yoktu etrafta. Rüzgarın sesi karşısında biz de sessiz konuşuyorduk. Biraz resim çektik. Çeşmeden suyumuzu tazeledik ve Tahtalı’ya doğru sürmeye devam ettik.
Hafif bir inişle sonrasında biraz daha devam ederek Tahtalı köye vardık. Buranın en küçük yerleşimiydi. Yol kenarında kahve miydi değil miydi belli olmayan bir orman masası etrafında toplaşmış 5-6 kişiden yol tarifi almak için durmuştuk. Kadriye üzerinden inişe geçelim istedik ama yol toprak olduğundan tavsiye etmediler. En iyisi az geride kalan asfalt inişten Avcıköy’e gitmemiz önerildi. Ama öncesinde çaya buyur ettiler. Tek tek tanışıp el sıkışıp biraz bilgi aldık çevreyle ilgili. Ancak 2. bardağa kalmak istemedik çünkü zaman geçmeye başlamıştı ve dönüş yolunu fazla karanlığa bırakmak istemiyorduk (ama gene de yetişemeyip son 10-12 km’sını farlarımızla aydınlatarak tamamladık). Aslında vaktimiz bol olsaydı da çocukların yerlerden toplayıp yedikleri kuzu kestanelerini biz de tadabilseydik. Veda etmemiz gerekiyordu.
Hemen vedalaşarak (17:45 / 52.km) geriye dönüp sapaktan kendimizi bayir aşağı koyuverdik. 600 küsur metreden deniz seviyesine iniyorduk. Yeşilliklerin arasından kıvrıla kıvrıla iniyordu yol. Kimsecik yoktu. Tekerlerimizin asfaltta çıkardığı ses dışında hiçbir gürültü yoktu. Arı kovanlarına rastlıyorduk yer yer. Şeftali ağaçları yüklerini boşaltmışlar yapraklarını dökmeyi bekliyorlardı. Bazı yerlerde Kocaeli Belediyesinin yürüyüş yollarının yön levhaları vardı. Anlaşılan Kocaeli bu konulara önem gösteriyor ve bu bölgede doğa yürüyüşleri yapılıyordu. Bu güzellik içinde ok gibi iniyorduk. Etrafı biraz daha yaşayabilmek için frenlerimizle hızımızı azaltmaya çalışıyorduk ama sürekli sıkılınca da fazla aşınmasınlar diye bıraktığımızda da hemencecik hızlanıyordu velespitler. Gün batımı başlamıştı. Heryer kızıl ışınlarla kaplandı. Fotograf çekmek için en iyi zaman. Sıcacık ve yatık bir ışık.

Yolun sonunda Avcıköy bizi bekliyordu. Hava da artık hafiften daha karanlık olmaya başlamıştı. Buradan da yolumuzu doğrulayıp önce Yalakdere sonra da Valideköprü’ye geldiğimizde ne tesadüftür ki yol kavşağında tekrar bir tarif soralım diye durduğumuzda önümüze Onur’la Muhammet çıkmasın mı! Yanlarında da kardeşleri, hepsi bisikletleriyle sanki bizim gelmemizi bekliyorlardı. Biz de sevindik onlar da. Hemen bize yol üstündeki koyunları kuzuları göstermek istediler. Biz ve onlar 6 bisikletli boy boy dizilip süzüldük yollarda ve koyunların ağıllarına doğru sürdük bisikletlerimizi. Bazen ikili üçlü sıralar halinde, bazen de peş peşe.
Artık onları daha fazla evlerinden uzaklaştırmayalım istedik ve vedalaştık. Fazla kararmadan yol almak istediğimizden biraz daha kuvvetli basmaya başlamıştık pedallara. Daha ışıklara gerek duymuyorduk ama hazırlığımız tamamdı. Nitekim gün ışığı daha da azaldığında ön ve arka ışıklarımızı yaktığımızda ben öne geçtim ve kuvvetli farımla aydınlatarak Ayazma içinden geçerek Altınova’ya, yani sahile inmiş olduk. Buradan sola Yalova’ya doğru dönüp otoyolun sağındaki güvenlik şeridinden karşımızdan esen rüzgara karşı Topçular’a doğru hızlı bir şekilde sürdük. Artık bu gezinin bitmesini istiyorduk. Hani o güzelim yerlerden sonra karanlıkta otoyolda olmak pek de keyif vermiyordu. 8 arabalısına rahat rahat yetiştik. Bisikletleri bağlayıp güvertede yerimizi alıp yanımızdaki son sandviçi paylaşarak kalan domates ve biberlerle yemeğe koyulduk. Ancak yetmeyip bir de tost ve 2’şer çayla enerjimizi alıp acaba Nişanın Taşına dönmesek de Bayramın Oğlunda mı kalsak diye düşünürken Eskinin Hisarına gelmiş olduk. Kararımızı oğuldan yana vermiştik ve yolun kısalmasının sevinciyle Gebze’ye çıktık. İçinden geçip eve doğru giderken karanlıkta bizi merak eden bir minibüsün eskortuyla rahatça önümüzün de aydınlatılıp ilerlememiz sağlandı. Kinaye yapıyorum bakmayın bu yazdıklarıma. Heriflerin canları sıkılmış herhalde köşe başında bekliyorlar ondan sonra turist mi sandılar nedir kadın da görünce haydi peşlerinden. Ben önce fark etmedim ama Firuzan’in uyarmasıyla dikkatlice takip edince baktım ki biz nereye onlar oraya. Bir ara yanımızdan geçip “birader böyle dolaşılır mı?” sorusu üzerine “nedenmiş” diye cevap verdiğimde fikirlerini mi değiştirdiler, yoksa Firuzan’ın durup çantasını karıştırken telefon mu edeceğimizi sandılar-bilinmez ama eskortluktan vaz geçip bizi bırakıp çektiler gittiler. Plakasını almıştık beyaz minibüsün (34 J 3042), arayacaktık 155’i. Anlaşılan yanımızda böyle durumlar için biber gazı veya elektrikli şok aleti de taşımak gerekecek. Aslında üşenmeyip bu meseleyi de şikayet edeceksin ki akılları başlarına gelsin deyyusların. Eve vardığımızda 97,8 km yolu 7 buçuk saatte yapmış ve 2.070 kalori ve 152 gr yağ harcamıştım. Ortalama hızımızsa 13 km idi. Yalova'nın daha pek çok geziye mekanlık edeceğine eminim. Çünkü gez gez bitmeyecek bir yer.
Yol: N.taşı > Kr.köy > H.paşa > Gebze (tren) > Eskihisar > Topçular (gemi) > Tavşanlı (14,7 km) > Ahmediye > Fevziye > Semetler > Valdeköprü (30,8 km) > Çamdibi (40 km) > Fulacık (45,5 km) > Tahtalı (52 km) > Avcıköy > Yalakdere > Valdeköprü > Ayazma > Altınova > Topçular > Gebze (gemi) > Bayramoğlu (97,8 km)


Not: Fotolar müşterek.

(*) Ülkemizde "pastırma yazı", ABD'de "Kızıldereli yazı", Avrupa'da "Saint Martin yazı" olarak tanımlanan, kasım ayının bazı günlerindeki sıcaklığın nedeni, bu dönemde güneş ile dünya arasındaki asteroit bulutunun en uzak noktada bulunması. Böyle olunca, asteroit bulutu güneş ışınlarını daha az kapatıyor (http://www.focusdergisi.com.tr/soru_cevap/00159).

Bu bölgeye yapılmış diğer turlar: Yal-Ova, Yal-Ova2