9 Ekim 2010, Cumartesi / Marmaris - Sultaniye
4 Ekim’de başlayan GPA4’ün son günündeyiz. Muğla’dan yola çıkıp Ula-Akyaka-Ören-Bodrum-Datça üzerinden dün Marmaris’e geldik. 5 gün boyunca 170 bisiklet gönüllüsü ile birlikte olmak müthiş bir duygu. Anlatılamaz, yaşanmalı. Ama gene de okumak isterseniz: GPA4
Son gece Mar Soleil Oteli’nde kalındı. Emre ve Bahan’la aynı odayı paylaştık. Yolun kalan bölümünü (Marmaris-Akyaka) GPA ile pedallayıp orta bir yerde Köyceğiz’e doğru ayrılacağız. Fethiye’ye kadar yolumuz var.
Sabah gene 7’de uyanıldı. Herkes çantalarını topladıktan sonra kahvaltıya indik. Kimileri Marmaris’ten dün gece ayrılmıştı bile. O nedenle yiyecekler fazlasıyla duruyordu sofralarda. Kahvaltı sonrası eşyalar da kamyonetlere yerleştirildikten sonra vedalaşma faslına geçildi. Kimileri kalıyor, kimileri devam ediyordu. Yeni tanışmış olanlar, eski dostlar herkes birbiriyle kucaklaşıyor ve seneye tekrar görüşme temennisinde bulunuyordu.
Sonunda yola çıkıldı. Polis eşliğinde, trafiğin de kapatılmasıyla, bizler güvenli bir şekilde Marmaris’in içinden geçip rampaları tırmanmaya başladık. 268 m’yi aşıp 21 m’ye indik. Sonra 172 m’ye çıkıldı gene. Bir türlü bitirilmeyen duble yol inşaatını geçtik. Bu da ayrı bir konu, 6 yıldır 25 km yol bitirilemiyor. Herhalde iktidar Marmaris’i cezalandırıyordu. Yoksa bunun başka bir açıklaması olabilir miydi?
Neticede Akçapınar’a gelindi ve burada verilen molada kimileri ayran, kimileri gözleme yiyerek iştahlarını dindirdiler. Bizler de kilosu 2 liradan aldığımız narları indirdik mideye. Çantalarımızı da zaten kamyonetin ayrı bir yerine koymuştuk, ayrılırken kolay alabilelim diye. Onları da bagajlara takıp GPA grubuyla vedalaşarak okaliptüs ağaçlarının altından pedal basarak Köyceğiz yönüne doğru döndük. Saatler 13’ü gösteriyordu.
5 kişiydik, Emre ve Bahan dışında Sakaryalı Yavuz da bize katılmıştı. Onun yolu uzundu, İskenderun’a kadar gitmek istiyordu.
Hava güzel. Peş peşe, yan yana konuşarak, etrafı seyrederek indik çıktık tepeleri. 100 m yükseklikte 14 km kadar sürüp inişe geçtik.
Güzergahımız üzerinde pideciler sıralanmış, sağlı sollu. Güvenlik şeridi yeterli genişlikteydi, yol soğuk asfalt dedikleri cinsten. Yani ziftin üzerine serpilmiş mıcırın, silindirle ezilmesi sonucu oluşan yollardan. Bisiklet için pek sevimsiz, kaba bir asfalt.
Yanımızdan araçlar hızla geçiyordu. Sanki peşlerinden kovalayan varmış gibi. Delirmiş olmalı bunlar. Kapsülün içinde seyahat. Bizse her pedalımızla 2 m yol alarak, havayı soluyarak ilerliyorduk.
Bu şekilde Kaunos-Sultaniye ayrımına geldik. Buraya kadar 1 saat 45 dakika sürmüştü yolumuz. Sağdan devam ettik. Kaplıcalara 24 km kalmış. Düz Köyceğiz’e gidiyordu.
Artık ne trafik vardı, ne de gürültü. Çam ağaçlarının arasından seyreden bu yol hafifçe inerek daha sonra Döğüşbelen’e ulaştı. Burada bir çay molası ve karın doyurmak için durduk. Kahve caminin yanındaydı. Hemen masaya gazete örtüsü serildi ve yanımızdaki kumanyaya bir de ekmek ve simit ekleyerek başladık tıkınmaya. Çayları, hele de kekik ve çoban çayını bardak bardak tükettik. Bir yandan köylülerle sohbet de ediyorduk. Her biri bir cins. Kimi aksi, kimi sevimli, kimi domuz düşmanı, ama hepsi de keyifliydi. Çaycımız da ayrı bir neşe.
Bu arada şöyle kafamızı bir kaldırdık ki, altında oturduğumuz ağacın meyveleri limon gibi yeşil, ama daha melonvariydi. Firuzan’ın dikkatini çekmişti. Meğerse avokado ağacıymış tepemizdeki. Meyveleri de boldu, sarkıyordu. Ama daha serttiler. Biz gene de birkaç tane aldık yanımıza. Gazete kağıdında bekletirsen kısa zamanda yumuşuyor. Gerçi oldukça yağlı bir meyve, ama ezilip baharatla karıştırılırsa ekmeğe sürmek lezzetli oluyor. Kahvedekiler de bolca tüketiyorlarmış.
Döğüşbelen’den ayrılmadan önce yol tarifini tekrar aldık. Zaferler köyünün dışından geçecektik, ama istersek Hamitköy’e girebilirdik, güzergahımıza çok yakınmış. Neyse saat 4’ü az geçe çıktık yola ve bahçeler arasından - sağımızda limonlar, portakallar, solumuzda nar bahçeleri - geçerek sürdürdük gezinmeyi. Etraf ancak bu kadar güzel olabilir. Arada geçen bir minibüs veya bisikletli köylüler. Onun dışında kimsecikler görünmüyordu. Hamitköy’ü es geçtik.
Bir tezgah, yolun solunda. Portakallar, narlar, karpuzlar, dikenli incirler... Durduk. Meyve suyu büfesi, Köyceğiz usulü. Pazarlık sonrası bardağı 1 liradan portakal suyu içerek hararetimizi bastırdık. Ömer Bey’le sohbet ve hatıra resimleri çekip Sultaniye yoluna devam. Gene çam ağaçlarının içinden giden ve tırmanan yoldan bir hayli yükseldik. 16 m’den 156 m’ye çıktıktan sonra solda göl de göründü. Koyumavi rengiyle yeşillerin içinde sakin sakin duruyordu. Biraz büyüsüne kapılıp seyrettik. İhtişamlıydı.
Yol artık kıvrıla kıvrıla inişe geçmişti. Soldaki sapaktan Sultaniye Kaplıcaları’na girildi.
Sultaniye Kaplıcaları’nda havuzlarda turistler şifalı suyun keyfini çıkartıyorlardı. Kimileri çamura bulanmış, gel keyfim gel. Buraya Köyceğiz ve Dalyan’dan günübirlik turlar düzenleniyor. Ama uzun süreli kalanlar da var. Sularının romatizma, böbrek ve idrar yolları rahatsızlıkları, ruhsal yorgunluk, cilt ve kadın hastalıklarına iyi geldiği söylenmekte.
Kaplıcanın sorumlusu Mehmet Abi Bey’i bulup çadır kurabilme imkanını sorduk. İleride, karavanın devamında olabilirdi. Ama dikkat, eğik ağacın altını kullanmayın!
Kamp yerimiz çok güzel. Göl kenarı, biraz taşlıktı ama. Bahan çalılardan yaptığı süpürgeyle ortalığı iyicene temizledi. Ardından bitişik nizam çadırlarımızı kurduk, yer darlığından. Bu sırada, karavanda neredeyse tüm yıl yasayan Ali Bey geldi ve bize pratik bilgiler verdi: "Akşam yemeği için pideci, çay için girişteki ocak ."
Biraz çevreyi dolaşıp keşif yaptım. Üst sıralarda ahşap evler vardı kiraya verilen. Galiba 60 liraymış günlüğü. 4 kişi rahatlıkla kalabilirdi.
Akşam yemeğine pide ısmarladık. Peynirli 3, kıymalı 4 liraydı. Çaylar ise 75 krş. Burasını belediye işletiyormuş, o nedenle fiyatlar fiksti.
Yemek sırasında Döğüşbelen’den alınan çoban çayını hazırlamak için sıcak su istediğimizde, Muğla’da oturan ve buraya banyolara gelen Ayten Altınel Teyze aramıza katıldı. İleri yaşına rağmen zekası ve esprisiyle dikkat çekiciydi. Hiç bir ayrıntıyı kaçırmıyor, güzel lehçesiyle de neşe katıyordu. “Yiyin gari, yiyin” diyordu, bize taze krik kraklar ikram ederek. Ali Bey de birasıyla aramıza katılınca saat 9’a kadar sürdü gecemiz. Genelde bu saatte yatmış oluyorduk. Ama sohbet keyifliydi.
Emre ve biz çadırlara döndük. Sonunda uyku ağır bastırdı. Yavuz ile Bahan kaldılar.
Uykuya dalmak zor olmadı. Gölün çırpıntısı ninni gibi geliyor kulağa. Saat kaçtı tam hatırlamıyorum, herhalde 3 gibi dışarıdan bir ses duyuldu: “Sana söylüyorum...” Firuzan da, ben de uyandık. Biri mi dolaşıyordu, kimdi bu konuşan, ne oluyordu?!!! Sus dedim Firuzan’a ve dışarısını dinlemeye başladık. Konuşmalar devam ediyordu. Birisi bir şeyler anlatıyordu yüksek sesle. Ama daha dikkatli kulak verdiğimizde anlaşıldı ki, Bahan uykusunda bazı replikleri tekrar ediyordu. İçimiz rahatladı böylecene. Yoksa başta ciddi bir durum var sanmıştım.
Tekrardan iyi uykular arkadaşlar.
Marmaris - Sultaniye
Uzaklık: 76,69 km
Süre: 4 h 58’
Ortalama hız: 15,4 km/h
Rakım: 3 – 269 m
Hava sıcaklığı: 17 – 31 °C
10 Ekim 2010, Pazar / Sultaniye - Sarıgerme
Gece gölün çırpıntısı ve horlamaların hırıltısı içinde geçmişti. Ama her şey çok güzeldi. Sabah 7’ye doğru uyandık. Çadırdan çıktığımda güneş daha doğmamış, dağların arkasından hazırlanmaktaydı. Hemen kameramı alıp beklemeye başladım. İlk ışıklarla bazı kareler çektim. Hafif kızıllık çevreyi çok güzel boyadı. Uzaklarda dağlar, halen karanlıkta. Mor lacivert renkleriyle derinlik veriyor çevreye. Sazlar, kayalar... Her şey bir tablo gibi önümde.
Yavaş yavaş fermuarlarının sesi gelmeye başladı. Çadırdan dışarıya uzanan kafalar, uykulu gülümseyen yüzler... Etraf çok keyifli. Herkesin neşesi yerinde. Kahvaltıyı Dalyan’a sakladık. O nedenle toparlandık. İhtiyaçlar da giderilince 9’a doğru Sultaniye’den, bu güzel yerden ayrıldık.
Yol gene çam ağaçlarının içinden giderek tırmanmayı sürdürdü. Sağda, solda arı kovanları diziliydi. Kimileri kırık dökük. Sonra 1 km kadar indik – çıktık – indik... Bu şekilde göl seviyesine gelmiş olduk. Kenardaki böğürtlenler daha olgunlaşmamış. Geçen sene daha geç gelmiştik buralara, kasım gibi. Bolca yemiştik.
Tepe noktasında gölün görünüşü bir hayli büyüleyici. Parıl parıl bir su. Kıpırdamadan öyle altınızda sizi bekliyor.
Dalyanın dar yerinde iskele var. Buradan karşıya kayıkla geçilecekti. Başka da yolu yoktu Dalyan’a ulaşmanın. Bakalım kayıkçılar ne isteyecek? Geçen sene ikimiz için 10 lira vermiştik.
Sonunda Horozlar’a (iskele) vardık. Kaptana selam verip biraz samimiyet kurduktan sonra “Kaça geçireceksin bizi?” dedim. “Kaç kişiniz?” “İşte gördüğün kadar” Şöyle biraz düşünüp: “20 olsun”. “Yapma Abi, biz bisikletçiyiz, öyle paramız yok, şunu 10 yapsak”. Igg-mıgg, sonunda ortasında buluşup 15’e geçtik. Şimdi 5 velespiti tekneye yerleştirme işi vardı. Aynen 4 filin bir vosvosa yerleştirilmesi gibi: 2 öne, 2 arkaya :)) Biz de, resimde ve filmde gördüğünüz gibi işi hallettikten sonra, zaten 3 dakika sürmeyen geçişimizi de tamamlayıp karşı kıyıya vasıl olduk. Bu sırada diğer tekneler de, otobüs dolusu gelen turistleri alıp gezdirmeye hazırlanıyordu. Hareketliydi ortalık. Ne de olsa sezon.
Nar bahçelerinin arasından Dalyan’a girip turistik olmayan bir kıraathane aradık. Yerlilerin takıldığı bir yer bulup gazete kağıdına soframızı açtık. Ama önceden herkes bankamatiklere uğrayıp para almak istediyse de, elektriklerin kesintisi yüzünden işlem gerçekleşemedi. Sultaniye’de de kesikti, burada da. Tamirat varmış. Turistik bir yer için ölüm sayılırdı bu durum. Neyse İşbank jeneratör kullanıyordu da biz çekebildik. Datça yolundaki molalar sırasında esen kuvvetli rüzgar beni hasta etmişti. Boğazım ve göğsüm doluydu. Eczaneden pastil ve burun spreyi aldım. Geceleri uyumamı kolaylaştırması için.
Çaylar, kekik ve ada seklinde bolca içildi. Karınlar doydu. Yolumuz çok uzun olmadığından rahattık, oyalandık. Ama saat de 12’ye geliyordu. Hadi gari dedik ve önce biraz Dalyan içinde tur atıp, uzaktan kaya mezarlarına baktık. Buradan da gezi motorları kalkıyor. Karşıya da geçmek mümkün ancak boğaz daha geniş, daha uzun sürüyor. Bir de kayıkla geçiliyor, kürek çeken kadınlar var.
Sarıgerme yolunu tuttuk. Ama öncesinde Dalyan’dan yaklaşık 3 km sonraki Gölbaşı Restaurant’ta durduk. Recep’e merhaba demek istedim. Eski arkadaşım, neredeyse 40 yıllık. Onun işlettiği bu restoran, buranın en keyifli mekanlarından. Gelmesini beklerken büyük oğlu bize nar suyu ikram etti. Yanda akan çay üzerinde ördekler, kazlar yüzüyordu. Su üzerinde pedallı botlarla gezilebiliniyor. Su bisikletleri anlayacağınız. Recep’in de gelmesiyle eskiler yâd edildi. Kardeşi Aytekin Türkmenistan’daydı bir yıldır. Geçen sene onlarda kalmıştık. Ne eğlenmiştik ama.
Ehh saat de 13’ü geçmişti. Artık kalkma zamanı geldiğinden vedalaşıp tekrar yola koyulup, önce Gökbel, sonra Mergenli’den geçip, 135 m’ye tırmanarak orman içinden ilerledik. Yollarda kesilmiş ağaçlar halen duruyordu. Ormancılar çalışıyordu. Çam kokusu her şekliyle burnumuza kuvvetlice geliyordu. Çok güzel bir coğrafya. Sanki bisiklet için şekillenmiş. Derken çıkışın inişi geldi ve 5 m’ye kadar alçaldık.
Aşı Koyu sapağına girmedik. Düz devam. Sağdan sapmamız gereken yol ayırımında artık narlara daha fazla bakamadık ve göz hakkımızı almak üzere durduk. Sadece nar değil, etraf limon ve portakal ağaçlarıyla doluydu.
Yere düşenleri topladık, en olgunları. Narlar nefis, portakallar tatlanmıştı bile. Üstelik de hayırsever biri kenara bir musluk da takmış. Ellerimizi de yıkadık sonrasında. Kanalda dev bir yengeç dolanıyordu. Su kaplumbağası ona aldırış etmeden yüzüyor. Herkes bir şeylerle meşguldü.
Yola devam ederken nar yükleyen bir kamyondan aldığımız davet üzerine her birimize birer nar hediye edilerek uğurlandık. Bu şekilde köy yollarından, köy içlerinden geçip Ortaca’dan gelen ana yola ulaştık. Burası üçyol ağzı. Bir taraf Dalyan’a, diğeri Sarıgerme’ye gidiyor. Biz sağdan Sarıgerme’ye devam edip 7 km’lik dümdüz bir yol sonucu, aldığımız tarife göre soldan belediyenin tesisine gidecektik. Ama öncesinde sağdaki yerleşime de bir göz attık. Pek çadırlık değildi orası.
Sarıgerme’de yerleşim dağ tepe dememiş, her yere ev yapılmış. Öyle yükseklikler vardı ki, buralara nasıl ulaşılır diye düşünmeden edemedim. Hele bisikletliysen öldün.
Belediyenin yeri çadırcılarla dolmuştu. Hani kalıcı, yıllık çadır cinsinden. Hatta iş çadırı aşmış, artık eve dönüşmüş durumları. Önlerinde saksılar, koltuklar, kanepeler , horozlar, tavuklar vs. Hatta çitle çeviren de vardı arazisini. Neredeyse tapusunu isteyecek.
Yerleşmeden önce, ki daha saat erkendi, yemek yiyelim diye lokantasına girdik. “Ne var ne yok?” Izgara köfte dışında pek bir seçenek yoktu. Çoban salata, menemen fikri atıldı ortaya Firuzan tarafından. Ama aşçı cenazedeydi. Bu durumda iş başa düşüyordu fakat yumurta kalmamıştı. Yumurtasız de menemen olamayacağına göre salataya kaldık. Emre ve Bahan köfteye talip oldular. Bu arada nereden çıktı birden kızartma lafı, onların ifadesiyle “yoğurtlama” ile her şey değişiverdi. Büyük bir çoban hazırlandı. İki tabak, birisi maydanozsuz - Yavuz yemiyordu - diğeri biberli. Ardından kocaman kayık tabağında kızarmış patates, patlıcan, biber ve üzerinde sarmısaklı yoğurt ve kızdırılmış yağ. Anlarsınız, bomba durumları. 5 kişi bir daldık mı tabağa, amaniiim. Sildik süpürdük resmen. Arkasından da kahve. Sonra büyük birer bardak sıcak suya da yanımızdaki kakaoyu hazırlayıp... Herkes mutlu bir şekilde doydu. 40 lira çok muydu bunlara bilemiyorum ama bütün gece bizi tok tuttu.
Sıra çadırlara yer bulmaya gelmişti. Bir fikir atıldı ortaya: kıyıda tulumda yatalım. Değerlendirme sonucu gene çadırda kalınmaya karar verildi. Hani sivri durumları vs.
Çimlerin üzerine herkes çadırını kurup serildi. Ben de, biraz üşütmenin verdiği yorgunluktan, içeride dinleniyordum. Birinin geldiğini ve “Kimden izin aldınız burası için?” diye sorduğunu duydum. Bahan ve Emre izahat ediyorlardı: İşte lokantada sorduk, burası dediler... falan filan. Çadır başı 10 lira istiyordu amcam. Kimdi bu adam? Nereden gelmişti? Şimdi bir de para mı ödeyeceğiz?! Çıkıp duruma müdahale etmem gerekir diye, yavaşça tebarüz ettim ortama. Adam beni görünce sanki müdürünü görmüş gibi oldu. Esas duruşa geçti. O adam gitti başkası geldi. Kararlı bir şekilde kendisiyle konuşup durumu açıkladım (Ne yapayım? Ben de oynamak zorundayım). Bana, belediyeden falanca beyle görüşmelisiniz o zaman dedi. Görüşelim! Falanca bey arandı ve onunla da ciddi bir konuşma yaptım. Olumlu yanıt alınıp durum halloldu. Sonra düşündüm de, acaba falanca beyle amcam ortaktılar da, biz mi dalgaya düştük? Ayak üstü 40 kağıt kapacaklardı. Neyse amcam oldukça da sarhoştu. Biraz empati gerekti. Bize çay yapabileceğimiz yeri gösterdi ve sonradan anlaşıldı ki, lokantadaki aşçıymış. Herhalde cenaze falan durumları adamı ters yüz etmiş, üzüntüsünü bastırmak için alkole sarılmıştı. Sonra da belki yolumu bulurum durumları.
Gece soğuktu, hatta sabaha karşı çiseledi de. Hemen çıkıp çamaşırları topladık, çantaları korumaya aldık. İyi ki kumda yatmamışız!
Sultaniye - Sarıgerme
Uzaklık: 36,27 km
Süre: 2 h 52’
Ortalama hız: 12,6 km/h
Rakım: 0 – 142 m
Hava sıcaklığı: 15 – 38 °C
11 Ekim 2010, Pazartesi / Sarıgerme - İnlice
Erken yatmıştık, 8:30 gibi tulumlardaydık. O nedenle de erkenden uykunu almış olarak uyanıyorsun. Zaten komşunun horozu da zamanından önce ötüp durdu. Biraz daha sağa sola dönüp oyalandıktan sonra, 7 olmadan kalktım. İlk işim WC ziyareti oldu. Bu gezilerin en şaşırtıcı yanı WC’lerin durumları. Bir kere nedense hep kirliler. Temizlenmiş de olsa, yerler ıslak. Bir de hortum durumları gözükmeye başladı buralarda. Taharet musluğundan çıkan bir hortum yerlerde. Ne ediyorlar çıkartamadım. Herhalde orasına-burasına su tutmuyordur. Her neyse, bir bildikleri vardır.
İki WC de yan yana, kadın ve erkek. Genelde kadınların ki daha temiz oluyor. Ben de orada tıraş oluyorum. Derken WC’yi kullanmak için gelen bir kadın beni tıraşta görünce geri döndü. Bir erkeği, herhalde kocasıydı, önden yollayıp kendi arkadan geldi. Fark ettim meseleyi ve kendi bölümüme geçtim. Rahatsız etmek de istemem kimseyi. Ama nedir bu çekingenlik? Neyse adam nöbet tuttu kapıda. Kadın da rahatlıkla çatladı içeride.
Sabun kiri nasıl gideriyor?
Aslında sabun bir antiseptik, yani mikrop öldürücü değildir. Normal bir deri üzerinde, ölü deri hücreleri, kurumuş̧ ter, çeşitli bakteriler, yağlı ifrazatlar ve toz vardır. Sabunun özelliği, mekanik olarak derimizin üzerinden bunların alınmasını sağlamasıdır.
Suyu ve yağı (ne yağı olursa olsun) aynı kaba koyarsanız birbirlerine hiç karışmazlar, aksine su ve yağ̆ molekülleri arasında birbirlerini iten bir güç vardır. Elimizi sadece su ile yıkadığımızda, derimizin üzerindeki yağ̆ tabakası, suyun derimize temasına mani olur, onu dağıtır ve tam anlamı ile temizlik sağlanamaz. İşte burada sabun devreye girer ve aracılık rolünü üstlenir.
Sabunun bilinen tarihi 2000 yıldan da öncesine uzanır. Hatta Anadolu'da 4000 yıl evvel Hititlerin yaktıkları bitkilerin külleri ile ellerini temizledikleri bilinmektedir. Sabun, tarihinin her döneminde ucuz ve kolay bulunabilen malzemelerden yapılmıştır. Romalılar sabun yapabilmek için, kireç taşını ısıtarak kireç elde etmiş̧, bu ıslak kireci sıcak ağaç külleri üzerine püskürtüp sonra da karıştırmışlardır.
Oluşan gri çamuru sıcak su dolu bir kazana dökerek keçi yağı ile saatlerce karıştırarak kaynatmışlardır. Kirli kahverengi kalın bir tabaka oluşunca, soğumaya bırakmışlardır. Soğuma sonucu sertleşen tabakayı parçalara bölerek sabun olarak kullanmışlardır.
İşte sabun budur. Her sabun kireç gibi bir alkali madde ile bir çeşit yağın karışımıdır. Günümüzde alkali olarak kireç yerine genellikle kostik soda kullanılıyor. Keçi yağı yerine de, sığır ve koyun yağlarından elde edilen don yağları, hurma, pamuk çekirdeği ve zeytinden elde edilen yağlar kullanılıyor.
Alkali ve yağdan meydana gelen sabun da anne ve babasının özelliklerini taşır. Yani bir taraftan yağı severken diğer taraftan suyu sever. Sabun moleküllerinin bir ucu yağı, diğer ucu da bir alkali olan suyu çeker. Ellerimizi ovuşturduğumuzda yağ̆ ve kirler, dolayısıyla içindeki bakteriler parçalanır. Sabun molekülleri bu yağlı kirleri sararlar, suyla birleştirirler ve artık çözünemez hale getirirler. Musluktan akan su ile de uzaklaşır giderler. Ellerin kurulanması ile de bakterilerin çok sevdiği nemli ortam ortadan kalkmış̧ olur.
Günümüzün modern marketlerinde ise sabunun, bazı katkı maddeleri, boyalar, parfümler, deodorantlar, bakteri giderici maddeler, kremler, losyonlar ve reklamlarda söylenilen diğer maddeler eklenmiş̧ hali ile karşılaşıyoruz. Şampuan, diş̧ macunu, tıraş̧ kremi ve kozmetikler, sabunun sodyumun değişik bileşikleri ile yapılmış̧ diğer adlarıdır. Eğer kostik soda yerine potasyum kullanılırsa, daha yumuşak olan sıvı sabun elde edilir.
Toparlandık ve yola çıkmadan önce yanımızdaki narları paylaşarak yedik. Sonra Sarıgerme’de kahvaltıyı yapmak üzere 8:45 gibi kamp alanını terk ettik. Ancak burası (Sarıgerme) fazla turistik olmuş, yerel kahve kalmamış. Hani çayı fincanda veren yerler çoğalmış. Bu durumda ilk durak Güzelyurt’tu. Hadi gari diyerek sıralanıp, ortalama 20 km hızla buranın yolunu tuttuk.
Köye girdikten sonra yolun solunda bir kahve ve yanında bakkal. İş bölümüyle yerleştik. Kimimiz kahvede masayı hazırladı, kimimiz bakkaldan alış veriş yaptı. Bakkal sahibesi çok hoştu. Bize fazlasıyla yardımcı oldu. Sorular: "Yumurta var mı? Nasıl haşlarız?” Cevaplar: “Kaynanamdan isterim. Domates vs. de oradan olur.” Harikaydı bu. Hanım, bakkalını kapatıp bisikletine atladığı gibi kayboldu. Yarım saat sonra önümüze: tereyağı, köy yumurtası, domates, zeytin getirip koydu. Peynir ve tam buğday ekmeğini de ekleyince, kahveden de çaylar duble duble gelince, kahvaltı başlamış oldu.
Yedik, yedik, yedik... Bilirsiniz nasıl yenilir. Yumurtaların sarısı turuncu, öyle taze ki, kabuklarını zor soyuyorsun. Borcumuz da sadece 9,5 liraydı. Pek çok şeye (domates, zeytin, yağ gibi) para almadı. Sadece kaynanasının 7 yumurtasının parasını (1,75) ona vermek üzere istedi. Tabii ekmek peynir ödendi. Çaycının 50 krş’luk çayı bunun yanında pahalı kaldı. Gerçekten de Dalyan’da 40 krş. olan çayın burada 50 krş. olması fazlaydı. Köyde kim içer ki çayı 50’den?!!
Bir grup resmi de çektirip, Fevziye üzerinden Dalaman’a doğru yöneldik. Yol üzerinde TİGEM sığırcılık tesisleri oldukça dikkat çekici. Büyük baş hayvanlar sürüyle dizili vaziyette ahırlarında bekliyorlar. Kaderlerini!
11 buçuk olmadan Dalaman’a vardık. Buradan sonraki yol tarifini çaycıdan almıştık. Geçen sene Firuzan’la yolu uzatmışız, bayağı uzatmışız hatta. Şimdi ise havaalanı tarafına dönmeyip sola, Fethiye yönüne ve sonra ilk ışıklardan sağa, şehir merkezine girip dümdüz devam ettik. Ama öncesinde Bahan para çekti, Emre bozdurdu. Yani mali işleri hallettik.
Dalaman’a kadar 13 km boyunca rakım 10 ile 20 m arasında değişmedi. Yani hiç eğim yoktu. Ama şimdi orman içinden giden bir tırmanışla başladık. 10 m’den 6 km boyunca çıktık 218 m’ye.
Fazla aracın geçmediği bu orman yolundan ana yola bağlandık. Bir genişletme çalışması da vardı. Anlaşılan gelecek zamanlarda daha fazla kullanılacak ve trafik artacaktı. Güzel bir kestirmeydi burası. Çam ağaçlarının reçine kokusu burnumuzu yaktı.
Şimdi önümüzde Göcek Tüneli beklemekteydi. Bakalım burayı nasıl halledecektik? Malumunuz bisikletin geçmesi yasak. Ancak yalvar yakar durumları geçerliydi.
Haydi, hayırlısı dedik ve gişelere doğru sürdük bisikletleri. Güvenliğin durdurmasıyla karşılaşacağımızı bildiğimizden şaşırmadık gelenlere. Geçen sene de geçtiğimden biraz olsun kendime güveniyorum. Aynı şovu atabilirdim. Her neyse, müdür bey tesadüf 5 nolu gişedeydi. Güvenlikçi pek umutsuz konuşuyordu: “Fransızları geçirmedi”. Yani bence de Fransızlar tırmansınlar, onlar da bizi ülkelerinden geçirmiyorlardı. 1001 sual soruyorlar vize alabilmemiz için. Neyse, müdür bey bizim geçmemize izin verdi. Kenardaki kanalın üzerindeki plakalardan bisikletleri iterek, 900 m’lik tünelin içinden 15 dk’da geçip önemli bir yol kazandık. Ardından 189 m’den kendimizi bırakıp Göcek’e uçarak girdik. 10 dakikada deniz seviyesindeydik. Saat bir olmuştu. Güneş tam tepemizde. Dinlenmek için sebep sayılır.
Göcek’i hep duyuyor ilk görüyordum. Yatçılık burayı güzel şekillendirmiş. Hoşuma gitti. Yatlar sayesinde büyük marketler de buraya şube açmışlar. Ama denildi ki fiyatlarını Göcek’e göre yükseltmişler. Biraz garip geldi, yani İzmir Tansaş’da aldığım fiyat burada değişiyorsa bunun zincir olma özelliği nerede kalıyor?
Alış veriş caddesinde ilerlerken, Yavuz dağcı arkadaşı Feride’ye rastladı. Meğerse Fethiye’de görmeye gittiği arkadaşıymış ve burada dükkan açmış. Uzun yıllardır da görüşmediklerinden haberi yoktu. Bu güzel bir tesadüftü Yavuz için. O nedenle burada kalmaya karar verdi ve bizden ayrıldı. Feride’nin ısmarladığı sodalar eşliğinde, masamıza katılan Derya ve Haşim ile ortak tanıdıkların çıkmasıyla, kakara kikiri ederek keyif yaptık, fotolar çektik. Sonrada akşam için Dia’dan alış veriş ve Göcek’ten ayrılış. Saat olmuş üç.
Kamp kurmak için Göcek’in 6 km uzağındaki İnlice’nin sahiline indik. Ama önce 128 m’yi geçmemiz gerekti, 3 km kadar tırmanarak.
Gene belediyenin mesire ve kamp yeriydi burası da. Otoparktan sonra gelen gazinonun işleticisine, sonradan öğrendik ki, aynı zamanda bekçiliğini de yapıyormuş buranın 12 ay boyunca, çadırlık yer sorduk. Dilediğiniz yere kurun iznini alınca acaba geride mi - kıyıda mı derken, kıyıya yakın denize doğru çadırlarımızı kurduk. Gezinin en keyifli lokasyonuydu. Önümüzde deniz, altımızda şezlonglar falan. Yerleştikten sonra ben hariç herkes denizin tadına baktı. Ardından duşlar alındı. Ben de güneşe karşı kemiklerimi ısıtmak için, şezlongların birine uzandım. Bu şekilde karınlar acıkana kadar, güneş batıp da ortalık serinleyinceye kadar oyalandıktan sonra yemeğe geçtik. Bizim pilakimize karşın onların tonları vardı. Peynir ortaktı. Doyduktan sonra çay teklif eden Nebahat Yenge’ye gitmeye karar verdik.
Az ileride dereyi geçtikten sonra oturuyordu yenge ve eşi Bayram Bey. Yanlarına vardığımızda bahçedeydiler. Evin önündeki avluya yerleşip sohbete başladık. Bir inekleri vardı ve 15 koyunları. 500 liradan 2 koyunun satılması / satılmamasını tartışıyorlardı. Yenge işini biliyordu, anlaşılan hayvanlara o baktığından 700’den aşağıya vermem diyordu kocasına. İneğin sütünden yoğurt ve yağ yapıyorlarmış. Günde ortalama 8 - 10 kg yoğurt elde edip onu süzme yoğurda dönüştürüp satıyorlarmış. 4 çocukları da evli ve halen bu köydeler. Yani genelde büyük yerlere gittiklerini bildiğimden hayret ettim kalmış olmalarına.
Derken önümüze bir tabak bulgurlu mercimek, yoğurt ve köy ekmeği çıkardı Nebahat Yenge. Tok olmamıza rağmen hepimiz afiyetle kaşıkladık. Sonra nereden açıldıysa, laf ot yediğimize geldi ve yengemiz bize hardal otunu soğanla kavurup önümüze koyuverdi. Onun da tadına bakıp çaylara geçtik. Hem konuştuk hem yedik. Bu şekilde hava da kararmış, saat 8 olmuştu. Teşekkürlerimizle veda edip, kafa lambalarımızla yolumuzu aydınlatıp çadırlarımıza döndük. Uyku saatimiz gelmişti. Bakalım Bahan bu akşam bize hangi oyundan bir sahne canlandıracak merakı içinde gözlerimizi yumduk.
Sarıgerme - İnlice
Uzaklık: 34,87 km
Süre: 2 h 48’
Ortalama hız: 12,5 km/h
Rakım: 2 – 242 m
Hava sıcaklığı: 23 – 34 °C
12 Ekim 2010, Salı / İnlice - Fethiye
Sabah 5’e doğru çiseledi gene, ama devamı gelmedi. Ancak bugün için sağmak yağış okumuştum meteoda. Tedbiri elden bırakmayıp Bahan’ın çantalarını torbaladık. Hani bizde yağmurluk vardı, hemen geçirebilirdik ama onunkisi teferruatlıydı. Torbalar geçirildi çantalara, sonra kayışların çıkacağı yarıklar açıldı ve bagaja tutturuldu. Neticede yağmurdan koruyacak bir düzen oluştu ama çantalara da ulaşmak imkansızlaştı.
Bu hazırlığımız sırasında bizimle diyaloğa geçen bir çift, oğullarının da 2 sene önce bisikletle TR turuna çıktığını, bugünse motorla Katmandu yollarında olduğunu anlatıyordu. Kendileri de karavanla dolaşıyorlarmış. Ailecek gezginler. Muammer Bey espriyi de seviyordu, endemik bitkilere merakı vardı. Etraftaki kaparileri gösterdi bize. Eşiyle beraber yollardaydı. Macahel vardı programlarında. Güzel bir sohbet sonrası nazik kahvaltı davetlerini istemeyerek geri çevirip, İnlice Köyü’nde kahvaltı için 9:15 gibi ayrıldık bu güzel sahilden.
Köye giriş uzunca bir yoldu. Sağlı sollu narenciye bahçeleri. Arkalarındaki dağlar ve orman çok güzel görünüyordu.
Kahve ararken, sağımızda kahve miydi, değil miydi anlayamadığımız, yaşlı bir amcanın mekanına konuşlandık. O çayları demlerken, biz de kahvaltıyı hazırladık. Büyük bardağı 75 krş.’dan 9,75 liralık çay içtik. Sonra amcanın bize ikram ettiği mandalinaları paylaşıp yola devam. Haa, bu arada okul bahçesinden atılan portakallar da hoştu. Çocukların bahçesi ağaç doluydu, portakallar top gibi dışarıya yuvarlanıyordu.
Bir köpek yaşı niçin yedi insan yaşına eşittir?
Evlerinde köpek bulunduranlar, köpeklerinin yaşlarını insan yaşı ile mukayese edebilmek için, her bir köpek yaşının yedi insan yaşına eşit olduğunu ileri sürerler. Peki bu doğru mudur?
Tam olarak değil. Bu konuda üretilen çeşitli formüller var ama en basit ve akla yatkın olanı şu; Köpeğin birinci yaşı = 21 insan yaşı. Köpeğin ondan sonraki her yaşı = 4 insan yaşı. Buna göre 7 yaşında bir köpeğiniz varsa, insan ömrüne göre 21 + (6 x 4) = 45 yaşındadır. Bu hesaba devam edersek 10 yaşındaki bir köpek insanın 57, 15 yaşındaki ise 77 yaşındaki ömrünü sürmektedir.
Bu hesap şekli akla daha yatkındır. Bir köpek yaşı yedi insan yaşına eşittir düşüncesi ile seksüel olgunluğa erişmiş̧ bir yaşındaki bir köpek yedi yaşındaki bir çocuk ile, 15 yaşındaki bir köpek ki, birçok köpek bu yaşa ulaşabiliyor, 105 yaşındaki istisna ve az bulunur bir ihtiyarla eşleştirilmiş̧ olur ki, bu da akla pek uygun gelmiyor.
İnlice’den sonra iki tırmanış vardı önümüzde. Birincisi 1820 m, diğeri 750 m uzunlukta. Öyle - böyle çıkıverdik yokuşları. Önce bir 169 m geçildi. Ardından 27’ye inildi ve hafif hafif tırmanılarak 14 m’de verilen bir mola.
Katrancı Koyu’na bakan bu nefis seyir tepesinden koyların güzellikleri nasıl anlatılır ki? Resim daha iyi ifade eder. Muğla ilinin kıyı uzunluğu İspanya’dan uzunmuş deniliyor.
Artık inişteydik ve 2,25 km sonra Fethiye ovasına geldik. Yol dümdüz gidiyordu. Sırayla geçilen köyler; Yanıklar, Kargı, Çiftlik diyerek Fethiye tabelasını gördük. Gezinin sonuna yaklaşmıştık. Zaferimizi belgeledik. Emre ve Bahan’la birlikte Marmaris’ten 184 km'yi büyük bir keyif ve neşe içinde pedallamıştık.
Şehre doğru yaklaşırken OzanFigen’leri arayıp onların da pazarda alışverişte olmaları buluşma noktamızın yerini belirledi: pazarın otoparkı. Bu sırada hafifçe çiseleyen yağmur artabilir düşüncesiyle çantalara yağmurlukları taktık ve bastık pedallara.
Farklı bir köşesinden giriş yaptık pazara bu sefer. Her zamanki gibi müthişti ama ortalık. Otlar, kurusu- tazesi, yerli yabancı alıcılar, çantalar ellerinde, arabalar peşlerinde, malını pazarlayan pazarcı, hararetli ve rengarenk bir ortam. Nihayet arkadaşlarımızla da buluşup yükümüzü onların arabasına verip Emre ve Bahan’la vedalaşarak Ölüdeniz yolunu tuttuk.
Deniz seviyesinden hafifçe yükselip sonunda ciddi bir rampa çıktı önümüze. Ovacık için 4 km tırmanmak zorundaydık. 363 m’ye ulaşmalıydık.
Nedense zorladı beni. Hiç bu kadar terlemedim. Neyse her zahmetin sonunda güzel bir şey vardır, derler ya! Biz de OzanFigen’in evinde sıcak suyla tazelenip ardından tarhana çorbasıyla ödüllendirildik. Yolculuk, gezinin sonu, arkadaşlar, evin güzelliği... her şeyle artık bir zirvedeydik.
Gezinin bundan sonraki bölümü Fethiye’deki arkadaşlarımızla geçecekti.
İnlice - Fethiye - Ovacık
Uzaklık: 36,16 km
Süre: 2 h 59’
Ortalama hız: 12,1 km/h
Rakım: 2 – 364 m
Hava sıcaklığı: 19 – 31 °C
13 - 16 Ekim 2010, Çarşamba - Cumartesi / Fethiye
4 günümüzü Fethiye’de geçireceğiz. 901 km pedal basmış, 20 gündür yollardaydık. Bandırma'dan başlayıp Muğla'ya geldik. Oradan Bodrum-Datça üzerinden Marmaris'e ve Fethiye'ye. Şimdi dinleneceğiz.
Eksik olmasın arkadaşlarımız OzanFigen bizi öyle bir ağırladılar ki, buradan hiç ayrılmak istemedik. Çevre turları, Ölüdeniz’deki yamaç paraşütü gösterileri, müze ziyaretleri, vazgeçemediğimiz köylü pazarının renkli ortamı ve daha çok şey. Bir gece Cahit ve Nuray’ın evindeki müthiş sofrada çok eski ve sevdiğim arkadaşlarım Ayşen ve Melih’le beraber olmak ayrı bir sürpriz oldu. Kemal’i, maalesef Fethiye dışında olduğundan, göremediğime çok üzüldüm.
Ama artık dönüş günü gelmişti. Çantalarımızı toparlayıp Ovacık’taki yuvamıza ve arkadaşlarımıza veda ederek ayrıldık.
Biletlerimiz Kamil Koç’tan almıştık. Bisiklet dostu bir şirket olmasına rağmen gene de başlangıçta bisikletlerle ilgili gerginlik yaşandı. Bu durumu daha sonra merkezlerine bildirdim. Merak ederseniz: Kamil Koç 3
17 Ekim 2010, Pazar / İstanbul
14 saatlik bir otobüs yolculuğu sonrası İstanbul’daydık. Bugün Avrasya Maratonu koşulacak. Güzergahımızın bazı bölümleri trafiğe kapatılmıştı. Bu da bize kolaylık sağladı.
Her şey çok güzel geçti. Kazasız belasız döndük. Bandırma’dan Fethiye’ye kadar pedallayarak 901 km yol yaptık. Gezi boyunca yeni dostlar edinip eskileriyle hasret gidermiş, yaşamımıza renk katmıştık. Şimdiden başka bir gezinin heyecanı içindeyiz.
Kaynak: Lüzumsuz Bilgiler Ansiklopedisi; Tamer Korugan. Aykırı Yayıncılık, İstanbul 2001
Bu bölgeye yapılmış diğer geziler: Marmaris-Dalyan, Dalyan-Fethiye, Bandırma-Muğla