28 Aralık 2008

Durum / Ne Var Ne Yok?

Bisiklet dünyasını elimden geldiğince izlemek ve konuyu kavramak için elde ettiğim fırsatları değerlendirmeye çalışıyorum. Bu anlamda da Kocaeli Üniversitesi’nin hazırladığı “Bisiklet ve Yasam” panelinde çok aydınlatıcı fikir ve kişilerle tanışma olanağı elde ettim. Panelde konuşulanlar dışında özel sohbetlerle (ve yazışmalarla) bugüne kadar yürütülen ilişkilerde öne çıkan fikirin, her ne kadar sivil toplum örgütleri bu işin en önemli itici güçlerinden olsalar bile, bu işin endüstrisi devreye girmediği müddetçe alacağı ivmenin yeterli olmayacağı yönünde. Yani tüketici (veya kullanıcı diyebiliriz) olarak bizler ne kadar bastırsak, siyasi irade üzerinde baskı oluşturmaya çalışsak eksik olan ayağın devrede olmaması işin hızını sınırlıyor. Kısacası: bisiklet endüstrisinin bu ise el atması gerekiyor.
Sonuçta istediklerimizin-gereksinimlerimizin karşılanması bisiklet satışını artıracağından elde edilen onlara (da) yarayacak. Bunun bilincinde olan üretici, ithalatçı, montajcı, pazarlamacı vb.’lerinin konuya eğilmesi ve destek vermesi gerekmektedir. Bu tanıdığım aklı başında herkes tarafından dile getirildi. Bütün bunları kabul ediyorsak peki nerede bu saydıklarım diye insanın sorası geliyor. Neden sessizler bu işin esas patronları? Neden birşeyler yapmıyorlar? Bisiklet tüm dünyada öylesine bir ivmeyle yükseliyor ki ülkemizde bile bunu gözümüzle görebiliyoruz. Her geçen gün sokaktaki sayı artıyor, bisikletle ilgili bir etkinlik haberi çıkıyor, organizasyonlar yapılıyor, çaba ve gayret içinde olanlar bir araya gelip müthiş bir arzuyla birşeylerin olmasına çalışıyorlar. Sanıyorum artık bu çaba fark edildi.
Pencereme konan minik bir kuş bana umut dolu haberler taşıdı. Geçen hafta BİSED (Türkiye Bisiklet Üreticileri Derneği) ile ANCMA (İtalyan Bisiklet ve Motosiklet Ana ve Yan Sanayii Derneği) yetkililerinin bir araya geldiğini söyledi. Bu görüşmede İtalya’daki deneyim ve kazanımların paylaşıldığını, Avrupa bisiklet pazarından, bisiklet kullanımından, sağlıktan, kentsel mobiliteden, bisiklet paylaşım projelerinden, bisiklete hükümetçe verilen sübvansiyondan ve desteklerden, bisiklet nizam planlarından, hava kirliliğinden, bisiklet turizminden, Avrupa bisiklet emniyet standartlarından, ECF’nın (Avrupa Bisiklet Federasyonu) EuroVelo (Avrupa Bisiklet Yolu) ağı projesinden ve bu ağa Türkiye’nin de dahil olması gereklerinin konuşulduğunu fısıldadı. Hatta ANCMA ile BİSED arasında bir işbirliği ve beraber hareket etme protokolü imzalandığını; Bisiklet Federasyonu, Herkes İçin Spor Federasyonu ve BİSED’in beraberce ulusal bir bisiklet organizasyonu yapmak üzere mutabık kaldıklarını da ekleyince yaşasın dedim bu sefer bu işler olacak gibi.

Şimdi büyük bir merakla gelişmeleri bekliyorum. Belki yakında bunun resmi haberini duyarız.
Resmi haber (sonradan yayınlandı):
Bakınız:
http://www.bisikletforum.com/showthread.php?t=34442

26 Aralık 2008

Bisiklet ve Yaşam Paneli


24.12.2008 Kocaeli Üniversitesi Beden Eğitimi ve Spor Y.O.
Panelin başlığını duyduğumda ilgimi öylesine çekti ki gidip izlemek istedim ve Aydan’ı arayıp beni de yanında götürür müsün dedim. Çarşamba sabahı 10:30 otobüsüne binmek için Harem’de İzmit Seyahat bürosu önünde buluşmaya karar verdik. Oraya biraz erken varmak istediğinden, 1 saatlik yolu da koyarak 12 gibi üniversitede oluruz dedi. Aynen de dediği gibi oldu. Yol boyunca bol bol bisiklet üzerine sohbet etme şansımız oldu, çok da keyifli geçti yolculuk. İzmit Seyahat her yarım saatte bir otobüs kaldırmakta ve 1 saatlik yolda bile ikramını eksik etmemekte (10 liraya alınan bilete bir de bonus kazanma şansınız var). Sonuçta Kandıra kavşağında inip servisle okulun bulunduğu Umut Tepe’ye doğru yola çıktık. Ancak İzmit’te olan hava gittikçe değişmeye başladı ve daha kampüsün arazisine yaklaşmadan hava şartları öyle değişti ki, karakış bizi karşıladı. Her yer bembeyaz, yollar karla kaplı ve iş makineleri vızır vızır çalışıyordu. Servis bizi sadece B kapısına kadar götürebildi ve geri döndü.
Aydan’ın, Kamil Alev‘le telefonlaşıp panelistlerden Salih Korkmaz’ın arabayla geldiğini ve bizi kapıdan alabileceğini öğrenmesi içimizi rahatlattı. Sonuçta kar lastikleri olan arabasıyla A kapısından girip kocaman kampüsün içinden Gazanfer Bilge Spor Tesisi’nde bulunan salona vardık.

Hem tesis çok güzeldi, 2500 kişilik bir basket, hentbol ve voleybol’a dönüşebilen kapalı spor salonu, hem de panelin yapılacağı mekan. Yarışmacıların hazırlıklarını izledik.

Kısa bir zaman sonra Ünal Tolun da geldi...

...ve biz Prof. Yavuz Taşkıran’ın (Spor Y.O. Müdürü) odasında panel öncesi kısa bir sohbet ve tanışma faslını geride bırakıp salona geçtik.

Karlı bir havaya rağmen salon doluydu, bu da çok sevindiriciydi. Anlaşılan öğrencilerin bisiklete olan ilgisi fazlaydı.

Kısa bir açılış konuşması, panelistlerin tanıtımı ve panel başkanı Yavuz Taşkıran’ın odada yaptığı kısa sohbette öğrendiklerini paylaşarak başlayan panelde ilk söz Ünal Tolun’a verildi.
Ünal Tolun, bisikletin küçük yaşlarda hayatımıza giren ve kendisi için ileri yaşlara kadar devam eden bir dost - arkadaş olduğunu, yıllar yılı bisikletle olan ilişkisini anılarından kısa örnekler vererek, daha sonra bisiklet nedir sorusunu sorgulayarak, bisiklete binmenin faydalarını, sağlık, sosyal yaşam ve turizm yönüyle ele alarak konuşmasını tamamladı.
İkinci konuşmacı Aydan Çelik adının zaman zaman kadın olarak düşünülüp hayal kırıklığı yarattığı esprisiyle salonu kahkaya boğarak başladı ve bisikletin yapılan bir anket sonucunda %53 oran ile en iyi icat olarak 1. sırada yer aldığını, ardından %8 ile transistör, %6 ile bilgisayar ve %4 ile internetin geldiğini söyleyerek manifestosundaki maddelerin ne anlama geldiğini açıklayarak devam etti konuşmasına. Ardından bisiklet sporundaki doping olayına girerek konuya ilişkin olayları anekdotlarla süsleyerek gene esprili bir şekilde konuşmasını tamamladı.
Sıra üçüncü konuşmacı Salih Korkmaz’a gelmişti. Kendisi teknik konulara değinerek Kocaeli’ne bisiklet sporunun geliş şeklini, yılların sporcusu olarak dünden bugüne nasıl bir yol izlediğini, olanakların eskiden nasıl kısıtlı olduğunu ve şartlarla nasıl baş ettiklerini, bisikletin donanımının ne kadar önemli olduğunu, standartların yükselmesiyle başarının da nasıl yükseldiğini örnekler vererek sürdürdü konuşmasını.
Delege olarak seçimlere gittiklerinde eski ve yeniden seçilen federasyon başkanı Emin Müftüoğlu’yla yaptığı görüşmede başkanın “başarılı olmak değil organizasyon yapmak ve herkesin kendi malzemesini almasını gerektiğini, kendisini ilgilendirmediğini” söylemesine çok üzüldüğünü ifade ederek değişik teknik konularla tamamladı. Panel başkanı Yavuz Taşkıran da 4 yıl sonra Kocaeli’nin federasyon başkanlığına aday çıkarmalı yorumlarıyla ilk turun sonuna gelinip sorular bölümüne geçildi.
İlk soru, çocuk yaşlarda başlayan bisiklet bilinci neden ileri yaşlarda devam etmediği yönündeydi. Bunu Ünal Tolun, alınan bisikletlerin kalitesiz olmasından dolayı kısa zamanda bozulduğunu, kömürlüğe kaldırıldığını ve çocuğun hevesinin kaçtığını, ayriyeten federasyonun bisiklet ve yaşam konusuna eğilmeyip organizasyon üzerinde ağırlık vermesi nedeniyle yasama katılmasının gecikmesi şeklinde yanıtladı.
Aydan Çelik ise yol ve kullanım güvenliğine işaret ederek toplumumuzun az enerji ile çok sonuç alma isteğinde olup, sorunu ideolojik olarak tanımlayıp “arının çektiği kahrı bilmediğimiz için balın tadına varamıyoruz” örneğiyle sadece sonuçla ilgilenen bir toplum olmamıza bağladı ve 10 yıl önce Kapadokya’da yaşadığı bir olayı anlatarak nasıl farklı algılar içinde bulunduğumuzu göstermeye çalıştı.
İkinci soru ise yerel yönetimlerin bisiklet konusuna yöneliş şekli ve alt yapı sorununa çözüm arayaşıyla ilgiliydi.
Salih Korkmaz bu soruya Kocaeli’nde yapılan bisiklet yolunun yerel yönetim tarafından parkı işgal ediyor gerekçesiyle nasıl kaldırıldığını ve ’95 İzmit Balkan Şampiyonası’nda Kandıra yolunda yaşanan garip durumlardan söz ederek yaşanan tatsız olayları örnek vererek ve Büyükşehir Belediyesi’nin yarış yolu yapmadığını ve il temsilcisi olarak gereken desteği belediyeden alamadığından yakınarak, spor yaparken yollarda araçların saygısızlığından, trafikte yaşanan kazalardan söz ederek ve daha sonra Konya’yı bisikletin beşiği olarak gördüğünü ve bisiklete verilen önem ve değerin yüksekliğinden ve bisiklet sporuna Brisaspor’un katkılarının çok olduğunu, sonunda konuyu ekonomik özgürlüğün ve trafik sorunun çözümüyle geldiğine işaret ederek yanıt verdi.
Ünal Tolun tekrar söz alarak, mahalli idarelerin ise eğilmeleriyle sorunun çözümünün ilerleyeceğini ve trafikte yaşadıklarını esprili bir şekilde ekledi ve çözümün kitle sporu olması zorunluluğuna getirdi. Herkesin binmesi durumunda çözümün de beraberinde geleceğini ifade etti. Kopenhag’dan başlayan ve Paris’le devam eden uygulamalardan örnekler verdi ve zamanında Yalova’daki uygulamayı anlatarak bisikletlerin tamir ediliyor sözüyle nasıl zaman içinde ortadan kaybolduğunu anlattı.
Ardından Yavuz Taşkıran da yurt dışında gördüğü uygulamaları, dikkat çeken noktaların altını çizerek ekleme yaptı.
Sıra ikinci tura gelmişti ki ilk söz hakkı Aydan Çelik’e verildi.
Bu sefer “Bisikletli Eylem Hareketi”nden, yani kritik kitle olarak dünyada en çok yol ve araba olan Los Angeles kentinden, yaşanmış olayları anlatarak konuşmasını tamamladı.
Ve Ünal Tolun da "Bisikletli Yaşam" konusunda çok kısa bilgilerle,
1- Bisikletin kendisi - alet olarak (bisikletin tarihçesi, dağ bisikletinin getirdiği düşünce ve yaşam tarzı),
2- Bisiklete binme (Türkiye’ye gelişini kronolojik olarak, bizdeki yarışçılar ve federasyon başkanları),
3- Bisiklet sporu (Manavgat’daki ve 2002’de Antalya Side’de başlayan gelişmeler ve Maraton yarışı)
şeklinde özetleyerek tamamladı sırasını.
Salih Korkmaz ise bisikletçinin spora başlama yaşı ve gelişmesini anlatarak sporcunun nasıl hazırlanması gerektiğini, günlük çalışma temposunu ve programını:
1- Kuvvet,
2- Sürat,
3- Sprint ve
4- Mukavemet antrenmanı olarak sınıflandırarak yarış sırasında yaşanan aksilikleri de ekleyerek sporcunun görünmeyen rakibinin rüzgar ve teknik arıza (lastik patlaması gibi) olduğunu söyledi. Ardından yarış taktiklerini sayarak (rüzgar deryasından) konuşmasını sonlandırdı.
Ünal Tolun tekrar söz alarak yöneticilik sırasında yaşadıklarını ekledi ve bisikletli yaşam ve spor konusuna değinerek panelin en büyük faydasının sporu seven bisikletçilerin yetişmesi için vesile olabilmiş olması dileğiyle konuyu sonlandırdı.
Panel başkanı Yavuz Taşkıran ise konuşmaları toparlayarak, spor tarafını, turizm tarafını ve felsefe tarafını özetleyerek panelistlere kendilerini (izleyicileri) bisiklet dünyasına taşıdıkları için teşekkür ederek noktayı koydu.
Ardından yarışma birincilerine ödüller ve katılımcılara plaketler verildi ve hatıra fotoğrafları çekilerek panel sona erdi.
Bizler daha sonra kantine davet edilerek, son derece güzel bir dağ manzarası önünde çayları ve ikramları kabul edip gene bisiklet üzerine konuşmayı sürdürerek okula ait bilgiler alıp geleceğe dönük projeler üzerinde fikir ve temenni dilekleriyle ve daha sonra Yavuz Bey’in odasında telefonların ve adreslerin alınmasıyla bisiklet dolu bir günü tamamladık.
Ünal Bey bizi ve Kamil’i otogara kadar götürüp Yalova’ya doğru ayrılarak, Kamil ise evine doğru, biz de 18:30 otobüsüyle İstanbul’a doğru yola çıktık. Bitmeyen konuları paylaşarak İstanbul’a vardık.
Bisiklet dolu bir günü geride bırakırken kulağıma taktığım mp3 çalarımda çalan Latin müziğiyle coşup evime doğru yol aldığımda bu dünyanın ne de hoş olduğunu, her yaştan ve sınıftan insanıbir araya getirmenin keyfini tekrar yaşamaktan mutlu olduğumu fark ettim. Ne müthiş şey şu bisiklet :)

Basından

İlginizi çekebilir Durum / Eşgüdüm

20 Aralık 2008

RumeliFeneri, Fikret Albay'la


Bayramda Fikret Albay’la görüştüğümüzde, mutlaka havalar uygun olursa, tatil bitmeden bir yerlere, kısa da olsa pedallayalım dedik. Cuma yapacaktık, ama evdeki hesap çarşıya uymayınca tatilin son günü, Pazar yapalım dedik (14.12.08) ve Rumelifeneri’nde karar kıldık. Sarkis de katılacaktı, Mete de. Benim 2 arkadaşım (Mustafa + Uğur) da katılmak isteyince 5 kişi olacaktık, ancak Mete gezi sabahı evdeki kanalizasyonun tıkanması sebebiyle gelemedi, maalesef tüm gününü kanal açmaya ayıracaktı, umarım çok zorlanmamışdır.

Buluşma yeri olarak, Yeni Levent girişini, saat olarak da 9:30 dedik. Biz Sarkis’le 9:05’de Şişli Atatürk Müzesi önünde buluştuk ve Y.Levent’e doğru pedal basmaya başladık. Bayramın güneşli güzel günlerinden biriydi gene, ve yollar daha dolmamıştı. Bu nedenle rahat ve keyifle pedallama fırsatımız oldu. Mecidiyeköy’de küçük bir poğacayla açlığımı biraz bastırmaya çalıştım. Sarkis toktu. Trafik pek olmadığından Zincirlikuyu üzerinden Y. Levent’e çok kısa bir sürede ulaştık, biraz erken gelmiştik, Fikret Albay daha yoktu.


Bisikletleri tellere dayayıp, Sarkis’le banklarda oturarak sohbet etmeye başladık. Geçen hafta yaptığı Marmara adası gezisini anlattı, çok keyifli geçmiş ve daha uygun bir mevsimde mutlaka daha geniş kapsamlı olarak tekrarlamayı istiyor. Bu sefer katılamamıştım, ama gelecek sefer mutlaka ben de beraber geleceğim dedim. Biz böyle konuşurken Fikret Albay’ın da geldiğini gördük ve onu karşılamak üzere banktan kalkıp yanına gittik. Galiba km saatinde bir sorun vardı, çalışmıyordu. Düzeltmeye çalıştıksa da beceremedik ve bu geziyi mesafe ölçmeden yapmak zorunda kaldı. Fikret Albay, uzun kısa tüm gezilerininin km’lerini not ediyor ve sene sonunda o yıl içinde yaptığı toplam km’yi not alıyor, böylecene genel bir toplam çıkartabiliyor ki çok anlamlı. Çünkü dikkat ettim, genelde kaç km yaptınız sorusu çok sıkça soruluyor.

Yola çıkmadan önce bir resim çektirip, saat 10’da İzzet Baysal Huzur evini geçince, Tarabya yokuşundan önce soldaki Kilyos yolunun başında, Mustafa ve Uğur ile buluşmak için hareketlendik. Onlar İstinye ve Çayırbaşı’ndan geliyorlardı buluşma noktasına. Tam saatinde noktaya vardık, arkadaşlar da gelmişlerdi. Kısa tanışma faslından sonra Bahçeköy’e doğru yola çıktık. Peş peşe gidiyorduk ve artık asfaltı da düzgünleşmiş olan bu güzel yoldan keyifle su kemerlerine vardık ve oradan devamla Belgrad ormanı girişine doğru yönelip, sağdaki otobüs durakları girişinden sapıp Bahçeköy’e girdik. Seçimlerin yaklaşmasından olsa belediye hummalı bir çalışma içinde köyde, heryer kazılmış - geçilmiyor. Biz de bu durumu bilmediğimizden, her zaman kullandığımız bu yolda, biraz sonra bisikletlerden inmek ve iterek devam etmek durumunda kaldık. Neyse oturacağımız kahveye vardık ve çaylarımızı ısmarladık. Dışardaki masalar kalkmıştı, ama biz kendimize göre bir oturma düzenini oracıkta kuruverdik.

Mustafa’nin getirdiği poğacaları, çaylarla güzelce miğdemize indirdik. Fikret Albay bize bisiklet üzerinde yaşadığı onca maceralarından söz ediyor, genç arkadaşlarımız da hayret ve büyük bir keyifle dinliyor ve meraklarını gideriyorlardı.

Altında oturduğumuz ağacın üzerindeki kuşların, fazlaca kısmet yağdırmalarına daha fazla dayanamayıp, son yudumları bitirip o mekandan kalktık. Rotamız Kilyos yönüydü ve Bahçeköy çıkışındaki hafif yokuşu sırayla tırmanmaya başladık, yol artık bir iniyor bir çıkıyordu. Çok keyiflidir bu yol, orman içinden gider ve Zekeriyaköy sapağından sonra da araba yoğunluğu düşer. Askeriyenin önünden geçip, 3 yol ayrımından sağa Sarıyer - Maden yönüne saptık.

Biraz düz giden yol, sonra bayır aşağıya inmeye başladı ve biz sola, Koç Üniversitesi / R.Kavağı’na doğru döndük.

Kavağa inmedik, düz üniversitenin önündan giden ve sağında müthiş boğaz manzarası olan, zaman zaman ağaçların kapattığı bu güzelim orman yolundan kıvrıla kıvrıla Fener’e doğru yol aldık.

Yolumuzda, nereye gittiklerini anlayamadığımız atlarla karşılaştık. Çok da hoş oldu, sanki başka bir coğrafyada sandık kendimizi.

Ehh belediye Rumelifeneri’nde de çalışıyordu, İGDAŞ boru döşemiş, molozları daha kalkmamıştı. Fenerin yanına kadar varıp, sağındaki kartal yuvası gibi limana bakan kahvehaneye (Seyrü Sefa) konuşlandık.

İçeceklerin siparişi verildi (çaylar 1, meyveli çaylar 2,5 liraydı) ve sohbete bıraktığımız yerden devam edildi. Fikret Albay bize son 10 Kasım yolculuğunu, daha önceki Diyabet Haftası yolculuğunu ve daha pek çok macerasını anlatırken, ben de büyük zevk ve heyecanla dinlediğim bu hikayeler karşısında, acaba bende ne zaman birikecek böyle konular diye özlem duydum.

Rumelifeneri, İstanbul boğazının en kuzeyinde, Sarıyer ilçesine bağlı bir balıkçı köyüdür. Anadolufeneri ile karşılıklı olarak Karadeniz ile Boğaz’i birbirinden ayıran hattı oluştururlar.

Kırım savaşı sırasında, Fransız ve İngiliz gemilerinin Boğaz’ın ve Karadeniz’in girişlerini görebilmeleri için, yapılmasına karar verilen fener, Mayıs 15, 1856’da Fransızlar tarafından karşı sahildeki fenerle beraber, kule kısmı yapılarak, işletilmeye başlanmış. 1933’de Fransızlar’a verilen 100 senelik imtiyaz iptal edilmiş, ve tamamen bize geçmiştir. Denizden 58 m yüksekte olan kule, 30 m boyundadır. İlkin gazyağı, sonra asetilen ile çalışan lambası, günümüzde elektrik enerjisi ile ışığını 18 deniz mili uzağa gönderebilmektedir.

Fenerin ilginç de bir hikayesi var: ilk inşası sırasında, kulenin birkaç kez yıkılması üzerine, köyün yaşlıları, kule sahası içinde bir yatır olduğunu, kulenin bu yüzden yıkıldığını, Fransız yapım şirketine söyleyince, önce türbe yapılıp etrafi çevrilmiş, sonra da bugünkü fener kulesi yapılıp, bitirilmiş. Kule binası içinde bulunan, Saltuk Baba Türbesi ziyaret edilebiliyor.

Birazdan gürültülü bir motor sesiyle sohbetimiz kesildi, ve sıra sıra motorcuların gelişini izledik. Bize hiç benzemiyorlardı, gelmeleri gürül gürül dikkat çekiyordu. Herkes onlara bakıyor, kenara çekiliyordu. Onlar da herhalde bunu fark ediyorlar di ki, motorları yan yana park edip, müthiş bir gövde gösterisi yaptılar. Ta ki, birisinin motoru devrilince biraz karizmayı çizdirmiş olsalar da, gene limana doğru inerlerken dikkatler üzerlerindeydi.

Sohbetle zaman çabuk geçmişti. Karnımızın ziliyle kalkıp, köydeki küçük bir lokantada birşeyler yemek için hareketlendik. Kimimiz tost, kimimiz çorba, kimimiz ise döner ısmarladı ve aldığımız enerjiyle dönüşe hazırlandık.

Dönüşü Sarıyer üzerinden yapmaya karar verdik ve Maden’e inerek deniz kıyısına ulaştık. Havanın güzel olması sebebiyle trafik vardı, ama bizler aralardan fareler gibi sıyrılıp, yolumuza devam ettik. Uğur Çayırbaşı’nda ayrıldı, Fikret Albay ve Sarkis Haciosman yokuşuna vurdular, ben de adaşımla Beşiktaş yönüne doğru devam ettim. Mustafa İstinye’de benden ayrıldı ve ben de Bebek üzerinden Beşiktaş ve Akaretler’den Nişantaşı’na çıktım. Eve vardığımda saat 17:15’di.

8 saat açık hava, bunun 5 saati bisiklet üzerinde ve 75 km yol. 1521 cal ve 121 gr yağ yakmışım, hiç de fena değil.

10 günlük bayram tatili bitti ve yeni hafta başlayacak yarın. Herkese iyi bir hafta diliyorum.
Pedallarınız güçlü dönsün.

Not: Uğur’a, Fikret Albay’la ve adaşımla pedallarken çektiği resmim için çok teşekkür ederim.

Kaynak:
İlginizi çekebilir Karaburun Altılısı

16 Aralık 2008

Eyüp'e doğru bir gezi


Bayramda gelecek yağmur ve soğuktan önce güzel havaları değerlendirmek için Cumartesi günü (06.12.08) Sibel ile saat 11'de Karaköy Vapur İskelesi'nde buluşmaya karar verdik.

Sibel uzaktan geliyor, Pendik'ten banliyö treniyle Haydarpaşa'ya, oradan da gemiyle Karaköy'e. Benim işimse kolaydı, Nişantaşı' ndan 20 dk'da iniverdim. Geldiğimde Sibel'i banklarda otururken buldum. Yanında getirdiği termostan çay ve aldığımız simit ve açmayla orada denize karşı sohbetle güzergahımızı planlamaya başladık:


Eminönü'ne geçip oradan Unkapanı'na doğru devam edip sağdan Siirt Pazarına girecektik. Sonra Kariye üzerinden Eyüp'e inmeyi ve Piyer Loti'ye çıkmaya karar verdik. Bütün bunları 3'e kadar yapmak istiyorduk, çünkü karanlığa kalmadan dönmesi gerekiyordu Sibel'in. Ne de olsa 2 saatlik bir dönüş yolu vardı daha. Bakalım hepsine zamanımız yetecek mi diye meraklanırken batmış iskelenin yerine konulan yenisinin de iyi kötü iş yaptığını gördük. Eskisi kadar rahat olmasa da zaman geçirmeden yenisini koymuştu İDO.

Hadi dedik artık dolaşmaya başlayalım ve Galata Köprüsü’nün altından geçip bisikletlerimize atlayıp Eminönü'nden sağa sapıp Atatürk Köprüsü’ne doğru ilerlemeye başladık. Bayram öncesi olmasına rağmen aşırı bir kalabalık yoktu yollarda. Herhalde ekonomik sıkıntının nedeni olsa diye düşündük. Yoksa burası alış veriş için dolup taşardı eski günlerde.

Atatürk Bulvarı'ndan yukarıya doğru İMC Çarşıları’nın karşısından ilerleyip kemerlere varmadan sağdan içeri girip Siirt Pazarı’na girdik. Belediye burasını yeniden düzenlemiş (sağlık koşullarına uygun olarak), eskiden ortada açıkta etler falan satılırdı. Şimdi bunların hepsi kalkmış, park düzenlemeleri yapılıp turistik bir görünüme kavuşturulmuş. Özellikle doğu yöresinin insanları burada kendi damak zevklerine ve alışkanlıklarına göre yiyecek bulabiliyorlar. Otlu peynir, kara kovan balı, menengiç, sumak, cevizli sucuk, kavun-karpuz çekirdeği, bittim sabunu bunlardan bazıları. Ben Van Peyniri'ni zaman zaman gelip buradan alırım. Tadına doyamazsınız.

Hele cay evlerindeki çaylar benim İstanbul'da içtiğim en güzel demlerdir. Biz de parkın sonuna doğru Gül Çayevi’ne yerleşip kendimize birer çay ısmarladık (şu bardağın güzelliğine bakın, hem de 60 kuruş).

Kıyafetlerimizden midir önce bizi turist sandılarsa da sonra Türkçe'yi çok iyi konuşan turistler sandılar (şaka şaka, ama bazen bu da oluyor, Türkçe cevap veriyorsun, vay be ne de güzel dilimizi konuşuyor - oluyor).

Çaylarımızı içip vatandaşlarla vedalaştıktan sonra Zeyrek Cami'ne doğru pedal bastık. Çevrede pek çok çocuğun özlem dolu bakışları arasında (küçükken ben de bisiklete hep hayran hayran bakmışımdır) mahalle arası sokaklardan Zeyrek'e arkadan yaklaştık. Çevre UNESCO tarafından koruma altına alındığından burada bir şeyi yıkamıyor, yenisini inşa edemiyorsunuz. Her şey plan dahilinde yapılıyor.

Bu da satılığa çıkmış eski bir ev.

Derken Sibel'in telefonu çaldı ve hattın ucunda arkadaşı Yaprak. Maalesef dirseğini zedelediğinden bu geziye katılamadığı gibi bir süre bisiklete de binemeyeceği onu çok üzüyordu, telefonla yaptıklarımız hakkında bilgi alıyor, eminim bizle olmak için can atıyordu. Sibel de ona gördüklerini anlatarak biraz olsun teselli etmeye çalışıyordu.

Bir kilise iken 1453 yılında camiye çevrilen bu yapının önüne geldiğimizde çevrede top oynayan çocuklar çevremizi sarıp bisikletlerimizin vitesleri ve markalarıyla çok ilgilendiler. Ben bisikletlere göz kulak oldum, Sibel ise içeriye girip ziyarette bulundu.

Çok beğenmişti, içeride restorasyon çalışmaları sürmekteydi. Ancak ibadet olduğundan fazla derinlere girememişti, kadınların gezmesi de o kadar kolay olamıyor. Başını örteceksin, bir hayli formalite var. Ama bu kadarı bile onu hayran bırakmaya yetmişti.

Zeyrek Cami (Pantokrator Manastırı Kilisesi) Doğu Roma döneminden kalma dini bir yapıdır. 1118 ve 1124 tarihleri arasında Bizans İmparatoriçesi Eirene Komnena bu manastır sitesini inşa etti ve onu Christ Pantokrator'a adadı. 1136 da imparator John II Komnenos bir kilise daha inşa etti ve bugünkü yapı (kilise) üç ayrı şapel'in bir araya gelmesinden oluştu ki Ayasofya'dan sonra İstanbul'da ayakta kalmış en büyük kilisedir. Fetihten sonra ilk medrese burada acıldı. Fatih külliyesiyle birlikte yeni medreselerin açılmasıyla buradaki medrese kapandı ve bina cami oldu. Bugün yalnızca güney kısmı ibadet için kullanılmaktadır.

Daha sonra arka tarafına geçip Koç topluluğunun işlettiği lokantanın terasından (Zeyrekhane, girişte yazılan uyarı yazısı gereği izinsiz fotoğraf çektirmiyorlarmış, biz de ısrar etmedik - ne durumsa!) Haliç'i ve Süleymaniye Cami'sini seyrettik. Ne muhteşem yapıttır o öyle, Mimar Sinan'ın eseri.

Eh, artık biraz da pedal basma zamanı geldi diye Fatih Cami'nin avlusundan geçip arkasındaki pazarın içinden Yavuz Selim Caddesi'ni keserek Nişanca'ya doğru ilerledik.

Arka sokakların verdiği rahatlık ve keyifle Karagümrük Spor Kulübü'nün stadına kadar gelip oradan ana caddeye çıktık. Fevzi Paşa Caddesi'nde bir benzincide Sibel'in arka lastiğine hava bastık, bayağı inikti ve acaba patladı da kaçırıyor mu tereddüdü içinde yola devam ettik (neyse ki bir sorun çıkarmadı). Kariye Müzesi önünde bisikletlerden inip çevreyi dolaşarak gezdik.

Bu bölge Turing başkanı Çelik Gülersoy tarafından onarılarak bugünkü görünüme kavuşmuştur. Kariye Müzesi 5. yy'da inşa edildiği bilinen bir Bizans Manastırı'dır. Diğer Bizans kiliselerinden ayıran en önemli özelliği 13. ve 14. yy'a ait mozaik ve freskolarıdır (biz bu gezimizde içine girmedik sadece dıştan izledik).

Sonra Konstantinopolis'in duvarları dibinden Tekfur Sarayı'nın yanından (dört duvarı kalmış Bizans dönemi Blaherna Sarayı yapıtlarından ayakta kalabilmiş tek örnektir. Fetihten sonra çeşitli amaçlarla kullanılan bu yapıda 18. yy'da İznik çinilerinin üretildiği bir imalathane mevcuttur. Bugün ise yakınında bir güvercin pazarı bulunmakta) Haliç'e doğru inmeye başladık. Yolumuzun üzerinde Anemas Zindanı'na da bir göz atarak.

Anemas aslında Arap kökenli bir Bizans komutanı olduğunu ve burada tutsak edilmesi nedeniyle zindanın onun adıyla anıldığını biliyoruz. Birçok tarihi filmde mekan olarak kullanılan zindanı, restorasyon çalışması yapıldığından gezmek mümkün değil.

Anemas Zindanı'nın bulunduğu terasın üzerinde Ivaz Efendi Cami yine görülmeye değer bir Osmanlı yapısı.

Burada küçük bir kahvehane var, zaman zaman müşteri gördüğüm. Küçük Yusuf'un bisikleti yanında bir hatıra resmi çektirelim dedik. Arkada Ivaz Efendi Cami.

Haliç'e indiğimizde sağımızda bir kilise gördük, Meryem Ana Ayazması (Panayia Vlaherna). Orayı görmek için, düzenli bahçesinden geçip, bisikletlerimizi park ettikten sonra kiliseyi ziyaret ettik.

Daha önce yaşamış olduğum bir deneyim, papazın çocuklarından bisikleti korumak gerektiğini bildiğimden, sağlam bir yere bıraktık. Son gelişimde merakları sonucu bisiklet düşmüş, lambası kırılmıştı.

Sadece Hıristiyanlar değil Müslümanlar da buradaki kaynaktan çıkan suyu şifalı kabul etmekteler. Bizans döneminde Blaherna Sarayı'nın ayazması üzerine İmparatoriçe Pulcheria bir kilise yaptırmış ve Kudüs'ten gelen iki Bizanslı, Meryem Ana'ya ait olduğu iddiasıyla getirdikleri giysileri burada saklamışlar. Böylecene kilisenin önemi artmış. Ancak fetihten 20 yıl kadar önce yanan bu kilisenin yerine bügün 1900'lerde yapılmış olan küçük şirin bir kilise bulunmakta.

Ayrılmadan önce küçük bir hatıra fotoğrafı çektirmeyi unutmadık tabii.

Artık Haliç'e inmiştik. Feshane'nin önünden geçerek Eyüp Sultan'a doğru ilerledik. Karnımız da acıkmıştı ve burada kendimize ve zevkimize göre bir yer bulmak için turlamaya başladık, onu beğenmedik bunu istemedik sonunda bir Karadeniz lokantasında karar kıldık (Rizem Cafe Restaurant 0212-5640353).

Sibel hemen yemeklere baktı ve kendisi için tadımlık bir karalahana çorbası ve hamsili pilav ısmarladı. Ben de bir çorba ve fasulye turşu kavurması istedim. Benim için nefisti bunlar, Sibel çorbayı pek beğenmemiş olsa da pilava bayıldı (açlıktan olsa, çektiğim yemek fotoları iyi çıkmadı, o nedenle göz zevkinizi bozmamak için eklemedim). Hemen sahipleriyle sohbete girişip gene grup olarak geldiğimizde indirim hakkını elde ettik (aslında bu çaba daha çok Sibel'e ait - itiraf edeyim). Yemekler uygun fiyatta, çorba 2,5 , hamsili pilav 5, turşu kavurma 4, muhlama 5, z.yağlılar 4 - 5 lira arası değişmekte. Tabii çaylar müesseseden olduğundan bolca içiyorsun :))

Laf lafı açtı, mantarlardan, yemeklerden girdik Rize'nin havasından suyundan çıktık. Gelecek sefere geldiğimizde muhlama yemeğe karar vererek ayrıldık ve artık Piyer Loti'ye çıkacak zaman kalmadığından Eyüp Sultan Cami önünde son bir hatıra resmi çekip dönüşe, Karaköy'e doğru yola çıktık.

Eyüp Sultan Cami 1458'de Fatih Sultan Mehmet tarafından yaptırılmış olup Müslümanlarca kutsal sayılan yerlerdendir. Burada Eyüp Sultan Türbesi, sandukasının ayak ucunda bir pınar, avlunun ortasında asırlık bir çınar ağacı bulunmaktadır. Bu kadar çok kabir, türbe, lahit başka bir camide iç içe geçmemiştir. Serviler ve mezarlıklar cami çevresini uhrevi bir mekana dönüştürmüşlerdir.

Dönüşte Balat yakınlarında Sibel'in bir arkadaşına, Bora'ya rastladık ve kısa bir sohbet ettik. Çalıştığı balık malzemeleri satan dükkanda tulum ve fener baktık ama almadık. Tulum biraz ağırdı (1,6 kg) ve biz daha hafif bir şey arıyorduk.

Cibali'den Has Üniversitesi önünden geçip Atatürk Köprüsü üzerinden Perşembe Pazarı içinden Karaköy'e geldik. Ayrılık vakti gelmişti ve Sibel'le vapur gişelerinde vedalaşıp kısa bir surede Nişantaşı'na dönmüş oldum. Sibel'in yolu daha uzundu. Sonuçta ben de 40 km yol yapmış ve 6 saat dolaşmıştım.

Bayramda hava güzel olursa (ki son günleri olacakmış) Küçükçekmece tarafına bir uzanmak istiyoruz. Gelmek isteyen?

Daha fazla bilgi için:


İlginizi çekebilir PiyerLoti gezisi