3 Haziran 2020

Korona günlerinde bisikletle kaçamak; Anadolufeneri

Bu dördüncü pazar, zindanın kapılarını 14-20 saatleri arasında açtıkları. 65+’ları halen ev hapsinde tutacaklarmış. Ne kadar iyi ne kadar kötü sonunda göreceğiz. Bu pazar kaçamak olarak Anadolufeneri’ni seçtim. Beykoz’dan sonra keyifli bir rota, Yuşa Tepesi’ne kadar tırmanılır, şöyle 200 metre kadar yükselirsin deniz seviyesinden, sonrası yeşilliklerin içinden geçer gidersin.

Biraz erken iniyorum garaja, lastiklerin havasını tamamlamak, kilidi yağlamak gibi işler var. Sert lastik sevdiğimden 80 psi basıyorum. Okuduğum kadarıyla lastiğin ömrünü etkiliyor düşük hava, özellikle de yanakları. Marathon Plus kullanıyorum, neredeyse 20 bini geçti, bana mısın demedi J Aman ha... Ne derler: “Kulağını çek tahtaya vur...” Nazar durumları... Pek inanmadığım bir konudur bu gibi şeyler... Zaaflık olarak görürüm. 

2’ye çeyrek kala garajdan hızla fırladığım gibi yokuş aşağı salıyorum kendimi. Hava kıvamında derler ya... Hafif mi desem, bir rüzgar var bana doğru esen. Erken çıktım diye, sanki suç işliyormuşum gibi bir tereddütteyim. Karakolun önünden geçiyorum, polis molis görünürde yok... Geçen haftaki yolun aynısı, Beykoz’a kadar. Barbaros Mahallesi geçiliyor, hikayesini anlatmıştım, AKP’nin rant kavgası... Uzatmayayım, yollar boş olduğundan rahatlıkla ve duraklamaksızın ilerliyorum... Sırasıyla Küçük Çamlıca-Altunizade-Nakkaştepe-Beylerbeyi..., ve sahil yolundan keyifle Beykoz’a doğru gitmekteyim. Bu hafta da yolda bana doğru bir bisikletçi görüyorum. Empati olsun diye selam verdim ama aldırış etmedi... Çıban çıksın bir yerinde J

Beykoz Çayırından sola, Yuşa Tepesi diyerek saptım. Kısa bir müddet çayırın etrafından dönen yol sıkı bir tırmanışa geçiyor. %16 gibi bazı yerlerde eğim gösteriyor Garmin. Tırman tırman biraz düzeldikten sonra tekrar, 201 metre rakımdaki Yuşa Tepesine kadar. Hiç girmemiştim, göreyim diye türbenin olduğu alana sapıyorum. Burada da tırmanıyorsun. Geldiğim yerde kimsecikler yok, dükkanlar kapalı. Tek bir kişi var önünde, 65’lik. Tam türbenin bulunduğu alana girmeye çalışırken kulübeden çıkan memur “Yasak!” diyor. Niye, neden, niçin? – “Kapalı, üstelik de vali var içeride.” Boşuna mı çıktım diyerek kendimi acındırmaya çalışıyorum ama giremiyorum içeriye L Valinin pazar günü burada bulunmasına anlam veremeden kös kös geri dönmekteyim.

Tarihin ilk zamanlarından beri bu bölge kutsal kabul edilip alana tapınaklar yapılmış. Yuşa Tepesi daha önceleri Zeus tapınağına ve Hagios Michael Kilisesine de ev sahipliği yapmış. Ancak bu yapılar deprem yüzünden günümüze gelememiş. Bugün, türbede gömülü olan zatın Yuşa (MÖ 1082-972) olduğuna inanmaktalar. Çeşitli tefsirlerde Yuşa'nın Musa'nın vefatından sonra peygamber olarak görevlendirildiği, Hıristiyanların ve Yahudilerin ona Yeşu dedikleri nakledilir.

Askeri bölgenin dışından, çitlerin yanından süren yolum düz gidip köşeyi dönmemle sıkı bir bayır aşağı gidiyor... Ve uyanıyorum yaptığım yanlışa. Bu yol Anadolukavağı’na inen yol. Halbuki ben Fener’e gitmek istiyordum. Beykoz çayırından sapmakla yanlış yaptım. Kafam Yuşa’ya takılmış. Şimdi müthiş bir hızla Kavağa inmekteyim. Artık girdik bir kere, dönüşü yok. Fazladan bir tepe daha tırmanmak zorunda kalacağım Kavak’tan.

Anadolukavağı’nda köşede oturan üç beş ihtiyar dışında kimsecikler yok. İskele meydanı kedilere köpeklere kalmış. Güneşin altında tembel tembel yatmaktalar. Yoros Kalesi diye sapıp, evlerin yanından mahallenin içinden geçip tırmanmaya başlıyor yolum. Ama bu Yuşa Tepesine olan tırmanıştan daha dik, daha zorlayıcı. Unutmuşum burasını, bir kere çıkmıştım, hatta o zaman parke taştı yol. Tekerler araya giriyordu falan, itmiştik. Ama o başka yol muydu acaba?

Tırman tırman, Yoros Kalesi geçildi, geldim bir düzlüğe. Solumda 3’üncü köprü. Çok güzel bir mimari eser bu. İlk iki köprüyle ilgisi yok. Fransız yapı mühendisi Dr. Michel Virlogeux’in eseri. Tarzını öylesine güzel yansıtmış ki eserine.

Foto ve video sonrası devam ediyorum. Bölge çok çok güzel, yemyeşil sağım solum. Şimdi gelmem gereken yol ile buluşup soldan Poyraz ve Fener diye devam edip artık belli bir yükseklikte düz seyrediyorum. Ara sıra aralardan köprünün ayaklarının uçları gözükmekte. Tek tük geçen arabalar, İSKİ ve Orman İdaresine ait bir bina geçilip artık hızla Fener’e doğru inmekteyim.

1980'li yılların sonuna kadar askeri bölge içerisinde olan Anadolufeneri ve Poyraz, 80'lerin sonunda, dönemin Anadolufeneri muhtarı Meliha Elçioğlu'nun girişimleri ile askeri bölge statüsünden kısmen çıkmış. Askeri bölge statüsünün kaldırıldığı döneme kadar, Akbaba'dan Poyraz ve Anadolufeneri'ne dönen yolun, Anadolukavağı ayırımında bulunan bir askeri kapıdan geçilerek bölgeye girilmekte idi. Bölgeye sadece köylerde yaşayanlar kartları ile rahatlıkla geçiş yapabiliyorken, köyde yaşayan akrabası olmayanlar gezme amaçlı giremiyordu. Köyde akrabaları bulunanlar ise asker kontrolünde akrabalarının evlerine ulaştırılıyordu. Bu süreçte korunan ormanlar ve doğal yaşam, o dönemde Anadolufeneri ve civarındaki ormanlarda pek çok hayvanın var olmasını sağlamıştır. Ceylanlar, yaban domuzları, çakallar ve çeşitli kuş türleri Anadolufeneri ormanlarında bulunmakta, ağaç çeşitliliği ise yaklaşık 12 farklı türü barındırmaktaydı. Ancak askeri kapının kaldırılmasından yaklaşık on yıl sonra Poyraz ormanlarında çıkan büyük bir yangınla, ağaç ve hayvan türleri azalıp bir kısmı ise tamamen görünmez oldu. Ve en son yapılan üçüncü köprü çalışmalarında mevcut ormanın büyük bir kısmı kaybedildi. Bugün gördüğümüz geriye kalan bir avuç alan. Bu da bakalım ne zaman ranta kurban gidecek L

Geldim köye de adını veren, İstanbul Boğazı’yla Karadeniz’in birleştiği bölgede Yon Burnu üzerinde bulunan Fener’e. 1834 tarihli, 1858 yılında Fransızların yapıyı genişletmesi ve kulesini revize etmesi ile birlikte yeni halini almış. Denizden 75 metre yüksekliğinde bulunan fener, içindeki 1000 vatlık ampulü ile aydınlatmakta. Burada ki kristalin çevresindeki elektrik motoru ile dönen paravan sayesinde yanıp sönüyor. Açık havalarda 16 deniz mili açıklığı gören fener inşa edildiği günden bugüne kadar gemilere rehberlik etmekte. Fenerin imtiyazı 1933 yılında parası ödenerek Fransızlardan geri alınmıştır.

Anadolufeneri’nden ayrılıp keyifle bir yokuştan inmekteyim. Kıvrılarak inen yol deniz kenarından geçip askeri bölgenin yanından ilerlemekte. Mandıralar, tek tük evler geçiliyor. Köprü bağlantı yollarının viyadük ayakları arasından devamla Kaynarca’ya doğru. 

Çok komik, hani İngiltere’de olmasından dolayı daha da komikleşen bir haber okudum: İngiltere’de bugünlerde 5G’ye karşı koruma sağladığı iddia edilen bir USB cihazı, 399 pound fiyatla satılmaya başlandı... Efendim, Korona salgınının başlaması ile birlikte, yoğun 5G komplo teorileri konuşuldu. 5G baz istasyonlarına yönelik saldırılar da olmuştu yurt dışında. İşte tam da bu noktada cihaz piyasaya çıkıyor, adı da 5GBioShields, yani bir kalkan. Sözde 5G’nin tehlikelerine karşı koruma sağladığı, Kuantum teknolojisi kullandığı iddia edilen USB’nin içine bakılmış, normal bir USB bellek, devre kartı ve LED lambadan başka bir şey görülmemiş... Ne demeli; enayiler olmazsa uyanıklar nasıl geçinecek J

Kaynarca’dan sonra öyle bir rampa gelir ki... Burayı iki kere tırmanmıştım. İlkinde iterek, ikincisinde destekle. Hamlanmış olduğumdan bugün bayağı zorlanıyorum. Normal’le çıkardım High ile ancak becerebiliyorum. Ama ardından gelen ödül güzel oluyor. Sal kendini salabildiğin kadar... Ancak öncesinde tek çentik kalmış bataryayı değiştirirken yanımdaki ikinci muzu da mideye indiriyorum.

Riva yoluna bağlanıp Zerzavatçı’ya doğru, sıkça kullandığımız yoldayım. Evlerin önlerinde iş yapanlar var. Her zaman mola verdiğimiz kahve kapalı. Önündeki bankta biraz nefesleniyorum. Etrafta kediler köpekler dost bir şekilde yatmakta. Benim gelmemle bile yerlerinden kıpırdamıyorlar.

Acarlar’a çıkp Görele’ye, fi tarihinde burada bir bisikletçi dostumuz vardı, ona uğrardık geçtikçe, acaba görür müyüm düşüncesiyle sapıyorum. Ne demezsiniz, evinin önünde Mete. Çok zaman geçti, çıkartamıyor beni ilk bakışta. Bıyık falan yoktu o tarihlerde. Ama fazla sürmüyor, jeton düşüyor. Korona yüzünden sarılamıyoruz da birbirimize. Ama içilen bir kahve eşliğinde bisiklet, iş, hayat, sağlık..., geçen zamanı telafi etmekteyiz. Eşi ve oğluyla yanlarında yarım saatimi geçirip ayrılıyorum. Yasaklı duruma düşmeyeyim, 20’de evde olmak lazım.

Görele’den inip Çavuşbaşı’na doğru, geçen hafta pedalladığım yolla buluşup Hekimbaşı-Ümraniye şeklinde zamanında evin garajından giriş yapıyorum. 86 km gösteriyor bisikletin saati. Turu, Antik Yunan döneminde, MÖ 6’ncı yüzyılda Ege'de yaşadığına inanılan ünlü masalcı Ezop'un (Aisopos) iki bin altı yüz yıldır canlılığını yitirmeyen öyküsüyle kapatayım: Hikâye bu ya... Bir inek, bir beygir, bir eşek, etrafa dağılıp insanların ne yaptıklarını öğrenmeye ve üç yıl sonra buluşmaya karar verirler... Her biri başka yöne gider. Aradan üç uzun yıl geçtikten sonra buluşma yerine önce inek ve beygir gelir... İkisi de perişan bir halde, zayıflamış, dişleri dökülmüş, kamburları çıkmış, adeta çökmüştür.
Ezop (Aisopos). 
Diego Velazquez
 (1599-1660)

Beygir merakla sorar: 'Nedir bu halin inek kardeş?' İnek acıklı bir şekilde içini çekerek anlatır: “Sorma beygir kardeş... Bu insanlar çok merhametsiz... Beni durmadan birbirlerine sattılar. Alan sütümü sağdı. Bir inek daha bulup onu yanıma koyarak bizi çifte koştular, aç bıraktılar. Canımı zor kurtardım be kardeş.”

Beygir de acı acı başını sallayarak anlatır: “Ah, sorma... Benim de ağzıma bir demir parçası geçirdiler, ağzımı açamadım. Üzerime bindiler, ses çıkaramadım. Biri indi, öbürü bindi! Binmedikleri zamanlar zincire vurdular. Belim çöküp de onları taşıyamaz bir hale geldiğinde arkama kocaman bir araba bağladılar. Bu sefer birçoğunu yeniden taşımaya başladım. Ben onları taşıdıkça, daha hızlı gitmem için kırbaçladılar. Canımı zor kurtardım inek kardeş.”

İnek ve beygir böyle konuşurken uzaktan eşek görünür. Hayli neşelidir. Islık çala çala, taşlara tekme ata ata, hoplaya zıplaya gelir. Mutludur. Üstelik şişmanlamıştır. Tüyleri pırıl pırıl parlamakta, gözlerinin içi gülmektedir. Üzerinde lacivert takımlar vardır. İnek ile beygir şaşırmış bir şekilde, “Nedir bu halin? Neler oldu? Neden böyle zevkten dört köşesin?” diye sorarlar. 

Eşek keyifli bir şekilde anlatır: ”Sizden ayrıldıktan sonra uzakta bir memlekete vardım. Birisi yukarı çıkmış bağırıyor, bağırdıkça insanlar onu alkışlıyordu. Ben de yüksekçe bir yere çıkıp bağırdım. Benim bağırmamı bilirsiniz, yeri göğü inletirim. Sesimi duyan benim yanıma koştu, duyan duymayana haber verdi, etrafım insanlarla doldu. Onlar geldikçe ben daha çok bağırdım. Haktan, hukuktan, refahtan, adaletten filan bahsettim...”

“Eee, sonra ne oldu?” 
“Ne olacak beni başkan seçtiler!”
“Deme yahu... Yani sen başkan mı oldun?”
“Evet... Bir şey yapmama gerek kalmadı. Ben bağırdıkça onlar “Seninle gurur duyuyoruz” diye alkışladılar. Ben de yedim ve bağırdım, yedim ve bağırdım!”
“Pekiii..., senin eşek olduğunu anlamadılar mı yahu?” 
“Valla, yarısı anladı ama diğer yarısına anlatamadı!”

















Korona günlerinde bisikletle kaçamak; Anadolufeneri: Dudullu-Beylerbeyi-Beykoz-Anadolukavağı-Anadolufeneri-Kaynarca-Zerzavatçı-Görele-Çavuşbaşı-Hekimbaşı-Ümraniye-Dudullu

Tur tarihi: 31 Mayıs 2020
Kat edilen mesafe: 82,58 km.
Ortalama hız: 17,9 km/sa.
Bisiklete biniş süresi 4 sa. 36 dk., dışarıda geçen süre 5 sa. 52 dk.
En yüksek sıcaklık 31 ˚C, en düşük 21 ˚C, ortalama 26,9 ˚C
İrtifa kazancı (çıkış) 1654 m, kaybı (iniş) 1630 m.
En düşük irtifa 0 m., en yüksek 252 m.





Barbaros Mahallesi geçiliyor, hikayesini
 anlatmıştım, AKP’nin rant kavgası.


Yollar boş olduğundan rahatlıkla ve duraklamaksızın ilerliyorum.



Havanın güzelliği ile 65+’lar yollardalar.


Beykoz Belediyesi her pazar burada bisiklet çekilişi
 yapıp ardından kalabalık bir toplulukla, başlarında başkanları
 tur atarlardı. Ama bugün in cin durumları J



Beykoz Çayırından sola, Yuşa Tepesi diyerek saptım. Kısa bir
müddet çayırın etrafından dönen yol sıkı bir tırmanışa geçiyor. 

%16 gibi bazı yerlerde eğim gösteriyor Garmin.


Yuşa Tepesinde kimsecikler yok, dükkanlar kapalı.

Askeri bölgenin dışından, çitlerin yanından süren yolum düz gidip...

... köşeyi dönmemle sıkı bir bayırdan aşağı...

... deniz kenarına kadar indi.

Anadolukavağı’nda köşede oturan üç beş
 ihtiyar dışında kimsecikler yok. 


Tırman tırman, Yoros Kalesi geçildi... 

... geldim bir düzlüğe. 3’üncü köprü. Çok güzel bir mimari
 eser bu. Fransız yapı mühendisi Dr. Michel Virlogeux’e ait.


Bölge çok çok güzel, yemyeşil sağım solum. 

Artık belli bir yükseklikte düz seyrediyorum.

Ara sıra aralardan köprünün ayaklarının uçları gözükmekte. 

Askeri kapının kaldırılmasından yaklaşık on yıl sonra Poyraz
 ormanlarında çıkan büyük bir yangınla, ağaç ve hayvan
 türleri azalıp bir kısmı ise tamamen görünmez oldu.


Tek tük geçen arabalar, artık hızla Fener’e doğru inmekteyim.


Beyaz taştan yapılmış fenerin boyu 20 m’dir. Yalnızca
 Beykoz'a dönük yüzünün dar kısmı karanlıkta kalır.
 Anadolufeneri orijinal halini koruyan nadir fenerlerden
 biri. Bir tek fenerin kristalini döndüren motor ve
 ampul sonradan eklenmiş. Denizden 75 m yükseklikteki
 fener, saniyede bir beyaz ışık veriyor, 18 sn bekliyor.

Anadolufeneri’nden ayrılıp keyifle bir yokuştan inmekteyim. 

Kıvrılarak inen yol deniz kenarından geçip askeri
 bölgenin yanından ilerlemekte. 


Mandıralar, tek tük evler geçiliyor. 

Bu ağaca her geçişimde hayran kalıyorum.

Bir de bu ev. Karadeniz’dekinin tıpkısı sanki J


Köprü bağlantı yollarının viyadük ayakları
 arasından devamla Kaynarca’ya doğru. 


Kaynarca; 93 Harbinden sonra kayda değer bir Laz nüfus gelmiştir.

Kaynarca’dan sonra öyle bir rampa gelir ki... 




Riva yoluna bağlanıp Zerzavatçı’ya doğru,
 sıkça kullandığımız yoldayım. 




Zerzavatçı, her zaman mola verdiğimiz kahve kapalı. Önündeki
 bankta biraz nefesleniyorum. Etrafta kediler
 köpekler dost bir şekilde yatmakta.

Mete, eşi Arzu ve oğulları ile, Görele.

Görele’den inip Çavuşbaşı’na doğru...

... geçen hafta pedalladığım yolla buluşup...

... Hekimbaşı-Ümraniye şeklinde...

... hızla eve doğru gitmekteyim.