20 Ağustos 2009

Kurt-Doğmuş

Kurtdoğmuş köyü İstanbul’un eski bir yerleşim yeri. 700 yıllık bu köy adını Osmanlı ordusunun bugünkü karşılığı komando olan kurt askerlerinden alıyor. O zamanda köyde doğan tüm gençler gönüllü olarak kurt asker oluyormuş.

Biz de tavşanın yeniden bisiklete dönüşünü Kurtdoğmuş’a giderek kutlayalım istedik. 1 gün öncesinden haberleşerek Pazar (16.08.09) sabahı 7:45 gemisiyle Beşiktaş’tan Kadıköy’e geçmek üzere randevulaştık.

Bilindiği gibi 3 hafta önce Firuzan Belgrad Ormanında bir kaza geçirdi. Mıcır üzerinde kayan tekerlek sonucu soluna düştü ama sağ ayak bileği aynakolun dişlilerine geçti ve feci yırtıldı. Tekrar bu konuya girmek arzusunda değilim, geride bıraktık o olayı. Söyleyeceğim şu ki, aynakol üzerinde koruyucu plastik çemberin görevi sadece zincir veya aynakolu taş vs’den koruması değil, esas böyle düşüşlerde bileği korumasıdır. Neden her bisikletin üzerinde zorunlu olarak bulunmaz ki?!!! Yeni aldığı Corratec X-Vert Cross bisiklete bu olaydan sonra hemen taktırmak oldu işimiz. Gerçi burada da başka bir sorunla karşılaştık. Aynakol üzerinde çemberin takılacağı deliklerde diş yoktu, açtırmak lazımdı. Bir de onu çözmek gerekti. Neyse ki Şamil bu konulardan anlıyordu da işimiz zor olmadı. Eline sağlık. Kısacası: Aynakolunda koruma çemberin olsun!

Sabah kalktığımızda hava pek bir kapalıydı. Meteo’da hiç de buna ilişkin bilgi yoktu. Son zamanlarda tahminlerde pek bir yanılmaya başladılar. Mutlaka başka sitelerden, yabancılardan çift taraflı kontrol etmek lazım. Yoksa sürprizle karşılaşıyorsunuz. Yolluklarımızı hazırladık, sandviç, bisküvi vs. Yol haritasını aldım. Üzerinden konuşmak daha kolay oluyor. 2 kere daha önceden gitmeme rağmen bölgenin tamamını görerek konum belirlemek daha rahat. Sabah serinliğinde ve boşluğunda iskeleye inmek çok kolay oluyor hep. İşin en güzel yanı da evden iskele yokuş aşağı, yanı hemencecik yüklenmek zorunda değilsin pedallara, vız diye kayarak gidiveriyorsun.

Aynen geldik iskeleye ve Hasan ile Özgür ve Gökhan’ı beklerken bulduk. İlhan yazmıştı 2 arkadaşının da bu geziye katılacağını. İsim vermişmiydi hatırlayamıyorum ama ben tabii Özgür ve Gokhan’ı tanıyordum. Yani tanışma faslına gerek bile kalmadı. Firuzan da tanıyordu. Derken Fahri çıkageldi böylecene Beşiktaş’cılar tamamlanmış oldu. Gemi de zaten az sonra kapılarını açtı ve hepimiz sağa sola bisikletleri yerleştirip sabah sohbetine başladık. Tabii bu günün konusu Firuzan’in kazası, iyileşmesi, yarasıydı. Ancak Özgür de bir kaza geçirmiş ve kolunu kırmış. Bundan haberim olmamıştı. Tekrar geçmiş olsun demek isterim. Zincirlikuyu’da yan yoldan sürratle çıkan bir otoya çarpmamak için frenlere asılmış ve bisikletin üzerinden uçmuş ve neticede sağ dirseği kırılmıştı. Gece geç saatlerde hastane köşelerinde geçirmiş ve sonunda Etfal Hastanesinde tedavisini yaptırmış. Orada ve öncesinde yaşanan sıkıntıları dinlerseniz acırsınız halinize. Vaz bile geçmek gerekir binmekten. Canını ortaya koyuyorsun bu tutkuyu yaşarken. Bugün yolda da başka durumları yaşadık, sonra anlatacağım.

Yeni gemilerdendi çalışan, sabah da yolcu yoktu, off gel keyfim gel. Çayımızı alıp yayıldık. 20 dk sonra zaten varmıştık. Hemen inip fazla bekletmeyelim dedik İlhan’ı ve bastık Feneryolu'ndaki buluşma noktasına (mantarlar) doğru. Bu sefer herkes hızlıydı ve çok çabuk ulaştık oraya. Daha İlhan’dan eser yoktu. Biz de oturduk banklara beklemeye başladık.
Böyle beklerken Cuma günkü olayımı anlatıyordum. Kadıköy’den gemiden çıkıp Moda tramvayı yolundan Boğa Heykeline doğru dönülen, bir kenarda da yaya geçidi olan yerde, raylarda teker bir kaysın. Aynen yerlerdeyim. Yani hiç programda yoktu. Hani öyle fazla da riskli bir dönüş değildi. Cam gibi kaydı bisiklet üzerinde ve milletin önünde kendimi yerde buldum. Garip oluyorsunuz, ortada birşey yok ve bisikletli adam aniden uçuyor. Önüme bakarak kalktım ve söyle bir bisikletin durumunu kontrol ettim, fazla eğilen bükülen birşey yoktu, yiğitliğe birşey sürmeden hop atlayıp sanki normalmiş gibisinden devam ettim. Sonra baktım ki sağ diz hafif bir sıyrık almış bu uçuştan. Herşeyi hesaplıyorsun, bir tanesini atladın mı olan oluyor!

Az sonra İlhan geldi ve sabah kahvaltısını biraz uzun tuttuğundan geciktiğni söyledi. Ehh o kadar da olur. Selamlaşmalar, tokalaşmalar sonrası yola çıktık (7 kişi etmiştik). Bu tarafa yağmur yağmış, yollar ıslaktı, kurumak üzere ama. Halbuki Avrupa tarafında damla bile düşmemişti. Derken telefon çaldı ve Murat nerede olduğumuzu, arabayla yakına gelip katılacağını söyledi. Buluşma yeri olarak Caddebostan Migros dedik ve oraya doğru pedallamaya başladık. Bu grup çok hızlıydı, heryere zamanından önce varıyordu, nitekim buraya da erken geldik ve parkta beklemeye başladık. Bir köpek yavrusunun ekmek yemediğini öğrendik. Neyse ki bir hanım çıkageldi ve onun sevdiği şeyleri önüne koydu da bayram etti yavrucak. 15 dk sonra da zaten Murat geldi, bisikletini monte edip aramıza katıldı. 


İnsanlar niçin tokalaşıyorlar?

Tokalaşma aslında çağlar öncesi bir adet. Çok eski çağlarda, tüm erkekler bir silah taşıyor ve çoğunluğu da bu silahı sağ eli ile kullanıyordu.
Bir erkek digerine dost olduğunu, elinde silah bulunmadığını göstermek için, boş sağ elini uzatıyor, diğeri de aynı şeyi yapıyordu. Ama her iki taraf da kendini emniyete almak, diğerinin aniden silah çekmesine mani olmak için, birbirinden emin olana kadar, birlikte ellerini hafif sıkarak duruyorlardı.

Tokalaşırken elleri sallama alışkanlığı, elleri daha iyi kavrayarak, rakibin giysisinin içinden aniden bir silah çıkarmasını önlemek için başlamış olabilir. Ancak sonraları dostluğun bir ifadesi oldu. (Lüzumsuz Bilgiler Ansiklopedisi - Tamer Korugan).



Asfalt yoldan Bostancı-Pendik yönüne doğru hızlandık. Maltepe’de Mehmet bekliyor olacaktı. Yolda İlhan’ın önerisiyle kahvaltı mola yerimizi Dragos Belediye Tesisleri olarak değiştirdik. Yoldan Mehmet’i de alarak 9 kişi olarak tesise girdik (9:30 / 18.km). Erken olmasından dolayı fazla insan yoktu. Rahatlıkla kendimize yer bulduk. Kahvaltılıklarımızı alıp çay eşliğinde yedik. Fahri böreği beğenmedi, kuru buldu. Ama biz onun yemediğini yedik. Kuruydu gerçi ama tadı fena değildi. Yemiyenin malını yerlermiş sözü buradan mı çıkmıştı? Unutmadan, Fahri’nin yeni ayakkabıları göz kamaştırıcıydı. Kıpkırmızı, hatta sıklamen demek daha doğru olur, Örümcek Adam modeliyle epeyce dikkat çekti uğrak yerlerinde.


Belediye buraya bir minnacık bisiklet park köşesi yapmış. Oraya da betondan böyle bücür şeyler koymuş (resmini çekecektim unuttum). Sözüm ona tekeri sokacaksın oraya ve duracak bisiklet. Mümkün mü! Bir kere öyle alçak ki bisiklet orada kendini taşıyamıyor, tekerin tellerine yaslanıyor tüm ağırlık. Yani telleri eziyor-büküyorsun. Bunu da personele anlatamıyorsun, illaki oraya koy, olmazdı-olurdu laflamasıyla bir 5 dk geçiriyorsun ki ikna olup yanlara dayamana izin verilsin. Bunları kim tasarlar? Yaptığı tasarımı hiç denemez mi? Hiç bisiklet görmüş müdür bu kişi? Böyle bir kişi var mıdır? Yoksa bunlar başka amaçlarla yapılmış ama bisiklete de kullanırız mı denilmiş?!!! Tüm bunlar 5 bilinmeyenli bulmaca gibi durmakta. Bazı şeyleri çözemiyorsunuz.

Karınlar doyunca da yolumuza gidelim dedik. Kartal’ı geçmiştik ki Firuzan’ın arka tekerin havası azalmış, ona bir hava basıldı. Acaba durum neydi? Sübap mı, patlak mı? Bir kere bende de böyle bir durum oldu. Çıkardım iç lastiği, inmişti yolda giderken, yenisiyle değiştirdim. Eve geldiğimde lastiği su kabında kontrol ettim ama hiç bir patlak bulamadım. Garip! Giderken kendi kendine nasıl inerdi ki? Firuzan da bunu hatırlattı bana. Evet, aynısı olabilirdi.

Yolda dikkatimi çekti, bazı uyarı levhaları dikilmişti. Bisiklet ve yaya yolunu gösteren. Daha önce hatırlamıyorum gördüğümü. Çok bÖyÜk çalışma yapmışlar!!! 

Neyse devam ettik ve Pendik’e 2-3 km kala kum depolarının orada Fahri’nin arka tekeri iniverdi (10:30 / 24.km). Haydi bakalım işbaşı. Söküldü ve içinden L şeklinde 4 cm uzunluğunda çivi çıktı. Yerde yatan bu şey nasıl olur da lastiğe saplanır? Yani lastik onu nasıl kaldırıyor, çeviriyor ve içine alabiliyor. Herşey de saniye içinde ve belki de 3-4 cm alan üzerinde. Ama olmuştu işte. Aldım parçayı saklamak üzere. Bir yama atıldı ama çivi 2 yeri delmişti. Karşısında da delik vardı. İçinde de patlak önleyici sıvıya rağmen. Bazen işte sıvı da işe yaramıyor. Fahri de yeni lastik takayım istedi. Böyle 2 yamayı vurmak doğru gelmedi. Ancak yanındaki yedek lastik küçük müydü ne olduysa bir türlü tekere oturmadı. Bu durum üzerine İlhan kendininkini verdi ve mesele halledildi ve yola tekrar çıkıldı. Yarım saatimizi yedi gene de bu operasyon.



Güzelce Pendik’i geçtik ve Askeri Tersane’nin önünde Firuzan’ın lastiği kendini tekrar belli etti (11:30 / 24.km). Kaçırma falan değildi bu. Orada askeriyenin önünde de devamlı askerler düdük çalıp dururlar diye biraz ileride cep gibi bir yere çekip lastiği yamadık. Yanındaki yedek lastik de araba sübabı (Schrader) çıktı. Satıcı yanlış malı vermişti, iğne sübap (Presta) yerine. Mecburen yamandı ve yola çıkıldı.

Kaynarca’dan S.Gökçen yönüne doğru otoyolun güvenlik şeridinden ilerlenmeye çalışıldı. Çalışıldı diyorum çünkü öyle bir karşı rüzgar vardı ki zar zor ilerliyorduk. Yani rüzgarın hızını ölçecek alet yoktu ama bence 40-45 rahat vardı, sen de 60 km. Bu mücadele sırasında Firuzan’dan tekrar bir patlak haberiyle ekip durdu ve arka lastikte delik aramaya başladık (11:30 / 31.km). Öncekinde lastik içine kadar herşey kontrol edilmişti, bu da nereden çıktıydı şimdi! Zar zor minicik bir delik bulundu. Ama lastiğin içi temizdi. Biliyorsunuz lastiği janta takarken marka yazan kısmını (yazıyı) sübap deliğine gelecek şekilde yerleştirdiğinizde patlağın yerini elinizle koymuş gibi bulursunuz. Sübabın 2 yanında bir yerdedir. Ama yoktu. Demek ki girdi çıktı diye düşündük.
Yamandı ve yola devam edildi. Sağa İstanbulPark’yönüne girip arada da bir zincir atmasıyla Firuzan herşeyi görmüş ve yaşamış oldu. 3 haftalık aradan sonra bugün hem rüzgara karşı, hem 2 patlak hem zincir iyi gelmişti (bundan böyle patlak tamirleri Firuzan’ın uzmanlığı oldu). Neyse gezi sonuna kadar başka teknik bir sorun çıkmadı kimseye.

Rüzgar bize karşı Kurtdoğmuş’a kadar esmeye devam etti. Hani acaba başka bir yere mi gitsek, ters yöne gitsek de arkamızdan itse diye düşünmedik değil.

Her zaman gittiğimiz otoyol bu sefer kapatılmıştı. Biz gene de devam ederek inşaat halindeki yoldan bisikletleri atlatarak yolu kısaltmış olduk. Araba gibi dolanarak gitmek zorunda değilsin ki! İşte bisikletin güzel yanı, bazen yaya bazen araç oluyorsun.

 


Bu yolu devam ederek sonunda yol ayırıma geldik ve sola sapıp Kurtdoğmuş-Ballıca‘ya doğru yöneldik. Artık ana yoldan çıkmış, sakin ara yollara girmiştik. Hava serindi, rüzgarlıydı, ama güneş çıktığında yakıyordu. Gerçi serinlik iyiydi, kavurmuyordu. Gökhan’in bir ara sağ bacak kasından şikayetçi olduğunu duydum. Durmuştuk su almak için bir çeşme başında. Lasonil vardı sağlık memurumuzun yanında. Hemen gereken müdaheleyi yapıp yola devam etmesini sağladı İlhan. Bizler de mataraları doldurduk. Su şöyle böyle tatdaydı. İçilirdi ama hani Ovacık’daki gibi değildi. Etrafta piknikçiler, arabalarla geliyorlardı. Bir arabada 11 kişi. Neymiş, toplu taşımacılık yapıyorum diyordu şoförü. İyi ediyorsun, toplu ölüm de böyle oluyor herhalde. Okuyoruz, bir aile yok oldu trafik kazasında :(( Kendi canının değerini bilmeyen başkasınınkini nasıl düşünür ki!!!
Haydi devam diyerek yola tekrar çıkıldı ve dere tepe düz mü desem eğri mi desem gidildi de gidildi. Küçük molalar verilerek dinlenildi. Ateşli olanımız önden gitti (bkz. örnek: Hasan). Ama keyifle sürdürdük yolculuğumuzu.
Sonunda Kurtdoğmuş göründü. Daha girmeden köye böğürtlenlerle karşılaştık. Durur mu kimse. Hemen inildi ve nefis böğürtlenler miğdeye indirildi. Parmaklar da mosmor tabii. Fotograf çekmeye fırsat bulana kadar hepsi temizlenmişti :)) Acıkan Fahri ise önden köye keşif yapmaya çıktı. Hadi artık gidelim diye bazılarımız hareketlendi, daha fazla yemek isteyenler kaldı. Köy girişinde kurulmuş sebze tezgahlarında elma–domates-biber falan satılıyordu. Firuzan bunları gözüne kestirmiş ki sonra kahvede yemek yerken üşenmedi yolu buraya kadar geri gidip bize öyle domatesler, elmalar getirdi ki. Değdi de değdi, ayaklarına sağlık.

Artık köyün kahvesindeydik (14:30 / 55.km) ve karnımızı doyurmanın yollarını arıyorduk. İleride bir lokanta varmış, köfte falan bulunur dediler. Hemen Fahri önderliğinde Hasan, Murat. Mehmet ve İlhan’dan oluşan keşif ekibi oranın yolunu tuttu. Biz, Özgür ve Gökhan ile kahvede kaldık. Derken birazdan Murat ve Hasan döndüler. Gidilen yer meyhaneymiş, ama nefis bir göl manzarasına bakan. Efkarlanıp içesi geliyormuş insanın. Yemekler de içki yanına gidecek türdenmiş. Gerçi sonra kalanlardan öğreniyoruz ki karınları gayet güzel doymuş. Pirzola, salata kavun karpuz derken top gibi olup geldiler. Pirzola+salata 12 liraymış. Kavun karpuz ikram. Ramazandan sonra demlenmeye geliriz. Bakalım bu sene mahalle baskısı nasıl olacak?!!!

Hasan gitti pide aldı (yanına da B.peynir). Murat da salam ekledi (şart mıydı? Evde yemezdim ama burada canım çekti diyor-afiyet olsun). Firuzan da domatesleri. Çaycı da bir tepsi koydu masaya. Gazeteler de serildi (malumunuz) ve sofra hazırdı. Özgür ve Gökhan da yaptırdıkları yarım ekmek arası salam+peynirle açlığa çözüm buldular. Çok nefis bir sofrada herkesin karnı doydu da taştı bile. Son çaylar (35-Krş) ve sodalar (50-Krş) da içilince göl kenarına gidilmek üzere ayaklanıldı.
Ben acaba bu kalablıkla İSKİ nizamiyeye gidilir mı diye bir yoklama çekmek için oradaki tanıdığımı aradım ama o da izindeymiş Konya’da. Ama olsun dedik, şansımızı deneyelim bir diye çıktık vardık göl kenarına. Piknikçilerin bol olduğu bir alan. Köy isim tabelasının sağından baraja doğru sapıyorsunuz ve hafif çıktıktan sonra inen, dikkat edilmesi gereken toprak bir yol.

 
Fakat bu arada uzakta ileride, sanki su aldığımız çeşmenin oralardan büyük kara bir duman yükselmeye başladı. Gittikçe büyüyen bu duman bizi oldukça tedirgin etti. 177’yi arayan Firuzan yangın ihbarında bulundu (burada tekrar vurgulamak istiyorum. Kesinlikle beni ilgilendirmez, zaten ihbar yapılmıştır denilmemeli ve ne olursa olsun vatandaşlık görevi gereği haberdar edilmeli). Öğrendiğimize göre ekip yola çıkmıştı. Nitekim az sonra havada 3 uçak 1 helikopter göründü ve yanan bölgeye su atmaya başladılar. Atılan yerde dumanın rengi beyazlaşıyordu. Bu da söndüğünün işaretiymiş (ancak haberlerden öğrendiğimize göre 5-6 ayrı noktada aynı anda başlayan yangının kundaklamadan kaynaklandığına dair şüphe varmış ve plakası tesbit edilen araç aranmaktaymış. Umarım failini bulurlar ve unutmayacağı bir ceza verirler).




Yangın durumu nedeniyle daha fazla kalmayıp büyük borunun yanından barajın üzerinden geçip telin üstünden ve altından (bulduğumuz gedikten) bisikletleri aşırtıp İSKİ’nın arıtma tesislerinin bulunduğu sahaya girdik. Biraz da çekinerek, kalabalıktan dolayı (9 kişiyiz ne de olsa), çok dikkat çekermiyiz ve bir duruma sebep olurmuyuz diye. Ben önden arkadaşlar arkadan gelerek çıkış kapısına vardık. Hemen tanıdık isimleri sayıp kendimizi tanıttık. Neyse ki güleryüzlü ve hoş sohbet arkadaşlardı ve bize tepki vermediler. Ancak anlattıklarına göre geçenlerde gelen bir grup bisikletçi kapının kilitlerini kırmışlar (bizim üzerinden atladığımız) ve çok zarar vermişler. Bunları duymak tabii hiç hoş olmadı. Onlar adına özür dilemek bize düştü.

İSKİ ekibinin tamamı da zaten yangın bölgesine gitmiş. Biz de çaya kalmayıp suları tazeleyip dönüş yoluna çıktık. Yolda az gittikten sonra itfaiye arabalarını gördük ve yanmış bir yamacı söndürürken bulduk. Trafik ağırlaşmış, durum çok üzüntü vericiydi (İSKİ’nin burada ektiği 500 fidanın zarar gördüğünü öğreniyoruz). Düşünsenize camdan atılan bir izmarit ve yanan hektarlarca orman. Arkasına bile bakmadan giden ve felaket yaratan insan. 


 
 
Kurna’da durmadık, nedense kimsenin ilgisini çekemedi bu köy. Belki de gördüğümüz yangının etkisiyle moralimiz bozulmuş bölgeden bir an evvel uzaklaşalım istiyorduk. Devam ederek, yolda yanımdan teğet geçen Altur şirketine ait bir minibüse dikkat etsene lafının üzerine arabadan kavga etmek için inmeye yeltenen alkollü şoförü atlatıp, saygı ve dikkatten uzak kaba saba varlıkların arasında yaşamanın üzüntüsüyle (bir de bunun üzerine Ordu’da köylülerin 2 İngiliz bisikletçiyi ölesiye dövdüklerini okuyunca-altta bağlantısı var haberin) bastık pedallara ve geldik Pendik’e. Burada Gökhan’ı trene yolcu ettik. Artık Alibeyköy’e gitmesi daha kolay olurdu. Sağ adelesi ona sorun çıkartıyordu (gemideyken öğrendik ki rahatça dönmüştü evine ve çok sevindik).
İstasyon girişinde ters yönden gelen, elinde cep telefonuyla konuşarak üzerimize süren, uyardığında da böğürerek konuşan insanlıktan nasibini alamamış başka bir yarmadan kurtulup (altındaki araç da 4x4. Para ne yazık ki insanlığı öğretemiyor) sahil yolundan gelerek Dragos tesislerinde ihtiyaç molası vermek için durduk. Gene şansımız vardı ve bir masa bulduk ve yerleştik. Yanımızda kalan son şeyleri de biraz takviye yaparak süpürdük. Son gemi 20:45‘deydi Beşiktaş’a. Ona yetişmeye 1 saat var diye daha hızlı basarak Bostancı’ya kadar asfalttan, sonrasında bisiklet yolundan (Fahri ise Bağdat Caddesi'nden inatla) sıkı bir tempoyla pedalladık. Caddebostan'da Murat ayrıldı. Tam iskele meydanına yaklaşıldığında, ışıklarda 3 adım ilerlemiş sonra da kırmızı yanınca geri çekilmeyi aklından geçirmiş bir yayayı, benim sıyırıp geçmem ama arkamdan gelen Firuzan’ın önüne düşen gencimizi de sıkı bir frenle hayata kazandırıp gişelere geldik. 10 dk‘mız daha kalmıştı vardığımızda. Ama esas sürprizse Fahri'nin çoktan gelmiş olmasıydı. Oturuyordu bile bekleme salonunda. Biz onun trafikte takılacağını sanıyorduk (yoksa arabaya mı koydu da geldi Taka :)).

Yorulmuşuz, yerleştik sıralara ve olayları hatırlayarak sohbete geçtik. İyi bir gün olmuştu, çok şey yaşanmış ve eve dönüyorduk. Beşiktaş’ta Fahri Barbaros yokuşundan, Hasan çarşı içine yemeğe, biz de Akaretler’den çıktık. Nişantası’nda Özgür Mecidiyeköy’e doğru devam ederek bizse eve doğru dönerek vedalaşmış olduk ekipten.

Daha eve varmadan Amerikan Hastanesi'nin önünde arabasından inmek için kapıyı aniden açan kadın engelini de başarıyla atlatıp apartmanın önüne geldik. Son bir hamleyle velespitleri sırtlayıp 2 kat çıkartarak sonlandırdık gezimizi.

21:45 olmuştu saat. 115 km yolu 6 saat 41 dakikada almış. Ortalama hızımız 17,3 idi. 2437 kalori ve 229 gr yağ bırakmış olarak muradımıza ermiştik ;-)

Her gezinin sonunda dinlenirken şöyle bir düşünüyorsun, ne gündü beee... Bisiklete binmek sanki bir Atari oyunu gibi. Yol boyunca dizili bir takım engeller, zorluklar falan var. İşte onlardan kurtularak – çözerek hedefe varmaya çalışıyorsun. Tek farkla bu bir oyun değil - gerçek. Silip tekrar başlatamıyorsun.
Yol: N.taşı > B.taş > Kd.köy > Dragos (18 km) > Kaynarca > Kurtdoğmuş (55 km) > Pendik > Kd.köy > B.taş > N.taşı (115 km)

Not: FotoFiru’ya teşekkürlerimle. Onsuz eksik olurdu görsel anlatım.

Yorumları okumak için bakınız:
Kaynakça:


Not 2: Öğrendiğime göre dayak yiyen İngiliz turistlere Ordu Valiliği bedava tatil vermiş. Yaraları bir nebze olsun kapatacaktır (25.08.09).


İlginizi çekebilr Garipçe, Mert'le