16 Eylül 2024

[bisikletle]Türkiye: Batı Anadolu Arkeolojisi’nin izinde... (Güney–Denizli)

14 Eylül 2024, Cumartesi / Güney - Denizli, 81 km (11. gün)


7’yi geçe başlıyorum hazırlanmaya. Her sabah yapılan aynı işler sırayla tamamlanıp, bisiklet yola hazır edilip dışarda bir yere dayayıp 4. kattaki kahvaltı salonuna 08.15 gibi çıkıyorum. Malum bir tabak hazır bekliyor. Fazla doldurmadan mideyi, tahin pekmezi de yanıma alıp veda ediyorum resepsiyoncu beye (adını hatırlamadığımdan böyle anılıyor : )). Kibar bir insan. Nisandan beri çalışıyormuş. Sözleşmesi yokmuş ama sigortası yatıyormuş. Herhalde belediye sigortasız çalıştır(a)mazdı.


08.41, çekilen ilk foto sonrası otelin önünden inen dik yokuştan salıyorum velespiti. Frenleyerek inmekteyim. Kilitli taş da pek bir nahoş oluyor. Böyle dalgalandırıyor hatta kaydırıyor bisiyi, aralara girince teker. Hep çapraz geçmek iyi ama o zaman da fazla bir oraya bir buraya gidiyorsun.


Ayrılmadan Pamukkale’nin üretim tesisini de görmek istiyorum. Bizim evin yakınında, İstanbul’da deposu var. Oradan alaca’m ama fiyatlar acaba daha ucuz mudur yoksa tam tersi, marketler mi daha ucuz? Tarifle buluyorum. Bir sokağın içinde, mütevazı bir görünümde. Kaç senelik acaba? 1962 yılında Denizli - Güney ilçesinde Fevzi Tokat ve 4 kardeşi tarafından 100 bin litre kapasiteli bir şaraphane olarak kurulduk. Şirket yönetimini 1972 yılında ailenin en küçük kardeşi olan, gıda mühendisi Yasin Tokat’ın devralmasıyla Pamukkale Şarapçılık olarak markalaşma yolculuğumuz başlamış oldu...

PamukkaleŞarap


Suyumu lokantanın karşısındaki çeşmeden doldurmak istememiştim ama bunun için kokuyor dediler. İyisi geride yukarıdaymış. Ama tekrar tırmanmak istemiyorum. Başka nerede var? Buralarda yok. Peki şelalede var mı? Vardır deniliyor. Orasını da görmek istiyorum zaten.


Hava 22,3 °C. %3’le iniliyor. Batı yönündeyim. 650’ye düştü rakım. Herhalde yukarılarda 700’dü. Yol asfalt, köy yolu cinsinden. Buralarda incir ağaçları, nar bahçeleri var. Arada yanımdan, buranın ulaşım aracı motosiklet, yanına eklenmiş pusetiyle, geçmekte. Bunlarla hem yük hem de ailesini taşıyor. Hanımı arkasında bebeleri pusetinde 7 kişiyle gideni görmüştüm. Şelale sapağına kadar dik ineceksin denilmişti, 9 km imiş. Ve o bölüm geliyor. Oldukça dik, asfalt da kabalaştı, frenliyorum. Çok güzel ama etraf, çamlık. Ağaçların kokusu kaplamış etrafı...


Ormanlık bir yerden geçip kıvrılarak inen yol şimdi bağların olduğu bir bölgeden geçmekte. Antep fıstığı yetiştirdiğini yazmış birisi kapısına. Bir de zeytin bunlar herhalde, geri kalanları. Son derece keyifli bir ortamdayım. Sapaktan sonra aralardan baraj göleti de gözükmeye başladı. Hiç pedal çevirmiyorum. Yokuş aşağı gidiyoruz. Bolca foto çekerek ilerliyor ve sonunda geldim baraj duvarına. Su az gibi duruyor. Üstünden geçip şelale için soldan gidilmesi gerekiyor. 4 km denmiş. Git gel 8 eder. Fazladan yapayım mı? Ama bir daha ne zaman gelirim ki? Dön sola ve hafif bir tepe çık, kıvrıl kıvrıl ve gene kıvrıl ve gişelere ulaş. Motorlu araçlara bilet kesiyorlar. Biz geçiyoruz beleş : )) Nerede bu şelale? İleriye devam deniliyor. Kısa bir yokuş inip gazinoların olduğu bir bölgeye geliyorum. Nerede bu şelale? Sağdan devam deniliyor. Ve dimdik bir yokuşu (duvar demek daha doğru) tırmanıyorum, Z yaparak, High konumda bile zorlandım (dönüşte baktım da, %17’yi gösterdi Garmin). Gene bir gazinoya çıktım. Temizlik yapan çalışan biri var. “Su nereden doldururum ve şelale nerede?” İkisinin de yerini gösteriyor.


Saat 09.40, 12,86 km tuttu burası. 310 m rakımdayım. Şelale öyle çok ihtişamlı değil. Evet akıyor ama daha coşkulusunu görmüştüm. Etrafta piknik masaları..., alkol yasak ama! Herhalde içen coşup şelaleye giriyordur : )) Fotolar çekip dönüşe geçiyorum. 1-2 araba gelmekte. Erkenci bunlar. Yoksa yer mi kapıyorlar. 3 km sürüp baraj duvarına geri gelip devam ediyorum. Dik iniş bitti, %2-3 gibi bir eğimle sürüyor yol. Asfalt kaba ama, sürtünme çok ve dalgalı, hopluyor velespit. Bazen karşı şeritten, daha çok aşınıp düzleşmiş, oradan gitmekteyim. Tek tük bana doğru gelen araçlar oluyor. Coğrafya-çevre çok güzel ama. 200 m.ye indim. Arada minik tepeler çıkılıyor ancak hep iniyoruz. 


Solumda seralar görülmekte, çok büyük ve yüksek. Bir kamyon, “Sağlıklı Fide” denilmiş kasasında. Buralarda seralarda fide mi yetiştiriliyor yoksa? Yenicekent’e girme, soldan ayrıl demişlerdi. Pamukkale yön yazıları da çıkmaya başladı. Geldiğim bir ayrımda, ters yönden gelene koymuşlar Pamukkale yazısını, sola dönüyorum bu durumda. Düz Yenicekent diyordu. (Ama sonraki molada öğreniyorum ki az düz gidip Tripolis’i görebilirmişim. İnsan bir yazmaz mı Tripolis diye? Önceki turumda uğramıştım. Keyifli bir yerdi. Bakalım ne kadar kazılmış merakındaydım, ama kaçırdım. Yuh diyor, kızıyorum kendime. Baksana-açsana Google’ı).


Yol kenarlarında uzunca serili naylonların üzerlerinde yayılı üzümler kurumaya bırakılmış. Ardından gelen DSİ’nin bir pompa istasyonundan geçip Pamukkale yazısını takip ediyorum. Şimdi kanal kenarından ilerliyor yolum. Nar ve incir ağaçları etrafımda. Kocaman bir alan, ne bu, pamuk mu acaba? Benziyor da. 33’üncü km.de Mahmutlu köyü geliyor. Yeni tanımıyla mahallesi. Y. Özdil bu durumu sert eleştirmekte. Büyükşehir yaparak köy arazilerine el atabileceklerini, ve de köy statüsünden çıkıldığından bina, arsa ve arazilerden alınan emlak vergilerinin yükseldiğini, gerçek usulde vergilendirilerek, daha fazla gelir vergisi ödediklerini söylemekte.


Tepeköy’de bir mola vermek için hafif giriyor, gelen çay bahçesinde, davet üzerine oturduğum masada Ömer Beyle tanışıyor, bilahare katılan Fahrettin Beyle sohbet ediyoruz. Ne para ederse onu ekiyoruz diyor. Geride gördüklerim pamukmuş. Pamuk meşakkatli iştir diyor. Sürekli bakmam ilaçlaman lazım. Bir de makina yatırımı pahalıdır, bir kere kullanacağın aleti mutlaka alman gerekiyor. Tatlı bir sohbet sürüyor. Fahrettin Bey köyün yaşlılarındanmış, kendisi 47’li. 3 kişi varmış önünde sonra sıra kendisine geliyormuş. Yaş aslında çok farklı-değişik bir şey olduğunu ben de yeni anlıyorum. (*) Yaşlılara dilimizde ihtiyar deniyor. Arapçadan gelen bu sözcük kök olarak “seçim sahibi, seçmeye ehliyetli” demek. Örneğin İhtiyar heyeti deyimi “seçim kurulu” anlamındadır. Yaşlanmayla beraber aklın arttığı düşüncesiyle akil kişilere de ihtiyar denir. Kabaca sorun çözme becerisi olarak tanımlanan zeka yaşlandıkça artmak durumunda. Çünkü yaşla beraber gelen tecrübe sayesinde gençken çözemediğimiz pek çok sorunu bir çırpıda çözüveriyoruz. Peki, hakikaten de yaşlandıkça zekileşiyor muyuz? (...) Burada çay 5 lira. Diğer köylerde 7,5’muş. Peki tepe ismi nereden gelir? “3-4 m daha yüksektir burası” der Ömer Bey. Ve 15 dk sonra, onlar sigaralarını sararken ben de kalkıp devam ediyorum, saat olmuş 11.21. 


(*) Yaşlılık-ihtiyarlık derken aklıma Orson Welles’in 1984 tarihli şarkısı geldi; “Ben genç olmanın ne demek olduğunu biliyorum ama sen yaşlı olmanın ne demek olduğunu bilmiyorsun” diyordu.


Dün bana saydıkları köyler bir bir gelmekte. Etrafım bağ. Şimdi gittiğim yönde de araç trafiği başladı. Arada pat diye bir ses duyuyorum. Bu nedir böyle? Kuşları kaçırmak için mi? Ama ne var ki burada kuşları kaçırmak gereken? Ara sıra gelen 4-5 yeni yapı dışında köy evleri etrafta. Yönüm güney olarak sürdürüyorum pedallamayı. Yol artık düz seyretmekte. Saat 11.55 oldu. 45’inci km.de Uygulama Oteli geliyor. Sema Abdurrahman Karamanlıoğlu Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesi’ne bağlı. Bu otellerden çok yerde var. Bazılarında kalmıştım da. Malatya’nın Kale ilçesinde, Tarsus ve Manavgat aklıma ilk gelenler. Fiyatları genelde ÖE’lerden pahalı oluyor ama daha yeniler. Termometre 30,8 dereceyi gösteriyor. 207 m rakımdayım ve ortalamam 18,6 km/s. Akköy’e geldim. Burası büyükçe. Tarihçesi ise şöyle: 1877-1885 Osmanlı–Rus savaşı zamanında Kafkasya'dan bir grup Dağıstanlı Türk göç ederek ilçenin batı kısmına yerleşip Sultan Abdülaziz'in adından esinlenerek Aziziye Mahallesini kurmuşlar. Daha sonra Sultan II. Abdülhamit zamanında bir grup Kafkas göçmeni, ilçenin doğu kısmına yerleşmiş ve Sultaniye Mahallesini oluşturmuşlar. 1930-1935 yıllarına kadar iki mahalle olarak gelişimini sürdürüp  ardından birleşerek Akköy adını almışlar. 1971’de kasaba olarak belediye göreve başlamış, 1991’de de ilçe statüsü kazanmışlar. 2012 yılında Denizli büyükşehir olunca mahalle olup Pamukkale ilçesine bağlanmışlar.

Vikipedi


Pamukkale için sol. Sapıyorum ve hafiften çıkmaktayım, maviye boyalı bisiklet yolundan. Hava çok sıcaklaştı, 32 derece. Gölgelik bir yerde durup üzerimdeki yeleği çıkartıyor, durmuşken de daha 2 çentik olmasına karşın bataryayı değiştiriyorum (Garmin 43,4 km/Shimano 43,4 km). Saat 12.02, tam öğle sıcağındayım. 224 m rakımdan bisiklet yolundan yükselmeye devam ediyorum. Mavi yol bitiyor, soldan devam edeni var ama sağdan Karahayıt diye sapıyorum. Kısa bir rampayı çıkıp tezgahların karşılıklı kurulu olduğu uzunca bir yoldayım. Daha sonra daralan bu yol giyim kuşam-yiyecek içecek-yerel ürünler, hediyelik eşyalar vs.nin bolca olduğu bir çarşıya girmekte. Cumartesi olduğundan yerlisi yabancısı ortalıkta. Dikkatlice kalabalığın içinden geçmekteyim. Bir tezgahta böğürtlen (25-) ve nar suyu (40-) satıldığını görmemle yanaşıp her ikisinden de birer büyük bardak içiyorum. Öff, nasıl iyi geldi bilseniz. İlaç gibi. Yanmıştı içim.


Karahayıt Kaplıcaları, her mevsim ana kaynağından 58 derece sıcaklıkta çıkan, kendine has kırmızı renkli şifalı termal suyu, termal çamuru ve içerdiği zengin mineralleri ile yüzlerce yıl önce olduğu gibi günümüzde de iyileşmenin yollarını arayanlara hizmet etmekte. Termal su kaynakları nedeniyle turistik bir cazibe merkezi. 1970’li yıllarda ev pansiyonculuğu şeklinde başlayıp, 1990'lı yıllardan itibaren büyük oteller inşa edilmiş. Bugün Denizli'nin Pamukkale ilçesine bağlı bir mahalle Karahayıt. Buralarda, haritada bir hamam kalıntısı gösterilmiş ama kimse yerini bilmiyor. Belki de yanlış bir işaret. 


Ve çarşı çıkışı geldiğim meydanda park etmiş 4 Goldwing tarzı motor hemen herkes gibi benim de dikkatimi çekiyor. Acayipler ama. Ağır vasıta gibi görünüyorlar. Konforun alası üzerinde kurulu. Klima, hava yastığı, surround ses düzeni, ısıtmalı gidon tutma kulpları ve koltuklar…, geri vitesi bile var. Bu iş de başka bir hastalık. 


Yoluma devam etmekteyim. Goldwing’lerin iki tanesi yanımdan geçiyor. Motorcu beni selamlıyor. 2Teker dostluğu : )) Dümdüz git demişlerdi, Hierapolis için. Google’da duruma bakıyor ve ileride bir girişin olduğunu görüyorum. Güvenlikten geçip gişe ve dükkanların olduğu bölgedeyim. Bisikletin girişine izin yok. Gölgelik bir yer bulup dayıyorum. Bisiklet ayakkabılarıyla yürümek böyle yerlerde zor olduğundan sandaletleri giyip kafama şapkayı geçirip 65’le giriş yapıyorum. Ama turlamadan önce tarihçesini okuyalım: Hierapolis Antik Kenti Bergama Krallarından II. Eumenes tarafından MÖ 2 yy.da kurulmuş olup, Bergama’nın efsanevi kurucusu Telephos’un karısı Hiera’dan dolayı Hierapolis adını aldığı söylenebilir. Kent bir deprem bölgesinde bulunmasından dolayı meydana gelen depremlerle sürekli yıkılıp yeniden inşa edilmiştir. Ancak bugün ayakta olan yapılar MS 60 yıllarında gerçekleşen büyük depremden sonra inşa edilmiştir. Bu nedenle; kent, tüm Helenistik niteliğini kaybetmiş tipik bir Roma kenti görünümünü alarak ızgara planlı inşa edilmiştir. Hierapolis, Roma Dönemi’nden sonra Bizans Dönemi’nde de çok önemli bir merkez olmuştur. 


MS 4 yy.dan itibaren Hristiyanlık merkezi olması, MS 80 yıllarında Hz. İsa’nın havarilerinden olan Aziz Philip’in burada öldürülmesi nedeniyledir. Kent MS 4. yy.da Bizanslıların eline geçince Aziz Philip adına Martyrium olarak adlandırılan sekizgen kilise inşa edilmiştir. Bundan dolayı kentin unvanı artar ve Metropolis unvanını alır. Kent MS 7. yy.daki büyük depremle tahrip olmuş ve kent kimliğini kaybetmiştir. 12. yy.da küçük bir kasaba haline gelmiş, MS 13. yy.da Selçukluların egemenliğine geçmiş ve 14. yy.daki depremden sonra tamamen terk edilmiştir.

TurkishMuseums


Golf arabasıyla gezdiriyorlar insanları, 1 avroya. Kalabalık gruplar var. Yürüyenlerin arasından sıyrılıp ilerlemekteyim. Hava sıcak. Kuzey Nekropolisi oluyor bu giriş. Dizi dizi mezarlar, iyi durumda gelmişler bugüne. Yayıldığı geniş alanda, çok sayıda traverten lahit ile birlikte etkileyici bir görüntü oluşturuyorlar ama git git bitmiyor. Gelen birine sorup, böyle diğer yerlere 20 dk yürümek gerektiğini öğrenmemle, bunun bir de dönüşü olacak diye güneyine yöneleyim, oradan gireyim diyerek geri yürüyüp çıkıyorum ören yerinden. Sandaletleri çıkarmayıp biniyorum bisiklete ama çok zoruma geliyor bu şekilde. Büyük bölümü iniş, çıkış geldiğinde doğru dürüst pedal basamadığımdan High desteği ile çıkıyorum hafif yokuşları bile ve geldim travertenlerin girişine. Öylesine bir kalabalık var ki. Tepelerde görüyorum sıra sıra yürüyenleri. Eyvah, hafta sonu kalabalığına denk geldim! Müzesini göreyim, nerede? Bir beyden bilgi alıyorum. Soldan çıkmam lazım, 2 km diyor Güney Kapısı’na. Yani görmeden gitmeyeyim ama sandaletlerle bu yokuşu çıkamam. Hadi otur bir kenara ve bisiklet ayakkabılarını giy ve bas pedallara. Çokça tur otobüslerinin arasından kapısına yaklaşma çabasındayım. Araçlar sıra sıra bekliyorlar, trafik yavaş akmakta. Aralarından sıyrılmaya çalışmaktayım.


Nasıl bir kalabalık var görseniz. İnsan kaynıyor ortalık, her milletten adam dolanıyor. Otopark dolmuş, kenarlara park edilmiş, yol daralmış, geçiş zorlaşmış. İterek miterek gişe yakınlarına gelip gene sandaletleri giyip, İş Bankası ATM’sine bisiyi dayayıp bilet kuyruğundayım. Kuzey Kapısı’nda aldığım giriş bileti bir kereye mahsusmuş. Yenisi gerek.


Biraz yorgunluk var, güneş de kavuruyor artık, öğle vakti ve tepemde, pişiriyor beni. Ağır ağır insanlarla beraber müzeye doğru yürümekteyim. Gruplar, rehberler, bebeler, yerliler-yabancılar… Yürü yürü durumları. Travertenlerin üzeri insan dolu. Burası nisan ayında “Kesin Korunacak Hassas Alan” ilan edildi. Yani izin verilmiyor üzerinde dolaşılmaya! Yani yani durumları...


Hierapolis Arkeoloji Müzesi, antik kentin içindeki en büyük yapılarından biri olan Güney Hamamı’nda. Kalabalığın arasına dalıp bir iki foto alıyorum. Selfi çekenler, heykele şaşanlar, el ele tutuşanlar, şişman zayıf, kısa uzun, siyah beyaz, çekik mekik durumları içinde ortalık… Müzede Hierapolis kazılarından çıkan eserlerin yanı sıra Laodikeia, Colossai, Tripolis, Attuda gibi Lycos (Çürüksu) vadisi antik kentlerinden gelen eserler de bulunmakta. Ayrıca Tunç Çağı'nın en güzel örneklerini veren Beycesultan Höyüğü’nden elde edilen arkeolojik buluntular ile Karia, Pisidya ve Lidya bölgelerindeki bazı yerleşimlerden ortaya çıkarılan eserler sergilenmekte. Müze üç kapalı mekandan oluşmuş. Bunlar heykeller ve lahitler salonu, küçük buluntular salonu ve tiyatro buluntuları salonu. Mekanla ilgili bilgileri okuduğumda; Hierapolis Güney Hamamının (Büyük Hamam Yapısı) yapımına Hadrianus (MS 117-138) zamanında başlanmış olup, Severius zamanında tamamlanmıştır (MS II. yy). Antik kentin terk edilmesinden sonra Pamukkale’nin beyaz travertenlerini oluşturan suyun biriktirdiği tortular Roma Hamamının tabanını 5 m yükseltmiştir... denilmekte.


Vallahi diğer yerlere yürüyemeye’cem bu sıcak ve kalabalıkta. Tarihi Havuz’a (**) da bir göz atıp, yüzmenin 374 lira, sıkma portakal suyunun 200 lira olduğu bu mekanın masaları da dolu, yiyen içenlerle, havuzu da.


(**) MS 7. yüzyılda deprem sonrası oluşan çukurun içerisini dolduran termal sular bu antik havuzu oluşturmuştur. Roma İmparatorluğu döneminden beri Antik Havuzun suyunun bazı cilt ve dolaşım sorunlarına iyi geldiği düşünülmektedir. Mısır kraliçesi Kleopatra'nın da bu havuzda yüzdüğü rivayet edildiğinden Kleopatra Havuzu olarak anılmaktadır.


Ağır ağır çıkışa yürümekteyim. Gelenin gidenin haddi hesabı yok. Burası UNESCO tarafından belirlenen Dünya Mirası listesinde yer almakta. Önemli bir yer aslında.


Denizli’ye gideyim artık. Bisiklete varıp, ayakkabıları değiştirip yola çıkıyor, su ve inancın kenti Hierapolis’ten ayrılıyorum (saat 15.18). Tırmandığım yolu inmek pek kolay oluyor. Devamında da bir iniş var, sonrası düz. Çift gidiş geliş. İki yönde gidip gelen tur otobüsleri geçmekte. Menderes Nehrini bir köprüyle aşıyor, dikkatlice yol kenarında ilerlemekteyim. Bu arada iyicene piştim öğle sıcağında. Mataradaki su da azaldı. Satın almaya kalksan herhalde 5 liralık suya 20 lira isteyecekler, belki de daha fazla.


Sür sür derken Laodikeia (***) yazısının gelmesiyle bir yerin daha olduğunu hatırlıyorum. 2 km içerdeymiş. Yani bu kadar gelip orasını pas geçmek mümkün ol(a)maz! Ve sağdan ayrılıyorum ana yoldan. Şöyle biraz girip 1 km sonra soldan girişi geliyor. 65’le gene dalıyorum. Bir 1 km daha içeriye girip kafeteryanın olduğu, otoparkın bulunduğu yerde gene bisikleti park edip, sandaletleri giyip ören yerine dalıyorum. Görkemli bir manzara. Sütunlarıyla dikkat çekmekte. Çoğunu dikmişler, çok ihtişamlı görünüyor.


(***) Lykos Irmağı’nın güneyinde kurulmuş olan bu kentin adı antik kaynaklarda daha çok “Laodikeia ad Lykum” (Lykos’un kıyısındaki Laodikeia) olarak geçmektedir. Bu önemli kent Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde de 'Ladik' diye anıldı. Kent MÖ 261-253 arasında II. Antiokhos tarafından kurulmuş ve şehre Antiokhos’un karısının adı Laodike'nin adı verilmiştir.


Damat-gelin fotosu için mekan olmuş burası da. İnsanlar var ama Hierapolis kadar değil. Tarihçesine devam ettiğimizde: MÖ 130/129 yılında ise bölge tamamen Roma’ya bağlanmıştır. Her dönemde depremlerle yıkılan ve tekrar ayağa kaldırılan kent, İmparator Focas (MS 602-610) döneminde meydana gelen büyük deprem sonrasında terk edilerek Salbakos’un (Babadağ) kuzey yamaçlarına Denizli-Kaleiçi ve Hisarköy’e taşınmıştır. Laodikeia’da yapılan kazı çalışmaları Erken Kalkolitik Dönem (Bakır Çağı)’den (MÖ 5500), MS 7. yy.a kadar kesintisiz yerleşimlerin varlığını ortaya koymuştur... denilmekte. Laodikeia’nın önemli ve günümüze kadar gelebilen yapıları içinde, Anadolu’nun en büyük stadyumu, 2 tiyatrosu, 4 hamam kompleksi, 5 agorası, 5 Nympheum’u, 2 ana giriş kapısı, meclis binası, tapınakları, kiliseleri ve anıtsal caddesi yer almakta. Kentin dört tarafı ise nekropol (mezarlık) alanı ile çevrili... Görkemli bir ören yeri.

Müze


Gücümün yettiği kadar dolanıyorum antik kentin içinde. Ama fazla da derinlere girmiyor, bir daire attırıp bisikletin yanına dönüp, ayakkabıları değiştirip 8-9 km uzaktaki Denizli’ye artık ulaşayım diye hareket ediyorum.


Karahayıt’tan beri dikkat çekici bir şekilde Goldwing tarzı motor grupları geçmekte. Yerlisi ve yabancısı bayrak açmış. 10 değil 20 değil belki 100 tane. Bir etkinlik olabilir bir yerde. Bu kadar motorcu niye geldi ki? Müzik çalıyor, kiminin arkası 2 tekerli, geniş yani. Kimi tek kimi çift oturmakta. Farlar tek değil 4 ve küçüklerle 8-10 adet. Flamalar, bayraklar, miğferler, uçuşan saçlar, hatunlar… Bir motorcu gösterisi akmakta karşı şeritte.


Benzincide içilen bir soda (10-) ile yanıklığımı gidermeye çalışıyor, Google’ı açıp PTT Misafirhanesi’ni işaretleyip yönlendirmeyi takip etmekteyim. Dal-çık’lara girmeyip yanından ışıklardan geçiyorum. Herkes hızlı, vın vın solluyorlar beni. Sağ sol yapıp düz gidip, U dönüp, aradan geçip PTT’yi buluyorum nihayetinde. Girmeden gene bir soda daha alıp dikiyorum kafaya. İçimdeki harareti söndürmeye yetmiyor içtiklerim. Kavrulmuşum sıcakta!


Giriş arka taraftaymış. Cumartesi olduğundan güvenlik bakıyor. Telefonda  konuştuğum Onur Bey haliyle çalışmıyor hafta sonu. Güvenlik memuru samimi, yardım sever. Size yandaki kapıyı açayım, oradan daha rahat girersiniz bisikletle diyor. Ve içeride bisiklet boşaltılıp, 3 gün dinleneceği köşeye dayanıp ardından kayıt ve ödeme işi hal oluyor. 410x3=1230 TL çekilip kimlik fotokopisi sonrası 511 nolu odaya çıkarıyorum eşyaları asansörle. Kat 5. Oda, fiyatına göre ÖE’den iyi en az. Daha kötülerinde kalmıştım. İdare eder yani. En azından çift yatak var ki eşyaları kolayca dağıtırım. Buzdolabı da. Daha ne olsun? Sadece internet yok. Saat de 18.10 olmuş bu arada.


Termosifonu çalıştırıyor, eşyaları saçıyor, ayakları rahatlatıp, şarj marj sonrası suyun altına giriyorum. Offf, bu ne güzel bir his. Su, su, su… Daha güzel bir şey yok. Biraz ayakları uzatıp rahatlayıp 7’yi geçe yemeğe çıkmak için hazırlanıyorum. Saatler de geç oldu, bakalım ne bulacağım? Güvenlikçi bey ana caddede Doyuran diye bir lokantayı öneriyor. Ben de Güney’den getirdiğin incirlerden 4’ünü tatması için ikram ediyorum. Nezaketi hoşuma gitti.


Doyuran’da bir beyin karşısına, boş sandalyede siparişim az mercimek çorbası ve yoğurtlu kızartmayı beklemekteyim. Onlardan da salata geliyor yanına ikram. Bir de su istiyorum, bardak da. Masada müthiş bir acı biber var. Bayılıyorum tazesine. Kızartmayla da iyi gidiyor. Ama gene atladım, yarım istemeliydim. Çorbada akıl ettim ama kızartmada kaçırdım. Fazla geliyor, gerek yok o kadar yemek. Bu arada Firu’nun kuzeni Kamil ile WA üzerinden mesajlaşıyorum. Beni yemeğe davet edecekmiş, yememiş olsaydım keşke : )) Neyse yarın yapacağız artık.


Yemek sonrası Şok’dan alınan büyük su, meyveli yoğurt (probiyotik) ve Maximus’la PTT’ye dönüp aldıklarımı odaya bırakıp, Maximus’un tekini güvenlikçi Hasan Beye verip tekrar ana caddede yürümekteyim, ara sıra palmiyelerin altlarındaki oturma banklarında dinlenerek. Anahtarlık stantlarına rastladıkça Firu için Snoopy arıyorum. Ama nedense her şey var o yok. Çayhane kalabalık. Açıkta ama üstü örtülü, sıcak geliyor. Açıklık-ferahlık istiyorum ve daldığım bir sokaktaki kafede kenarda bir masaya oturup Türk Kahvesi ısmarlıyor, insanları kesmekteyim. Lokantada karşı masada oturan aile burada da karşı masada. Yolda kaldırımda yürürlerken de görmüştüm. Ne tesadüf. Şimdi arka masadakinin sigara dumanı gelmeye başladı. Bu açık yerlerin de derdi bu, rüzgarı da hesaba katarak yer seçmen lazım. İllaki içiyorlar. Ara ara eşle dostla WA’dan yazışıyor ve saatlerin 10 olmasıyla dönüşe geçiyorum. Trafiğe kapalı, sadece otobüslerin geçişine izin verilmiş olan bulvar boyunca kaldırım üzerinde gençler, kurdukları portatif ses düzenekleriyle konserler vermekteler. 100-200 metre arayla dizilmişler. 


Denizli güzel yer, insanları, özellikle kadınların rahat giyimleri. Bir yerin medeni halini kadınların giyim ve davranışlarından ölçebilirsin. Üzerlerinde baskı yoksa kendilerini rahat ifade edebiliyorlar. Ne de çok genç görüyorum ortalıkta. Buna rağmen son seçime kadar AKP yönetmiş. Ancak bu seçimde CHP’ye geçmiş. Anlaşılır gibi değil! Çevreden mi alıyordu oyu? Yemekteki kişi RTE’nin 11 defa geldiğini, ziyaret ettiğini söylüyordu. Ne varsa burada aradığı?


PTT’nin sokağını az şaşırıp-kaçırıp sonunda bulup odaya çıkıyorum. Yaz çiz durumlarına sıra geliyor. Günün malzemesini aktarmaktayım. Yoğun bir gündü.


Denizli PTT Misafirhane 0258 2415242 / 0543 9553076 Onur b.

















Güney - Denizli 

Tur tarihi: 14 Eylül 2024

Alınan yol: 81,60 km
Ortalama hız: 18,3 km/s

En yüksek hız: 52,4 km/s
Bisiklete biniş süresi 4 s 27 dk, dışarıda geçen süre 9 s 2 dk

En yüksek sıcaklık 37 ˚C, en düşük 21 ˚C, ortalama 29,5 ˚C
Yükselti kazancı 
(çıkış) 807 m, kaybı (iniş) 1237 m
En düşük yükselti 186,8 m, en yüksek 857,6 m

 

Garmin yol bilgileri Güney–Denizli


Relive yol bilgileri Güney–Denizli


Güney’den ayrılışım 08.32. 


Güney; 1962’den beri Pamukkale Şarapları burada üretiliyor.








Buranın ulaşım aracı motosiklet, yanına eklenmiş pusetiyle. 





Ormanlık bir yerden geçip kıvrılarak inen yol şimdi

 bağların olduğu bir bölgeden geçmekte. 



Sapaktan sonra aralardan baraj göleti de gözükmeye başladı. 


Hiç pedal çevirmiyorum. Yokuş aşağı gidiyoruz.




Cindere Barajı, Büyük Menderes Nehri üzerinde sulama ve

 enerji üretmek amacıyla 1995-2007 yılları arasında inşa edilmiş.



Su az gibi duruyor. Üstünden geçip şelale

 için soldan gidilmesi gerekiyor.




Baraj göleti solumda, kıvrılarak çıkıyorum.


Şelale öyle çok ihtişamlı değil. Evet akıyor

 ama daha coşkulusunu görmüştüm. 


Etrafta piknik masaları..., alkol yasak ama! Herhalde

 içen coşup şelaleye giriyordur : )) 




Dönüşte 3 km sürüp baraj duvarına geri gelip devam ediyorum. 


Dik iniş bitti, %2-3 gibi bir eğimle sürüyor yol. Asfalt kaba

 ama, sürtünme çok ve dalgalı, hopluyor velespit.









Solumda seralar görülmekte, çok büyük ve yüksek. 





Geldiğim bir ayrımda, ters yönden gelene

 koymuşlar Pamukkale yazısını, sola dönüyorum.


Yol kenarlarında uzunca serili naylonların üzerlerinde

 yayılı üzümler kurumaya bırakılmış. 








DSİ’nin bir pompa istasyonundan geçip

 Pamukkale yazısını takip ediyorum. 





Kanal kenarından ilerliyor yolum. 



Tepeköy’ye bir mola vermek için hafif giriyorum.





Etrafım bağ, sağlı sollu.



Şimdi gittiğim yönde de araç trafiği başladı.


Dün bana saydıkları köyler bir bir gelmekte.




Yönüm güney olarak sürdürüyorum

 pedallamayı. Yol artık düz seyretmekte.



45’inci km.de Uygulama Oteli geliyor. Sema Abdurrahman

 Karamanlıoğlu Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesi’ne bağlı. 




11.47, Akköy’e geldim.


Pamukkale için sol. Sapıyorum ve hafiften çıkmaktayım, maviye

 boyalı bisiklet yolundan. Hava çok sıcaklaştı, 32 °C. 




12.15, Karahayıt’a geldim.


Giyim kuşam-yiyecek içecek-yerel ürünler, hediyelik

 eşyalar vs.nin bolca olduğu bir çarşı.


Çarşı çıkışı geldiğim meydanda park etmiş 4 Goldwing tarzı motor

 hemen herkes gibi benim de dikkatimi çekiyor... 


... Acayipler ama. Ağır vasıta gibi görünüyorlar.



Hierapolis; Kuzey Nekropolisi, dizi dizi mezarlar,

 iyi durumda gelmişler bugüne. 




Frigya Hierapolisi (MS 2.-3. yy)



Yayıldığı geniş alanda, çok sayıda traverten lahit ile birlikte

 etkileyici bir görüntü oluşturuyorlar ama git git bitmiyor.


Mezar (MS 2.-3. yy)





İterek miterek gişe yakınlarına gelip gene sandaletleri giyip, İş 

Bankası ATM’sine bisiyi dayayıp bilet kuyruğundayım. Kuzey

 Kapısı’nda aldığım giriş bileti bir kereye mahsusmuş. Yenisi gerek.


Tiyatro: bu görkemli yapı İmp. Septimius Severus zamanında

 MS 3. yy.da inşa edilmiş, Geç Roma Dönemi'ne kadar kullanılmıştır.


Travertenler




Attis, Roma Dö. MS 2. yy. Hierapolis Agorası / 

İsis Rahibesi, Roma Dö. MS 2. yy. Laodikeia


Sütünlü Lahit (Asya Arkhonu Euthios Pyrrhon’un Lahdi),

 Roma Dö. MS 3. yy. Laodikeia



Paye Başlığı, Roma Dö. MS 2. yy. Bazilika’dan, Hierapolis


Sfenskli Paye Başlığı, Roma Dö. MS 2. yy. Bazilika’dan, Hierapolis


Kleopatra Havuzu




Tiyatro


Travertenler


Tırmandığım yolu inmek pek kolay oluyor. Devamında da bir

 iniş var, sonrası düz. Çift gidiş geliş. İki yönde gidip gelen tur

 otobüsleri geçmekte. Menderes Nehrini bir köprüyle aşıyor,

 dikkatlice yol kenarında ilerlemekteyim.


Laodikeia; görkemli bir manzara. Suriye Caddesi,sütunlarıyla dikkat

 çekmekte. Çoğunu dikmişler, çok ihtişamlı görünüyor. 








Kilisiseli Peristylli Ev




Kuzey Tiyatrosu; MS 2. yy’da yapılmış olan tiyatro değişik 

tamiratlarla MS 7. yy’a kadar kullanılmış, bundan sonra

 da alan taş ocağına dönüştürülmüştür.


Batı Agora’sının kenarı.


Kuzey (Kutsal) Agora



Yeşillerin Jokey Kulübü Binası (MS 4. yy)


Tapınak A; Tanrıça Artemis, Tanrı Apollon ve

 İmparatorluk Kültüne adanmıştır.


Laodikeia Kilisesi, Büyük Constantinus zamanında (MS 306-337),

 Hristiyanlığın MS 313 yılında serbest bırakılmasıyla

 birlikte yapılmıştır.


Kilise MS 494 yılı depreminde büyük hasar görerek tamir edilmiş

 ve İmparator Focas (MS 602-610) Dönemi depreminde

 ise tamamen yıkılmıştır.







Gücümün yettiği kadar dolandım antik kentin içinde. Ama fazla

 da derinlere girmeyip, bir daire attırıp bisikletin

 yanına dönüp, ayakkabıları değiştirip…


… 8-9 km uzaktaki Denizli’ye artık ulaşayım diye hareket ediyorum.


 Dal-çık’lara girmeyip yanından ışıklardan geçiyorum. Herkes

 hızlı, vın vın solluyorlar beni.



PTT Misafirhanesi





Gazi Mustafa Kemal  Bulvarı


Doyuran Lokantası


Burada bir kısmet var…




















































































12. gün (devamı) Denizli II - 10. gün (öncesi) Uşak–Güney






















İlginizi çekebilir [bisikletle]Türkiye: Tekirdağ–Çanakkale–İzmir/“Rüzgara Karşı” (Arıklı-Ayvalık)