17 Eylül 2024

[bisikletle]Türkiye: Batı Anadolu Arkeolojisi’nin izinde... (Denizli II)

15 Eylül 2024, Pazar / Denizli II (12. gün)

Uyanışım 8 buçuk. Akşam geç saate kadar internette dolandım. Yolculuk olmadığından tembellik yapıyorum. Biraz Cumhuriyet’e göz atmaca. Hulusi Akar’ın nasıl takiye yaptığı yazılıp konuşuluyor. Kızına Amerika’da biyoloji okutuyormuş, burada eğitime gerek yok diyor. Yıllarca gizlemiş kendini, şimdi aslını, kafasının içini gösteriyor.


Denizi olmayan bir şehre neden Denizli denilmiştir diye hep sorulur-konuşulur. Şöyle ki; Denizlili araştırmacı Mümtaz Başkaya konuyla ilgili yazdığı kitabında, Denizli adının kökeninin Tengiz olduğunu ve bir boy adı olarak Orta Asya'dan Anadolu'ya geldiğini, adının kentte bulunan suların çokluğu ile ilgisinin olmadığını açıklamakta. Bu yer adının başka yerleşimlerin de adı olduğunu, Türkiye'de başka yerlerde de Denizli ve benzer türdeki adların bulunlduğunu ileri sürmektedir. Ama tarihçesine baktığımızda: Denizli ilk defa bugünkü şehrin 6 km kuzeyinde, Eskihisar Köyü civarında "Laodikeia" adıyla kurulmuş ve MS 7. yüzyılda büyük bir depremle yıkılınca bugünkü Kaleiçi mevkiine taşınmıştır. Türkler Denizli havalisini zapt ettikten sonra kenti "Ladik" adıyla anmışlardır. Denizli adı, tarihi kaynaklarda başka başka isimler şeklindedir. Selçuklu kayıtları ve Denizli mahkemesi şer‘iyye sicilleri "Ladik" ismini vermektedir. İbni Batuta'nın seyahatnamesinde ve Mesalikullebsar'da da "Tunguzlu" olarak kaydedilmiştir. Timurlenk'in zafernamesini yazan Şerafettin Zemdi "Tenguzlug" ve "Tonguzlug" gibi iki isimden bahsetmektedir. Tengiz kelimesi eski Türkçede "deniz" demektir. Tunguzlu ise bugünkü imlasıyla Denizli demektir. Netice olarak Denizli adı, Tenguzlu ve Tunguzlu kelimelerinin zamanla ağızdan ağza değişerek bugünkü haline gelmesidir... şeklinde öğreniyoruz.

Vikipedi


10’u 35 geçe çıkıyorum piyasaya. Dükkanlar halen kapalı. Çok mu geç açıyorlar pazarları? Bez Bebek Müzesi hemen yakında, ama kapalı. Bunlar belediye kurumları olsa, nedense resmi daire gibi ele alıyorlar ve mesai gün ve saatlerinde açıklar. Halbuki dışardan gelen ziyaretçilerse daha çok hafta sonu oluyor. Anlaşılır gibi değil! Bu nedenle pek çok şehirde müzeleri göremedim. 


İki yanı palmiye ağaçlarıyla kaplı Mustafa Kemal Bulvarı’nın geniş kaldırımında Kent Müzesi’ne doğru yürüyorum. Fazla uzak değil, 10 dk sonra geliyor. Restore edilip müze olarak kullanılan binaya 65’le giriş yapıyorum. Sırasıyla 9 mekanı geziyorum: Kent Tarihi, Kentleşme ve Ticaret, Dokumacılık, Tarım ve Sanayi, Milli Mücadele, Denizli’de Müzik, Denizli’de Gündelik Yaşam ve Denizli’de Resim salonları dışında müzede Denizli’de Müzecilik, Denizli’de Flora Fauna ve Denizli’nin İleri Gelenleri koridorları bulunuyor. Bu yıl mart ayında açılmış olan müze binasıyla da dikkat çekmekte. Asılı olan açıklamada yazılanlara göre: Atölye binaları (eski adıyla Erkek Sanat Okulu) 1940’lı yıllarda Yusuf Batur Endüstri Meslek Lisesinin uygulama birimleri olarak inşa edilmiştir. Binanın mimarı, Erken Cumhuriyet Döneminde Türkiye’nin ulusal mimari yaklaşımını oluşturmak üzere ülkemize gelen Alman mimar Paul Bonatz’ın asistanı ve öğrencisi olan Selçuk Milar’dır. Bonatz, 1940’larda Ankara’da Saraçoğlu Mahallesi’nin tasarımı, Sergievi’nin Opera Binasına dönüşümü gibi önemli projelerde imzası bulunmaktadır. Selçuk Milar’ın Bonatz ile olan usta-çırak ilişkisi ise görev aldığı Milli Eğitim Bakanlığına bağlı Erkek Teknik Eğitim Müşavirliği Mimari Bürosunda başladı. Selçuk Milar, İstanbul Güzel Sanatlar Akademi Mimarlık Bölümü’nde aldığı eğitimin ardından Bonatz’la birlikte çalışmalarda bulunmuştur. 1943-45 yılları arasında binaların projesini çizerek uygulayan mimar Selçuk Milar’ın; Denizli Yusuf Batur Endüstri Meslek Lisesi ile birlikte Malatya Erkek Sanat Okulu da önemli eserleri arasındadır.

GüneyEge


Çok güzel düzenlenmiş, açıklamalar yeterli, sergileme harika. Çok etkileyici bir müze çıkmış ortaya. Bolca resim çekip yazıları okuyarak 30 dk.mı burada geçiriyorum. Çıkışta da tebrik ediyorum görevlileri. Kültür Bakanlığı’na bağlılarmış. Ardından karşı kaldırıma geçip Atatürk ve Etnografya Müzesi’ne yöneliyorum. Giriş ücretsiz. Kapıya ‘kapalı’ tarafını asmışlar levhanın, halbuki açık. Kimse gelmesin diye mi acaba? Uzaktan görüp geri dönebilirsin. Ters çevirip düzeltiyorum. 


Binanın yapılış tarihi hakkında kesin bir belge bulunmamakla birlikte, halktan edinilen bilgilerden 19. yüzyıl sonlarında yapıldığı anlaşılmaktadır.

Bina, dış yapısı, planı, pencerelerinin formu ve süsleme özellikleri ile Sakız üslubu olarak tanımlanabilir. İki katlı olarak inşa edilen yapı plan itibariyle ortadan sofalı ve bu sofaya açılan odalardan oluşmaktadır. Bina, Cumhuriyetin ilk yıllarında parti binası olarak kullanılmış ve Ulu Önder Atatürk, 4 Şubat 1931 tarihinde Denizli’ye gelişlerinde burada bir gece konuk edilmiştir. 1950 yıllarından sonra Sağlık Bakanlığı’na tahsis edilerek bir süre Verem Savaş Dispanseri olarak hizmet vermiştir. 1977 yılında da Kültür Bakanlığı tarafından anıt eser olarak tescil edilerek koruma altına alınmıştır. Atatürk’ün doğumunun 100. yılı olan 1981 yılından 1983 yılı sonuna kadar binanın onarımı ve teşhir tanzimi gerçekleştirilerek 1 Şubat 1984 tarihinde müze olarak ziyarete açılmıştır.

TurkishMuseums


Etnografik eserler Kent Müzesi ile benzerlik taşımakta. Giyim kuşam, takılar, silahlar, kullanım objeleri gibi. Tek fark Atatürk’ün ziyaretinde kaldığı yatak ve çalışma odası. Burada gardırop, pirinç başlıklı karyola, divan ve barok stili bir çalışma masası sergilenmekte.


Ulucami için gene karşı kaldırıma geçiyorum. Ama tarihi 2000, yani yeni. O nedenle pas geçip hafif inen yokuştan yürümekteyim, şu önceki gelişimizde kaldığımız Yetkin Oteli bulmaya. Telefonları cevap vermemişti. Haritada işaretli yerde de yok. Başka bir otel var. Gelmişken fiyat da alayım. Bir beyin tavsiyesi üzerine Demasus Otele doğru yürümekteyim, Otogar solumda. Civardaki 2 otel (Anya Suit ve Laodikya) 1200-1400 fiyatta iken bu otel 800-.


Unuttum söylemeyi, gelirken gördüğüm otobüs işletmesinden 65 kartı çıkartım 80 liraya. O nedenle bölgeden dönüşümü otobüsle yapmaktayım. PTT’nin olduğu bölgeye Çınar deniliyor. İnip işaretlediğim iki lokantayı bulmaya. Ama öncesinde Ressam İbrahim Çallı Evi’ni (*) görmeye. Bina Şehir Tiyatrosu'nun idari mekanı olarak kullanılıyor. Ünlü ressamla ilgisi yok. İçi nasıl göremiyorum ama bina şehir mimarisinin klasik özelliklerini taşımakta. Çallı İbrahim derdi babaannem. Evinde duvarında, Eski Türkçe imzalı, oval bir tuval üzerine yağlı boya çalışması, amcamın çocukluk portresi asılıydı. Benim önüme ilkin böyle çıkmıştı. Ama üniversite ve sonrasında, sanata olan ilgim nedeniyle daha sık eserlerini görme olanağım oldu.


(*) İbrahim Çallı 1882 yılında o zamanlar İzmir’e bağlı bulunan Çal kasabasında doğdu. 1906’da Şeker Ahmet Paşa’nın desteğiyle Sanayi-i Nefise’ye giren İbrahim Çallı, 1910 yılında buradan mezun olduktan sonra Hikmet Onat ve Ruhi Arel’in de aralarında olduğu bir grupla Paris’e resim öğrenimine gönderildi. Paris’te L’Ecole des Beaux Arts’da Fernand Cormon atölyesinde eğitim gördü. I. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla yurda dönen ressam, sanatın köklü gelişmelerden yana olduğunu her fırsatta belli etmiştir. Çallı, müdürlüğünü Halil Erdem’in yaptığı Sanayi-i Nefise’de hocalık yapmaya başladı ve yetiştirdiği öğrenciler arasında Şeref Akdik, Refik Epikman, Saim Özeren, Elif Naci, Mahmut Cuda, Muhittin Sebati, Ali Avni Çelebi, Zeki Kocamemi ve Bedri Rahmi Eyüpoğlu gösterilebilir. Sanatçının üslubu empresyonizm olarak tanımlanmakla birlikte akademik–empresyonist bir çizgide olduğu daha doğrudur. Özellikle portrelerinde ve figürlü kompozisyonlarında özgür çalışılmış klasik bir beğeni hakimdir. Sanatçı 22 Mayıs 1960 yılında mide kanamasından vefat etmiştir.

İstanbulSanatevi


Aradığım mekanlar fazla uzak değil. Hafif içerlerde Denizli Konağı, bahçe içinde. Bir tarafı restoran olarak, diğeri de kafeterya olarak kullanılan 2 konaktan oluşmakta, Osmanbey Konağı (1903) ve "Mavi Ev" olarak da bilinen Konyalıoğlu Konağı. Bahçede pazar kahvaltısına gelmiş müşteriler var. Şöyle konakları biraz gezip çıkıyorum ve diğer yeri, Bizim Ev’i buluyorum. Ama faal mi, nedir pek anlayamadım, bir kat üstte olduğu görülüyor. Devam edip listemdeki diğer yerleri bulmaya doğru yürüyorum, ancak çok uzaktalar. 55 dk yürüme gösteriyor Google. Duraktaki genç hanıma danışıyorum: “Acaba oralara buradan otobüs geçer mi?” Bakıyor haritaya ve “caminin oradan geçenlere binin, buradakiler geçmez” diyor.


Ve camidekilere de gene soruyorum, hangisi geçer diye. Bir iki hat sayıyorlar ama aralarından ilk gelecek olan 120 numara. 2 dk sonra kartımı basmış otobüsle yol almaktayım. Yokuş çıkılıyor, dik olmasa da. Arada Google’dan kontrol ediyorum. 10-15 dk kadar gittikten sonra hedefimden uzaklaşmaya başladığımı fark edince iniyorum. Şimdi yürümem gerekiyor oralara. Bir 10 dk sonra güzel bir bölgeye geldim. Çam ağaçları kocaman, evler de güzel. Çamlık deniliyormuş buraya. Kafeler-restoranlar-publar çokça. İşaretlediğim yerler öyle farklı özel bir şey de değilmiş. Big Chefs de burada. Diğerleri de ona benzer yerler. Reserve denilene girmeye karar veriyorum sonunda ama sigara içilmesine izin veriyorlar oturmak istediğim yerde. O nedenle girdiğim gibi çıkıyorum. Bu 3 tarafı kapalı kuralına kimse uymuyor. Sigara içmeyerek en ücra köşeye konuluyorsun. Omlet veya menemen yerim diye düşünmüştüm ancak vaz geçip A101’den Eti’nin barlarından iki tane alıp yürümekteyim. Yokuş aşağı olduğundan sıkıntı vermiyor. Hava çok sıcak değil. Arada bulut güneşi kapatınca daha iyi oluyor. Ama gene de gölgeli yerleri kullanıyorum. Bir gençten alınan yol tarifiyle Forum’u buluyor, girmek isterken röntgen aletine şimdi sırayla çantaları çıkartıp geçirmek üşendiriyor ve çıkıyorum girmeden.


Otobüs durağında dönüş için beklemedeyim. Gelen 300 numara. Geçer mi Çınar’dan? Geçer. Atla. Etrafı izleyerek Çınar’a geldiğimde inmeyip devam ediyorum, Denizli’yi de böylece görerek. 80 lira verdim çıkartmam lazım : )) Uzunca bir yolculuk yapıyorum. Denizli’nin dışına, mahalle aralarında dönüp dolaşıp geliyor son durağına. Ne zaman dönüş? 12 dk sonra. Tamam, bekliyorum arabada. Karahasanlı imiş buranın adı. Denizli’nin bambaşka bir bölgesi. Yeni apartmanlar, kim güzel kimi sıradan.


Ve tekrar yoldayız. Geldiğimiz yolu geri gitmekte otobüs ve her durduğu durakta dolmakta-taşmakta. En önde sağda yerim. 1,5’luk koltuklar var ya, biraz genişçe olanlardan. 2 kişi sığamıyorsun ama. Kimse yanıma ilişmeye çalışmasın diye usturuplu oturmaktayım. Hani boşluk görüp yerleşmeye kalkmasın. Gene etrafı izleyerek 30 dk sonra son durağa ulaşıyoruz. Burası da Bağcılar’mış. Kalkış be sefer 20 dk sonra.


Dönüşte Çınar’da iniyor, odadan fermante üzüm suyunu alıp Kamil ile saat 6’da buluşacağımız Denizli’nin sembolü olan Horoz (**) heykeline yürümekteyim. Kamil de gelmiş bile. Firu’nun kuzeni, amcasının oğlu, burada yaşıyor. Bana yolluk badem ve kuru Trabzon hurması getirmiş, sağ olsun. Muhteşem tatları. Yemeğe götürecek beni ama düşündüğü lokanta kapalı. Gene Doyuran’a gidiyoruz ve ben gene aynı mönüyü ısmarlıyorum, ama bu sefer kızartmayı yarım alarak. Yarım yarım aslında bana daha uygun. Aman iştahına kapılıp tam isteme oğlum!


(**) Denizli horozu uzun ve ahenkli ötüşüyle diğer ırklardan ayrılır. Yöre halkının yetiştirmek için uzun öten horozları tercih etmesiyle zamanla kendiliğinden oluşmuş bir ırktır... denilmiş ve renk, ibik ve vücut yapısına göre üç gruba ayrıldığı, hatta ses tonu, ötüş niteliği ve ötüş sırasında vücut şekline göre özellikler taşıdığı belirtilmekte.

Vikipedi


Bolca sohbet ediyor, bademlerin bahçesinden olduğunu öğreniyorum. İki farklı yönde bahçesi var. Birinde de zeytin ağaçları varmış. Hatta salı Acıpayam’a giderken onun bahçesinin bulunduğu Serinhisar’dan geçiyormuşum, buluşup bahçesine götürecek beni. Yarın İzmir’e gidiyorlar. Büyük kızın okulu başlıyor, küçük ise doktor kontrolüne.


Yemekten çıkıp karşısındaki Hacı Şerif (***) helvacısında dondurmalı irmik ve ardından çay ile sohbete devam ediyoruz; fotoğrafçılık, bademler, Bozcaada, Kilis... Laf lafı açıyor ama saatlerin 8’e gelmesiyle ayrılıyoruz. Biraz bulvarda iki yöne yürüyor, tuzluk ve Snoopy’li anahtarlık bakınıyor ve odaya dönüş yapıyorum. Neredeyse 12 saattir sokaklardayım. Pişmiş ayaklarımı soğuk suya soktuğumda ancak anlıyorum ne kadar yürüdüğümü.


(***) Şekerciliğe 1938 yılında Babadağ’da başlayan Mehmet Tevfik Helvacı ve oğlu Şerif Helvacı bugünlere kadar uzanan bir geleneğin ilk adımlarını atmıştır. 1950’li yıllarda Şerif Helvacı’nın oğulları Mithat ve Necip Helvacı’nın üçüncü kuşak olarak baba mesleğini seçmeleriyle, Şerif Helvacı imalathanesini büyütmek istemiş ve Denizli’deki bugünkü yerine taşınmıştır. 


10’u 35 geçe çıkıyorum piyasaya. Dükkanlar halen

 kapalı. Çok mu geç açıyorlar pazarları? 



Bez Bebek Müzesi hemen yakında, ama kapalı. 


Gazi Mustafa Kemal İlk Mektebi


Bulvar kenarında ve karşı kaldırımda heykeller...


... görüyorum. Bu ne güzel uygar bir duruş…


Denizli Valiliği



Kent Müzesi


Kent Tarihi




Geyik Boynuzu, Kemik / Yatağan Kılıcı ve Yatağan 

Bıçağı, Ahşap, Pirinç, Demir, 20. yy



Kadın Ayakkabı ve Erkek Ayakkabı Kalıbı ve

 Üzeri Deri Ayakkabı, Osmanlı Dö.







Denizli’de Günlük Yaşam




Germiyanoğulları Hamamı


Atatürk Etnografya Müzesi


Silah Seksiyonu


El İşlemeleri Odası


İki katlı olarak inşa edilen yapı plan itibariyle ortadan

 sofalı ve bu sofaya açılan odalardan oluşmaktadır. 



Atatürk Yatak Odası (04.02.1931’de burada kalmış)


Atatürk Odası





Ressam İbrahim Çallı Evi



Özay Gönlüm (1940-2000)




Denizli Konağı...


... bahçe içinde. Bir tarafı restoran olarak, diğeri de 

kafeterya olarak kullanılan 2 konaktan oluşmakta,


Osmanbey Konağı






Güzel bir bölgeye geldim. Çam ağaçları kocaman, evler de

 güzel. Çamlık deniliyormuş buraya. 


Kafeler-restoranlar-publar çokça. 







Denizli’nin sembolü olan Horoz heykeli.



Kamil ile.







































13. gün (devamı) Denizli III - 11. gün (öncesi) Güney–Denizli