21 Nisan 2009

Sazlıdere Beşlisi


Geçen hafta Anadolu yakasındaydık, bu hafta da Trakya’da bir yerlere gitmek istedik. Neresi olsun derken, Sazlıdere Barajı çıktı önümüze. Geçen sene gitmiştim, güzel bir rota sayılır. Haydi kimler geliyor dedik ve Hasan, Sarkis, Firuzan ve ben dört kişi olduk. Son anda Çerkezköy’den Gökhan de katılınca beşledik ve bu turun adı da “Sazlıdere Beşlisi” oldu.

İki farklı yönden gelenlerin aynı zamanda buluşması çok kolay olmaz genelde. Mutlaka bir taraf diğerini bekler, ama öyle iki tren saati bulduk ki 1 dakika arayla Halkalı’da buluştuk (19.04.09). Gökhan 7 treniyle Çerkezköy’den hareket etti, biz de 7:43 treniyle Sirkeci’den. Saat 8:36’da biz, 8:37’de de Gökhan indi trenden. Harika olmuştu bu durum. Bu gezimiz, Gökhan’la ilk gezimiz olacaktı. Hep, bir gün beraber pedal basalım diyorduk, Kıyıköy veya Durusu yapalım diye konuşurken kısmet Sazlıdere’ymiş.

Sabah erkenden, yedibuçukta Sirkeci istasyonunda buluşma kararı aldık. Sarkis ilk, Hasan ikinci, ben üçüncü, Firuzan dördüncü olarak buluşma noktasına geldi. Firuzan Kadıköy’den geldiğinden, acaba gecikme olurmuydu gemide diye endişe ettim. Olmadı bir sonraki 8 treniyle gideriz diye içim rahattı ama. Neyse ki herşey tıkırında yürüdü. Hemen, resim bile çekecek zamanımız olmadan istasyona girdik. Turnikelerde kimsenin olmaması bize yaradı ve bisiklet için giriş kapısını biz açtık (sessizce söylemek istiyorum, bisikletlere jeton atmadan geçtik. Yoksa bir tane de onlara gerekiyordu) ve ilk vagona yerleştik.


Zaten tren de hemencecik hareket etti. Boş olduğundan herkes kendine bir köşe kaptı ve biraz sohbet,...

... biraz etrafı seyrederek (Yenikapı’daki kazılar, İstanbul’un 8 bin yıllık kent oluşu, tren yoluna paralel binaların arka cepheleri, evlerin içleri vs vs) çok keyifli ve ender kullandığımız bu ulaşım aracında eğlenerek, 1 saat içinde kendimizi Halkalı’da bulduk.

İstasyondan çıkmak, yanlız pek de kolay değil. Tren yolunun üzerinden geçen köprüyü tırmanmak ve sonra tekrar inmek gerekti.

Haydi bizler taşıyabildik de, peki tekerlekli sandalye veya pusetli anne bu işi nasıl yapıyor, herhalde kimse düşünmemiş bunu bizden önce (!). İstanbul’da yaşlı olmayacaksın, engelli olmayacaksın. Otur evinde be adam, neyine sokağa çıkmak!

Gökhan de aynı hareketlerle yanımıza geldi ve fotolar çekildi, ardından hemen yola çıkıldı.

Yarımburgaz kenarından Altınşehir’e doğru pedal basmaya başladık. Yol çalışması bitmek üzere olan çift şeritli bir yol üzerinden, geldiğimiz kavşaktan Toki evleri önünden (saat 8:58) sola saparak, geniş bir bulvardan ilerlemeyi sürdürdük.

Sabahın serinliliği daha vardı, ama içimizdeki taze enerjiyle kaptırdık ve kısa zamanda Şamlar yönüne doğru, hafiften rampa çıkmaya başladık.

Mağaralar ve araba mezarlıkları önünden geçerek, solda İSKİ levhasından saptık (9:26, 8.km). Daha önceki gelişimde, Erim’le bu sapağı bilmediğimizden düz devam etmiş, oldukça yoğun trafiği olan bu yolda, Yeni Şamlar’a kadar gitmiş ve oradan baraja inmiştik. Ama o zaman öğrenmiştim, İSKİ üzerinden gitmenin daha rahat ve keyifli olacağını.

Yolumuz artık topraktı ve ilk gördüğümüz köpek barınağı oldu. Keşke birşeyler getirmiş olsaydık diye düşündük. Sesleri dışarıya kadar geliyor, bizleri selamlayıp geçiş haklarını istiyorlardı. Maalesef elimiz boştu.

Yokuş aşağı inen bu toprak yol, İSKİ’nin kapısında son buldu. Rahatlıkla geçeceğimizi, hatta belki de dostluk çayı içebileceğimizi (Ömerli’de öyle olduğundan) düşünürken, behçi kapıyı kapattı ve geçemeyeceğimizi söyleyince kafamızdan kaynar sular indi.

Şimdi geri dön, tekrar kalabalık yola gir falan olacak iş değildi. Yılmadık, rica minnet beş ağızdan, yalvar yakar ikna ettik behçiyi, bizler piknikçi değil, geçip gidecek basit bisikletçileriz diye. Of nihayet kapı açıldı ve devriyede bizi ortalıkta görürse bisikletlerimizi veririz pahasına, sürratle oradan içeriye doğru sızarak uzaklaştık.

Çok keyifli bir yoldan, barajın üst duvarına geldik. Burası da epey doluydu, su boldu barajda (geçen sene geldiğimde gölün suyu epey çekilmişti). Bakındık, resim çektik sonra devriye arabasının geldiğini görünce, aman bisikletler elimizden gitmesin diye atladık, yolumuza devam ettik.

Sazlıdere Barajı, 1992-96 yılları arasında inşa edilmiş içme ve kullanma suyu barajıdır. Gövde hacmi 1.780.000 m3 olup akarsu yatağından yüksekliği 48 m, göl hacmi 91,3 hm3, göl alanı 10 km2’dir. Baraj yıllık 50 hm3’lük içme suyu sağlamaktadır.

Solda kaynayan bir su gördük ve merakla yanına gittik, dediler ki başka biryerden su basılıyormuş baraja (!). Etrafta balık tutan bir kaç kişi falan geçtikten sonra, Eski Şamlar köyüne vardık.

Burası baraj suları altında kaldığından boşaltılmış (istimlak olmuş), köy daha yukarıya taşınmış. Caminin karşısındaki kahveye yerleştik. Köylülerle selamlaştık ve sohbet başladı. Nereden geliyorsunuz, nereye gidiyorsunuz, ne zaman boşaltıldı, nasıl oldu falan derken eski bir pazarcı olan Engin Baba, bize merak ettiğimiz ve etmediğimiz herşeyi anlattı.

Burası 500 senelik bir köymüş, ve Eyüp Sultan’ın askerleri olarak Şam’dan gelmişler. 15 yıl önce buraları istimlak olunca, köyü yukarıya taşımışlar. Halen kalmış 35 hane varmış. Sohbeti ve nüktesi o kadar güzeldi ki Engin Baba’nın, 1 saatin nasıl geçtiğini anlayamadık.

Aşağıda, gölden tutulan balıkların satışı yapılıyordu. 6 kilo gelen bir levrek 60 liraya alıcısını bekliyordu. Sarkis talip olsa da, aramızda sabah sabah balık yemek isteyen çıkmayınca, bizler köylülerden izin isteyip Sazlıbosna’ya doğru yola çıktık (11:16, 10.km). Baraj üzerinde fotoğraf makinemde meydana gelen arıza yüzünden, fotoğraf çekimine buradan itibaren Gökhan ve Hasan devam ettiler.

Gölün üzerinden geçtikten sonra toprak yoldan, etrafta piknik yapan, balık tutan, oyun oynayan, demlenen insanların yanından, su takviyemizi de yaparak, güzel bir günde havada uçuşan leyleklerin altından geçerek, bu sene çok bisiklet gezileri yapacağımızın sevinci içinde Sazlıbosna’ya vardık (12:36, 22.km).

Sazlıbosna 1384 nüfuslu bir köydür. Arazi yapısı tarıma elverişlidir. Doğusunda Gaziosmanpaşa, güneyinde Küçükçekmece, batısında Hadımköy, kuzeyinde Çilingoz Köyü bulunmakatadır. İlçeye uzaklığı 28 km olup, Hadımköy, Nakkaş, İzzettin Köyü üzerinden Çatalca’ya ulaşılmaktadır. Köy halkı geçimini, çiftçilik, pazarcılık, nakliyecilik ve hayvancılıktan sağlamaktadır.

Geçen yaz, Fikret Albay ve Bülent’le de buraya geldiğimizden, nerede yemek yenileceğini, çay içileceğini çok iyi biliyordum. Hemen İsa Bey’in lokantasına kurulduk. Aklımda tek birşey vardı, manda yoğurdu yemek. Siparişler verildi ve yemeklere yumulundu.

Karnımız doymuştu ama fazla da doyurmak istemedik, çünkü buradan sonra bizi 3,5 km’lik bir rampa bekliyordu. İsa Bey’le yaptığımız sohbet sonrası, Fikret Albay’ın ahbabı olan Sabahattin Bey ve Şükran Bey’i bulmak için, köy kahvesinin bahçesine gittik.

Onları da orada bulup, çaylarımızı içip, sohbetlerimizi yapıp, resimlerimizi de çekip yola koyulmak üzere, bisikletlerimizi aldık. Aldık ama ne göreyim, ön lastik inik. Tuh be, gene mı patladı bu meret. Nasıl oluyor dün bindik, bugün bindik, buraya kadar geldik de şimdi mi söndü. Haydi bakalım, el birliğiyle lastiğe giriştik.

Hasan söktü, Sarkis patlağı tesbit etti, ben yedeği çıkardım ve Sarkis’in ustalığı ve dikkati sayesinde, içeri girmiş ve geçen hafta da lastiği patladan küçük taş parçası, tecrübeli bir büyüğümün (Fikret Alb.) tavsiyesi üzerine, yanımda taşıdığım cımbızla çekilerek, mesele haloldu. Neyse ki burada temizlenecek su falan vardı da ellerimizi yıkadık ve vedalaşıp yola koyulduk (14:15).

Az sonra rampa, onüzde bizi bekliyorduk. Haydi pedallara kuvvet asıldık. Firuzan hepimizi solladı ve tepeye ilk ulaşan oldu. Hayranım pedal basışına. O kadar rahat çıkıyor ki, insanın kıskanmaması elde değil :)) Çıkışta, karşı yönden gelen Adana plakalı bir Şahin marka arabanın şoförü, bizi herhalde enayi yerine koydu ki, camdan dışarıya sarkarak ve böğüren bir sesle, beynimizi şahaptığını ifade eden iltifatlarda (kendince) bulundu. Aldığımız bu gazla, kendimizi Hadımköy’de buluverdik.

Sola (Bahçeşehir yönüne) döndük ve hafif inişli ana yoldan, rüzgar pervaneleri yanından, gene sola, Ömerli’ye saptık. Burası tali yoldu ve efsafı daha düşüktü. Ama inişti, o nedenle rahat rahat Deliklikaya’ya ulaştık.

Burada çay molası, yanımızdakilerin bitirilmesi (poğacalar, kurabiyeler falan) ve yola devam edilmesi (15:55, 34,5.km). Buradan sonra asfalttan çıktık ve sertleşmiş, bazı bölgeleri taşlı bir yoldan, garip bir yörenin içinden (bomboş arazide 9 katlı bir apartman mesela), molozların arasından, sanki Mad Max film setini andıran bir görüntünün içinden, solumuzda göle doğru manzara seyreden piknikçiler, sağımızda molazlar, lastik yanıklarından arta kalan simsiyah bir yol üzerinden inerek ve ciddi bir tırmanışla Şahintepe’ye geldik.

Burası da başka bir sahne. Sanki ülkenin tüm suçluları buraya yerleşmiş, kanun tanımaz bir kasaba havasında. Yolda, Firuzan’in önüne aniden atlayan çocuk, beş kişilik arabanın içine sığışan dokuz kişi ve çılgın sürücüler. Aniden duran minibüsler falan, çay bile içmek için durmak istemeden sürratle oradan uzaklaşmamıza neden oldu.

Tekrar Altınşehir’e dönmüş ve sonra Halkalı tren istasyonuna varmıştık. Kilometre saati 60 gösteriyordu.

Gene, köprü üzerinden tırmanışlarımızı yapıp istasyona girdik. Bizim trenimiz 5 dk. sonra kalkıyordu (17:43), ama Gökhan 1 saat daha beklemek zorundaydı. Vedalaştık ve gene ilk vagona bisikletlerimizi yerleştirdik. Yerlerimizi aldık ama, bu sefer tren boş kalmadı. Her istasyondan öylesine çok insanlar bindi ki, birden banliyö treninin ne olduğunu hatırlar olduk. Açık kapıda seyreden gençler, tren daha durmadan atlayanlar falan, hepimizi güzel bir heyecana boğdu. Bisikletlerimizin beş kişilik yeri işgal etmesi de, homurdanmalara neden olunca, yerlerimizi bu homurdanmaları kesebilmek için terk ettik Firuzan’la. Son kısmı ayakta bitirerek Sirkeci’ye vardık. 10 dk. sonra Kadıköy vapuru vardı ve Firuzan’dan vedalaşıp Hasan ve Sarkis’le Dolmabahçe’ye doğru kuvvetle pedal bastık. Eve dönmenin sevinci mi, içimizde halen kalan enerjiyi görmek mi, kısa sürede stadın yanına ulaştık. İşte burası tam bir curcunaydı. BJK’nın maçı ve taraftarı tüm yolları kapamıştı. Hasan, Bebek’e doğru devam etti. Ben stadın yanından süzülüp, Taşlık yokuşuna doğru yöneldim de, Sarkis bir türlü ortalıkta yoktu. Bekle babam bekle gelmedi. Ne oldu buna diye merak edip aradığımda, kalabalığa girmeyip Akaretler’den çıktığını öğrendim. Haydi dedim kendime, atla bisiklete ve yakala onu Maçka’da. Nitekim sanki buluşmak istemişcesine aynı anda Maçka’daydık. Nışantaşı’na kadar birlikte geldik ve evlerimize doğru ayrıldık.

Farklı bir gezi yaşamış olmanın keyfiyle her dönüşte yapılanları yapıp, tozlanmış bisikletimi kenara koyup “23 Nisan Neşe Doluyor İnsan” tatilinde nereye giderizin düşüncesi içinde, tv’nin karşısında 45. Cumhurbaşkanlığı Bisiklet Yarışı’nın tekrarını izledim, o da ayrı bir keyifti.

Not: Fotoğraflar için Gökhan ve Hasan’a çok teşekkür ederim. İlk defa bir turda bu kadar resmim oldu. Demek ki iki fotoğrafçı daha lazımmış.

Kaynakca:
http://www.turkmedya.com/V1/Pg/NewsVillageDetail/NewID/101739/CatID/2/CityCode/34/CityName/Istanbul-Avr/TownID/382/VillageID/13389


İlginizi çekebilir Trakya, Fikret Albay'la