26 Kasım 2018

bi:taraf Kemerburgaz

Bu hafta yağmur yoktu. Geçen hafta gidemediğimiz Kemerburgaz turunu yaptık. Beşiktaş buluşma noktasına İhsan ile geçip buradan Nurhan ve Levent ile Yeniköy’e doğru pedal bastık. Levent’le epeydir bir araya gelememiştik, keyifli bir buluşma oldu. Uzundur Boğaz yoluna gelmemişim anlaşılan. Epey değişiklikler olmuş. Dolgu yapılan Bebek sahilinde bisiklet yolu işaretlenmiş. Ancak oltacılardan nasıl kurtulacaksın da orada pedal çevirebileceksin? Bu insanlar kendilerinden başkasını düşünebilecek bir kapasitede değiller. Salladıkları iğne arkadan geçen birine mi  saplanır, yolun üzerinde dikilerek başkasına engel mi olurum... Bunlar onlar için boş kavramlar.

Yeniköy’de Varujan, Cenap ve Gültekin’in de dahil olmasıyla 8’li olarak Çayırbaşı kahvaltı noktamıza doğru tekrar yola çıkıyoruz. Dedim ya, epeydir gelmemişim buralara. Çayırbaşı girişi ve devamı olan yolda da büyük değişiklikler var. Yol genişlemiş, çift şerit olmuş. Asfalt kaymak. Bir hastane açılmış...

Çayırbaşı’nda ilk molamızı veriyoruz. Her zaman uğradığımız kahveci güleryüzlü, bize yandaki büfesini açıyor, masalar çıkartıyor ve halen 1 lira olan çayından getiriyor. Güzel bir sürpriz Gültekin’den geliyor. 3 gün önce doğan İhsan’ı bir pastayla kutluyor. Bu nefis çikolatalı pastadan bize de düşüyor elbette. Her zamanki neşe içinde masa etrafında bitmeyen bisiklet maceraları dilden dile dolanıyor.

bitaraf/bertaraf: Farsça+Arapça kökenli bu kelimelerin anlamını TDK Yansız/Kaldırılmış, giderilmiş olarak açıklamakta. Kulağa hoş gelen, kafiyeli iki kelime. Hatta bu kelimeleri içeren, “bitaraf olan bertaraf olur” diyerek gözdağı vermeğe çalışılan bir siyasetçinin konuşması da var.

Bu söz “tarafsız olan yok olur” anlamında kabul edilmekte ve insanları mutlaka bir tarafın adamı olmaya yönlendirmek için kullanılmaktadır. Yani “ya bizim adamımız olacaksın, ya da yok olacaksın” tehdidini içermektedir. Bu durumda insanlar, körü körüne mutlaka bir adamın veya bir görüşün tarafı olacaklardır. Onun her dediğine boyun eğeceklerdir. Ona karşı çıkanların haklı veya haksız olduğuna bakmaksızın karşısında olacaklardır. 

Bu kullanım ve kabul ediş tarzı yanlıştır.

Birinci yanlışlık sözcüğün kelime açılımında, ikinci yanlışlık sözcüğün içeriğinde yapılmaktadır.

Bitaraf kelimesinde kullanılan “bi” sözcüğü, olumsuz anlam içermekte ve “taraf”ı “tarafsız” yapmaktadır. Ancak sözcüğün ikinci kısmında yer alan “bertaraf” kelimesindeki “ber” sözcüğü, bu kelimeyi yani “taraf”ı, “yok olmak, giderilmek” anlamına sokmamaktadır. Burada “taraf” kelimesinin başına gelen “ber” sözcüğü; taraflar üstü olmak, tarafsızlığın asıl olduğu anlamına gelmektedir. Aynen “bermutad” kelimesinin özü olan “mutad” yani “alışılmış şey” anlamına gelen kelimesinin önüne “ber” sözcüğünün eklenmesi, nasıl ki bu kelimenin anlamını değiştirmeyip, üstelik pekiştirerek, alışılmışlığın sürekli ve asıl olduğunu vurgulamakta ise, taraf kelimesinin başına gelen “ber” sözcüğü de, tarafsızlığın asıl ve önemli olduğunu vurgulamaktadır. Bunun bir diğer örneği de “bergüzar” kelimesinde görülmektedir. Kelime anlamları bir yana, sözcüğün genel içeriğine baktığımız zaman da, genel kullanım tarzının hatalı olduğu görülecektir. Çünkü taraf olmak demek, gözü kapalı, körü körüne bir tarafın adamı olmak demektir. Tarafsız olmak ise, herhangi bir kişinin veya görüşün adamı değil, “haklının ve doğrunun yanında olmak” demektir.

Bu cümleye, daha sakin ve tarafsız bir şekilde baktığımız zaman gerçek anlamı görülecektir: “Tarafsız olmak demek, haklıdan yana olmak demektir.”

Çayırbaşı’ndan kemerlere doğru tırmandık. Yol buyunca “Şeridi paylaş” uyarı yazıları dikili. Bu bile insana moral veriyor. Hiç olmazsa birileri okur da düşünür.

Kemerlerde İhsan patronunun anne cenazesine katılmak için bertaraf oluyor. Bizler ise orman yolundan devam ediyoruz Kemerburgaz’a doğru. Her zaman durduğumuz çeşme nedense bugün boş. Genelde sıra sıra damacanalarıyla bekleşen insanlar olurdu. Nedeni birazdan belli oluyor. Suyumuzu doldurmaya gittiğimizde içerlerden bir ses “bulanık akıyor” diye bizi uyarıyor.

Kemerburgaz’da bir panayır kurulu, Karadeniz havaları esmekte. Açılmış tezgahlarda turşu, peynir, ekmek, pekmez, kuruyemiş gibi yiyecekler satılıyor. Burayı gezmeden önce Kemerburgaz’ın meşhur suböreğinden yemek için yerleşmek istediğimiz çayevi dışarıya masa çıkartmakta nazlanınca biz de karşısındakine konuşlanıyoruz. Kilosu 25 lira olan börekten herkes iştahına göre bir miktar alıyor (Çorbacılar hariç.). Bu börekçi önceleri arabada satardı, sonra alt yolda bir dükkan açtı ama sürdüremedi tekrar arabaya geçti. Şimdi gene bir dükkan açmış. Umarız bu sefer işi rast gider. Çorbacıdan dönen Cenap ve Varujan da dahil olunca çay/ayran/kahve eşliğinde devam ediyoruz bitmeyen bisiklet maceralarına. Çaylar 1, ayran 2, kahve 5 lira burada.

Hanımların çağırısıyla Cenap, Gültekin ve Varujan Kemerburgaz’dan bertaraf oluyorlar. Biz de tası tarağı toplayıp (Panayırdan kocaman bir ekmek almıştık.) Nurhan ve Levent ile Cendere üzerinden Kağıthane tünelinden Dolmabahçe’ye iniyoruz. Levent 1’inci tünelden Bomonti’ye ayrılıyor. 

Kağıthane tarafları Vadi İstanbul nedeniyle öylesine bir değişime uğramış ki. Tepelerden giden bir raylı sistemde tramvayımsı bir araç da hareket ediyordu. Sürmekte olan inşaatlar, kiralık yerler...

Bazı sözlerin nereden nasıl çıktığını hep merak ederim. Bu “Tası tarağı toplamak” deyiminin kökeni çok ilginç. Osmanlı İstanbul'da elit kesimin gittiği meyhanelere "Gedikli" denirdi. Bunlar loncaya bağlı legal yerlerdi. Orta sınıfın müdavim olduğu illegal meyhaneler ise "Koltuklu" idi. 

19. asrın ortalarında sadece İstanbul’da 80 gedikli vardı. Koltuklularla birlikte sayının 1000 olduğu tahmin ediliyor. Alt gelir gruptakilerine hizmet eden seyyar meyhaneciler ise "Ayaklı" diye anılırdı. Sayıları 800'ü geçen ayaklılar, başlarında şerbetiye denen bir başlık ve omuzlarında peşkir ile gezinirlerdi. Bu onların tanınma alametleriydi. Bellerinde koyun bağırsağına doldurulmuş rakı ve kaftanlarının içinde ise kadehler bulunurdu. Bu kadehlere rakı tası anlamında "tas-ı arak" adı verilirdi. Zabıta baskını söz konusu olunca tas-ı arağını gizleyerek kaçmaları gerekiyordu. Bugün kullandığımız "tası tarağı toplamak" deyimindeki tarak, bilindiğiniz saç tarağından değil rakı anlamındaki "arak" tan gelmektedir.
(Taner İriz'den alıntı)

Beşiktaş’ta Nurhan Üsküdar’a geçiyor biz de Kadıköy’e. Gemide iki genç bisikletçi ile, onların ısmarladığı çay+kurabiye eşliğinde kadife sesli Yasemin Yüksel’i dinleyerek yaptığımız sohbet sonrası hızla evin yolunu tutmaktayız.











bi:taraf Kemerburgaz: Dudullu-Kadıköy-(gemiyle) Beşiktaş-Çayırbaşı-Kemerburgaz-Kağıthane-Dolmabahçe-Beşiktaş-(gemiyle) Kadıköy-Dudullu

Tur tarihi: 25 Kasım 2018
Kat edilen mesafe: 87,87 km.
Ortalama hız: 18,1 km/sa.
Bisiklete biniş süresi 4 sa. 51 dk., dışarıda geçen süre 9 sa. 23 dk. 
En yüksek sıcaklık 21 ˚C, en düşük 9 ˚C, ortalama 13,4 ˚C
İrtifa kazancı (çıkış) 1072 m, kaybı (iniş) 1070 m.
En düşük irtifa 0 m., en yüksek 163 m.


Garmin yol bilgileri bi:taraf Kemerburgaz

Relive yol bilgileri bi:taraf Kemerburgaz


        

        



































Foto katkıları için Gültekin ve Levent’e teşekkürler.







İlginizi çekebilir Hayır’lısıyla…, Noel Baba Turu

11 Kasım 2018

9’u 5 Geçe

Üçüncü Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın özel arşivinde bulunan ve günü gününe tutulan iki defterden oluşan “rapor”lar, Celal Bayar’ın talimatıyla Özel Şahingiray tarafından 1955 yılında yayımlanmasından 63 yıl sonra Alaca Yayınları tarafından tıpkıbasım olarak yeniden yayımlandı.

İki defterden oluşan bu raporların ilk defteri, 1 Ekim 1938’den 8 Ekim 1938 Salı gününe kadar devam ediyor. Bu defterde Atatürk’ün hastalığının ilerlediği günlerde verilen gıda maddelerinin cinsi ve miktarları yazmaktadır. İkinci defter ise 1 Ekim 1938’de başlıyor ve Atatürk’ün hayata gözlerini kapadığı 10 Kasım 1938 Perşembe günü saat dokuzu beş geçeye kadar devam ediyor. Bu defterde Atatürk’ün nabız, derece, tansiyon, idrar, doktorların müdahaleleri ve ziyaretçileri kaydedilmiştir.

10 Kasım 1938: Saat 00.05’te sonda ile 140 gram idrar alındı. Saat 01.30’da nabız 132, teneffüs 32’dir. Saat 02.00’de derece 36.8, nabız 130, teneffüs 32. Saat 03.30’da nabız 135, teneffüs 38’dir. Fasıla ile Oyygene tatbik ediliyor. Sabah saat 06.25’te nefes alma çok hafiflemiştir. Hırıltı başlamıştır. Saat 07.45’te hararet 37,7’dir. 08.05’te 1 cc Huille Camphre serum Glycose İrot 500 cc. 08.25’te verit dahiline 1/8 Auabaine, 08.30’da son olarak 5 cc serum Glycose verilmiştir. Son olarak saat tam 09.00’da nabız 130, teneffüs 34’tü. Bu onun fani hayat devresine ait son hayat işaretiydi. Beş dakika sonra saat tam dokuzu beş geçe son nefesini verdi.”

Biz de ölümünün 80’inci yılında, “Ata’ya Saygı Zinciri”ne halka olmak için arkadaşlarla buluşup sahil yolunda yerimizi aldık. Coşkulu bir kalabalık, bayraklar eşliğinde saygı duruşu sonrası söylenen İstiklal Marşı ve okunan andımızla Ata’mıza olan saygımızı, minnetimizi ve özlemimizi bir kere daha ifade etmiş olduk.

Atatürk’ün ölümsüzlüğünün sırrı nedir? Türker Ertürk bunu “Atatürk bir fikrin, düşüncenin, hiçbir otoriteye kulluk etmemenin, Aydınlanmanın, eleştirel aklın, akılcı ve bilimsel düşüncenin, kadın ve erkek eşitliğinin ve Türk Rönesans’ının adıdır. Atatürk; aynı zamanda bir çağdaşlaşma,
Aydınlanma ve uygarlaşma projesi olan Cumhuriyetimizin mimarıdır, bu nedenle ölümsüzdür.” olarak açıklamakta.

Bugün Atatürk’e hakaret etmeyi matah sayanları, gündeme oturmak isteyenleri fırıldak gibi dönerken görüyoruz. Hatta öküz ölüp ortaklık bittiğinde ne duruma düştüklerini de. Gazeteler birinci sayfalarından Ata’yı anma haberleri yayımlarken hükümete yakın Star gazetesi, Işıkçılar Cemaati’nin yayın organı Türkiye gazetesi, Milli Görüş’ün yayın organı Milli Gazete, hükümete yakın Milat gazetesi, Nurcuların yayın organı Yeni Asya ve hükümete yakın Yeni Akit gazetesi bunu gerekli görmemiş.

Yeni Akit geçen yıl olduğu gibi bu yıl da "O'nu rahmetle anıyoruz" başlığıyla bir haber yayınlamış. Haberde şu ifadeler yer almakta: “Türkiye’deki İslami mücadelenin sembol şahsiyetlerinden Osman Yüksel Serdengeçti'yi vefatının 35. yıl dönümünde dua, özlem ve rahmetle anıyoruz.” 

Sahil yolundan ayrılıp araç yolundan hızla Pendik’e doğru pedal basmaktayız. Bugün fazla kalabalık değiliz; Haluk, İhsan, Serhan, Kamil ve Pendik’te dahil olan Selçuk ile yedi kişi. Hava biraz kapalı, güneş olmadığında soğuk bile diyebiliriz. Pendik kahvaltı yapmamız için iyi bir mola mekanı. Beltur bisikletlere de uygun. Sohbet içinde neredeyse 1 saate yakın zamanı, kimimiz karın doyurarak, kimiz sadece çay içerek geçirdik. Seneler önce bir kere daha birlikte pedalladığımız Selçuk’u da tekrar görmek hoş oldu. Sohbetiyle bizi canlı tuttu.

Bugün İstanbul’da bir maraton da koşulacak, Vodafone’un düzenlediği. Hatta şu saatlerde başlamış olmalı. 40’ıncısı düzenlenen İstanbul Maratonu’nun tarihçesine baktığımızda; Tercüman Gazetesi tarafından 1973 yılında gündeme getirilen Asya'dan Avrupa'ya koşma fikri, 1979 yılında bir grup Alman turistin girişimiyle gerçekleşebildi. 1 Nisan'da yapılan ilk maratonu görenler, bunun iyi bir 'şaka' olduğunu düşünmüşlerdi. Yıldan yıla gelişen İstanbul Maratonu'nun zirveye taşınması ise İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin organizasyonlarıyla sağlandı denilmekte. 42 kilometre koşmanın nasıl bir şey olduğunu bir atletin, Ümit Göktepe’nin ağzından dinleyelim:

Maratonu özetlemek isterseniz her bolümü ayrı değerlendirmeniz gerekir. Çünkü her mesafede farklı bir mücadele, farklı öğretilerle, farklı zorluklarla çıkar karşınıza:

  • İlk 10 km’si keyiftir maratonun. Uyum sağlama, gözlemleme, doğru nefes ritmini yakalama, anı yaşamak ve güzellikleri tecrübe etme yeridir. 
0-10 arası “Heyecan” götürür seni.

  • 10-20 arası kontroldür, disiplindir. Azıcık böbürlen, azıcık havalara gir bak ne oluyor sonrasında. Eğer iyi hazırlandıysan, antrenman sayesinde öyle havalı havalı, göğsün dimdik devam edersin asfaltta. Kortejin de sağlamdır, duruşun da. Ama aslında fırtına öncesi sessizliktir. 
10-20 arası “Bacaklar” götürür seni.

  • 20-30 arası yüzleşmedir, oyunun geri kalanına meydan okuduğun kısımdır. Bacaklar titremeye başlar, tereddütler hasıl olur. Terler akar, susarsın, düşünürsün. Dişlerini sıkarsın, gözlerini kısarsın olmaz. Önündekinden sağındakinden güç alırsın, yetmez . Bacaklarına destek lazımdır.
20-30 arası “Kolların” götürür seni.

  • 30-40 arasında başka boyuta geçersin. 30 duvarıyla tanışırsın. Fizyolojik olarak büyük ihtimalle tükenmek üzeresindir. Yedek depo uyarı sinyalleri gönderir durur beynin. Acı çekersin, bırakmayı düşünürsün. Ya da yavaşlamayı. Pes etmeyeceksen eğer tek bir sansın vardır, o da beyne hükmetmek. Bacakların feryatlarına kulak vermemek.
30-40 arası “Beyin” götürür seni.

  • 40-42,19 arası mı? Bu kısma çoğunluk geçemez. Geçtiysen eğer mental sınavı verdin demektir. Hayal edersin sadece. Son enerjini dolan gözlerin besler, koşmak değildir aslında, uykudan uyanma fazıdır. Ama yepyeni bir insan olarak, bambaşka bir sen keşfedersin içinde. Kabusun rüyaya, acının gurura dönüştüğü yerdir burası.
40-42,19 arası “Yüreğin” götürür seni.

Tuzla’ya vardığımızda 44 kilometre geride kalmış, hava ısınmış, güneş artık gülen yüzünü daha sık göstermekteydi. Filizler Köftecisi 2 farklı mekandan oluşan yerini teke indirmiş. Açıkta yerimizi alıp, arkadaşlar köftelerini mideye indirirken biz de kızarmış patates, yoğurt, zeytinyağlı mezelerle doyuyoruz. Payımıza 42 lira düşüyor. Ardından yakınlarda Kedievi olan, Firuzan’ın arkadaşı Sibel’e uğrayarak, hem kedileri seviyor, hem Sibel’in ikramlarını tadıyoruz. 

Türkçeye muhtemelen Arapçadan geçen ‘kedi’ adı neredeyse evrenseldir ve pek çok dilde aynı sözcüğün varyasyonları şeklindedir: İngilizce cat, Bulgarca kotka, Polonyaca kot, Arapça qitt (erkek kedi) vs. Kedi sözcüğü muhtemelen Afrasya (Hami-Sami) kökenlidir. Buradan Latinceye ve diğer Avrupa dillerine yayılmıştır. Latincede MS 75 yılında ‘catta’ şeklinde, Bizans Yunancasında MS 350 yılında ‘katta’ şeklinde görülür. MS 700'lü yıllarda Avrupa'da, yine Latince kökenli ve kedi anlamına gelen ‘feles’
sözcüğünün yerini alarak, yaygın şekilde kullanılmaya başlanmıştır.

‘Pisi’ ve ‘puss’ gibi sözcükler ise muhtemelen kedilerin tehdit edildiklerinde çıkardığı ‘his’ sesine benzetilerek oluşturulmuştur. Bu sözcükler bazı dillerde kedi kelimesi ile birleştirilerek yine kedi anlamında kullanılır: Romence ‘pisica’, İngilizce ‘pussycat’ gibi.

Kediler Antik Mısır'da tapılan hayvanlar olduğundan beri, genellikle orada evcilleştirildiklerine inanılır, ama Neolitik dönem kadar eskiye dayanan evcilleştirme örneklerinin de olma olasılığı bulunmakta. 70’den fazla kedi ırkı olduğu tahmin edilmekte. Ne var ki kediler Ortaçağ Avrupa’sında kilise tarafından "kötü güçlerle işbirliği içinde bir yaratık" olarak tanımlandı. Evi farelerden korusun diye kedi besleyen bir çok kadın, kedileri ile cadılık yapmakla suçlanıp yakıldı. Öyle ki, İngiliz Hanedanı Mary Tudor ve I. Elizabeth dönemlerinde kediler sapkınlığın simgesi olarak köy meydanlarında yakılarak halk kitlelerine gözdağı verildi. 

Kedi düşmanlığı Avrupa'yı bir çığ gibi sardı. Özellikle siyah kediler bu barbarlığın birinci hedefi oldu. Artık kedi beslemek suçtu. Fareleri evlerden, şatolardan, yiyeceklerden uzak tutan kediler yoktu. Veba ya da Siyah Ölüm gelmekte gecikmedi. Avrupa kısa zamanda veba salgınına yenik düştü. İngiltere nüfusunun yarısı, Avrupa'nın ise üçte biri hayatını vebadan dolayı kaybetti. Ama ne ilginçtir ki, vebadan da kediler sorumlu tutuldu. "Kötü güçlerle işbirliği yapan cadılar, inançlıları veba salgını ile yenilgiye uğratmak istemişti". Kilise hatalı görüşünde inat etmeyi sürdürüyordu.

Ortaçağ'ın bitmesine yakın Avrupa'da baş gösteren Büyük Açlık Dönemi'nde de kediler yine tehlike altındaydı. Bu kez yiyecek bulamayan Avrupalılar kedilere yöneldi. Köylerde kediler bir anda görülmez oldu. Avrupa'yı saran her melanetin faturası kedilere çıkıyordu. Ortaçağ Avrupası boyunca milyonlarca kedi insanların bu anlamsız zulmünün kurbanı oldu. Ta ki insancıllık akımı Avrupa'yı etkileyene dek. Yeniçağ yavaş yavaş Avrupa'ya yerleşmeye başladıkça kediler üzerindeki önyargı ve saldırılar görece de olsa azaldı. Kediler aristokratların ve sanatın tekrar ilgi alanı halinde geldi. Kedili tablolar tekrar kabul salonlarını süslemeye başladı. Hatta Exeter Katedrali bile artık farelere karşı beslediği kedilerin yemek masrafı olarak haftada 1 penny ayırıyordu. Ortaçağ Avrupası'nın kabus dolu günleri artık içgüdülere hapsolacaktı.

Bir zamanlar zülüm görmüş bu sevimli hayvanlara minik bir desteği de bırakarak veda ediyoruz. Dönüş yolundayız. İhsan ve Selçuk bazı gerekçelerle bizden ayrılıyorlar. Biz de iyicene ısınan ve keyiflenen havada Bostancı’ya kadar pedallayıp, Haluk Küçükyalı’da ayrılıyor, Serhan’dan ayrılarak evin yolunu hızlı bir tempoda tutuyoruz.










9’u 5 Geçe: Dudullu-Bostancı-Ata’ya Saygı Zinciri-Pendik-Tuzla-Bostancı-Dudullu

Tur tarihi: 10 Kasım 2018
Kat edilen mesafe: 83,62 km.
Ortalama hız: 13 km/sa.
Bisiklete biniş süresi 6 sa. 24 dk., dışarıda geçen süre 9 sa. 54 dk. 
En yüksek sıcaklık 23 ˚C, en düşük 13 ˚C, ortalama 18 ˚C
İrtifa kazancı (çıkış) 526 m, kaybı (iniş) 538 m.
En düşük irtifa 0 m., en yüksek 130 m.

Garmin yol bilgileri 9’u 5 Geçe

Relive yol bilgileri 9’u 5 Geçe



































Bölgeye yapılmış geziler Tuz-La-Ma-Ca, Tuzla Beşlisi





5 Kasım 2018

Aydos

İstanbul’da gidilen yerlerin çoğu “Üçüncüler” nedeniyle inşaat alanına döndü. Aynı yerlere farklı yollardan gitmek, veya yeni rotalar oluşturmak için arada Firuzan’la “Münferit” geziler yapıyoruz. Bugün de bunlardan birisini gerçekleştirdik; Aydos. Kartal’ın tepelerinde (halen kalan) ormanlık bölgeye.

Sabah 10 gibi evden ayrılıp Yeditepe Üni. yakınlarındaki Yedpa önünden tırmanarak yükseldik. Bu arada mahalle arası yollarda da sıkı, kısa da olsa rampalar var. %15, hatta 18 de vardı.

Hava bir açıyor bir kapıyor. Bazen insanı tedirgin de edebiliyor. Acaba meteo yanılmış olabilir mi? Çünkü bugün ve önümüzdeki günlerde yağmur öngörümü yoktu. Rüzgar arada kuvvetli esiyor.

Uzun zaman oldu diyebilirim, buralara gelmedik/geçmedik. Başıbüyük tarafından gelen yolu geçip Maltepe Cezaevi’ne hızla inip FB tesislerini de geride bırakıp Yakacık’a ulaşıyoruz. Burada kahvaltı edeceğiz. Ancak bizden önce gelip konuşlanmış kalabalık bir bisikletli grup var; Pedalşörler’miş. Daha önce bu grupla Akbaba’da karşılaşmış, doğrusu havalarını pek sevememiştim. O nedenle uzak durmak niyetindeyim. Parkın en uç köşesindeki bir masaya yerleşiyoruz. Sandviçlerimizi birer çay ile mideye indirirken masamızdaki Siirtli beyle kısa bir sohbetimiz de oluyor. Burada da halen çaylar 1 lira.

Firuzan harıl harıl Çamlıhemşin’e yollanacak köpeğin ulaştırılmasıyla meşgul. 3200’den başlayıp 1400’e kadar değişik fiyatlar verildi. Gidiş geliş 2400 km. Az yol değil tabii. Bu mevsimde de toplu nâkil talepleri pek olmadığından tek gitmesi gerekecek. Bu kadar parayı tek bir taşıma için harcamak da büyük bir savurganlık değil mi?

Sabah yola çıkmadan okuduğum bir yazıyı paylaşmak istiyorum. Osmanlıya hevesliler herhalde madalyonun arka yüzüne bakmayıp sadece yaldızlı kısımlarını görmekteler. Halbuki arka tarafı son derece vahim.

Para Pul Olunca...

Osmanlı'da, daha Fatih Sultan Mehmet döneminde, yani 15. yy'da altın ve gümüş darlığı başlıyor. Avrupa'da coğrafi keşiflerden sonraki altın ve gümüş bolluğunun bir sonucu olarak Osmanlı piyasaları “Duka”, “Real” gibi yabancı paraların istilasına uğruyor. Osmanlı akçesinin değeri düşüyor. Piyasada “kalp” paralar çoğalıyor. Mal fiyatları yükseliyor. Enflasyon artıyor. Bitmeyen askeri harcamalar hazineyi sarsıyor. Devlet, 1550'den sonra akçeyi sürekli küçültmek zorunda kalıyor. Para darlığı “tefeciliğe” ve “faizciliğe” yol açıyor. İslam şeriatı en çok yüzde 15'lik bir faize izin verirken Osmanlı'da uygulamada yüzde 30 ile yüzde 60 arasında faizle borç verip zenginleşenler oluyor.

Sonunda Osmanlı'da 1584 devalüasyonu gerçekleşiyor. Akçenin değeri yüzde 70 oranında düşüyor. 14. yy sonunda Sultan Orhan döneminde 100 dirhem gümüşten 269 akçe kesilirken, 16. yy sonunda III. Murat döneminde 100 dirhem gümüşten 525 ile 950 akçe kesiliyor. Akçeler gittikçe inceliyor. Öyle ki 1584 devalüasyonu sonrası 100 dirhem gümüşten 1000 akçe kesilmesi gündeme geldiğinde Darphane Mültezimi Ali Efendi, “Bir badem ağacı kadar ince, bir şebnem katresi kadar hafif” akçelerden söz ediyor. İran ve Avusturya savaşları para darlığını daha da artırınca 1 akçe, 4-5 parçaya bölünerek piyasaya sürülüyor. Anlayacağınız para pul olmaya başlıyor...

Daha 16. yy'ın başlarında Osmanlı'da halk ve devlet para sıkıntısı çekiyor. Öyle ki II. Bayezid'in illerde valilik yapan oğulları, aylıklarının azlığı nedeniyle zor geçinebiliyorlar. Buna karşın Rüstem Paşa, İbrahim Paşa gibi bazı devlet adamları rüşvet ve yolsuzlukla büyük servet yapıyorlar. 

16. yy'da devlet, para bulabilmek için vergileri artırıyor. Böylece özellikle köylü ezilmeye başlıyor. (İstanbul halkı, 1876'ya kadar emlak vergisi bile ödemiyor) Osmanlı'da vergi yükünün yüzde 87'si, milli gelirin yarısından az pay alan köylüye yıkılıyor. (Vedat Eldem, Osmanlı İmparatorluğu İktisadi Şartları Hakkında Bir Tetkik, s. 246). Osmanlı'da halkı, köylüyü ezen sadece vergiler değil: 1585-1595 arasında fiyatlar artıyor, pahalılık baş gösteriyor. Özellikle buğday fiyatlarındaki artış halkı derinden etkiliyor. Buğdayın fiyatı Edremit'te 40-50, Orta Anadolu'da 20 akçeden aşağı düşmüyor. 

150 yıl içinde buğday fiyatı 10 kat artıyor. Osmanlı'da asıl büyük pahalılık ve yüksek enflasyon 1596-1607 arasındaki “Celali Fetreti” ve “Büyük Kaçgunluk” döneminde görülüyor. Uzun Avusturya ve İran savaşları sırasında gelişen Celali isyanları nedeniyle köylünün üçte ikisi köyünü, evini, barkını bırakıp “çift bozup” kaçıyor. Bunlar ya “Levent” ya “suhte” olarak büyük şehirlere akıyorlar. Büyük şehirler kahveler ve bekâr odalarıyla doluyor. Fuhuş, içki, eşkıyalık, cinayet şehirleri sarsıyor. Köylerin terk edilmesiyle tarımsal üretim azalıyor. Buğday üretimi azalınca Osmanlı Avrupa'ya buğday satışını yasaklıyor. Fakat kaçakçılar gizlice Avrupa'ya buğday satmayı sürdürüyor. Buğday darlığı kıtlığa yol açıyor. Osmanlı'da ilk büyük kıtlık 1494-1503 arasında görülüyor. İkinci büyük kıtlık 1564'te görülüyor. 1573-1576 arasında kıtlık daha da artıyor. 

1603'te Anadolu'da yine “buğdaysızlık” ve “kıtlık” baş gösteriyor. Balıkesir'de buğdayın kilesi 90 akçeye kadar çıkıyor. Ekmeğin fiyatı iyice yükseliyor. Sonunda hububat alım satımı “vesikaya” bağlanıyor. Öyle ki İngiliz elçisi bile 1607'de İstanbul'da yiyeceği ekmeğin buğdayını ancak vesikayla satın alabiliyor. Osmanlı tebaası tam 15 yıl ekmek bulamıyor, halk açlıkla pençeleşiyor. (Mustafa Akdağ, Türk Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgası, s. 33-43, 89, 421-425).

Osmanlı'da son büyük kıtlık 1873-1875 arasında görülüyor. Ankara, Kırşehir, Yozgat, Çankırı ve Sivas'ta on binlerce insan açlıktan ölüyor. 12 Mayıs 1874'te Ankara'dan Basiret Gazetesi'ne gönderilen bir mektupta şöyle deniliyor:” Yirmi dört saatte bir defa arpa unundan bir bulamaç içiyoruz. Bu da bitmek üzeredir. Öküz ve diğer hayvanların tamamı telef oldu… Çoluk çocukların ekmek diye feryatlarına tahammül etmek mümkün değildir.” 1873-1875 arasında Ankara'nın Keskin kazasındaki 160-170 köydeki 52.000 kişiden 20.000 kişi açlıktan ölüyor, 7000'i başka yerlere dağılıyor. (Türk Ziraat Tarihin Bir Bakış, İstanbul, 1938, s. 210, 211-213).

II. Mahmut döneminde paranın adı ve şekli 35 kez değiştirildi.

16. yy'dan itibaren akçenin değer kaybı önlenemiyor. Yabancı paralar akçe karşısında çok değer kazanıyor. Örneğin, 1611'de 1 florin, 200 akçeye yükseliyor. 17. yy'da Osmanlı büyük bütçe açıklarıyla karşılaşmaya başlıyor. 1887/1888'den 1910/1911'e kadar, bütçe 4,2 milyar kuruş açık veriyor. (Eldem, s. 246). Osmanlı, paranın tağşişi (değerini düşürme) yoluyla sorunu çözmek istiyor. 1810'dan itibaren paranın içindeki değerli maden oranı sürekli azaltılıyor. Paranın değerinin düşürülmesi, Yeniçeri isyanlarını, fiyat artışlarını ve kalpazanlığı körüklemekten başka bir işe yaramıyor.

Osmanlı, Rus Savaşı ve Küçük Kaynarca Antlaşması'ndan sonra 1775'te “Esham” yani “Hazine Bonosu” yoluyla iç borçlanmaya gidiyor. Zorunlu iç borçlanma olan “İmdadiye”ye ve özel kişilere toprak satışı anlamında “Malikâne Sistemi”ne başvuruyor. Olağanüstü hallerde alınan vergileri kalıcı hale getiriyor. 1770'lerde savaş masraflarını karşılamak için ölen şahısların terekesinin yüzde 60'ına zorla el koyuyor. Bazı tasarruf tedbirleri uyguluyor. Ancak yine de ekonomi düzelmiyor.

Osmanlı'da 18. yy'da para basacak yeterli maden olmadığı için halk, bir emirle elindeki altın ve gümüş eşyayı devlete satmaya mecbur kılınıyor. 1789'da Şeyhülislam, “altın ve gümüş eşya kullanmak haramdır” diye bir fetva yayımlıyor. 1789 başında padişahın altın ve gümüş özel eşyaları, devlet adamlarının gümüş takımları darphanede eritilerek para basılıyor. İstanbul'daki Türk tüccardan 20.000, gayrimüslim tüccardan 12.000 okka saf gümüş isteniyor ve bunlar da eritilip para basılıyor. (Mübahat Kütükoğlu, Baltalimanı'na Giden Yol, s. 271) Osmanlı'da 1780-1860 arasında enflasyon çok yükseliyor. Fiyatlar ortalama 12 ile 15 kart artıyor. 1814'te 1 İngiliz Sterlini 23 Osmanlı kuruşuna eşitken, 1839'da 1 İngiliz Sterlini 104 Osmanlı kuruşuna eşitleniyor. (Şevket Pamuk, Türkiye'nin 200 Yıllık İktisadi Tarihi, s. 112). Kütükoğlu'na göre; 1839'da 1 sterlin 130-135 kuruşa eşittir. 1844'te 1 sterlin 110 kuruşa eşitleniyor. (Kütükoğlu, s. 233).

Osmanlı 1839'da piyasaya kağıt para ve hazine bonosu şeklinde “kaimeler” çıkarıyor. Kolayca sahtesi yapılabildiği için kısa sürede enflasyona neden olan kaimeler 1862'de piyasadan çekiliyor. 1876'da bir kere daha piyasaya “kaime” sürülüyor. Fakat onlar da üç yıl sonra kaldırılıyor. Osmanlı, 1844'te “altın lira” ve “gümüş kuruş” şeklinde çift metalli sisteme geçiyor. 1881'de çift metalli sisteme son veriliyor ve para birimi sadece altın üzerinden tanımlanıyor.

Osmanlı 1848'den itibaren Galata bankerlerinden, Kırım Savaşı'ndan sonra, 1854'ten itibaren de İngiltere ve Fransa gibi Avrupa ülkelerinden yüksek faizle borç alıyor. Borçları yatırıma yönelik olarak kullanamıyor. Bu yüksek faizli borçlarla Boğaz'da saraylar bile inşa ediliyor.

Osmanlı'nın 14. ve 15. yy’larda Batılı ülkelere verdiği kapitülasyonlar, 18. ve 19. yy’larda daha da genişletiliyor. Özellikle 1838 Baltalimanı Ticaret Antlaşması sonrasında Osmanlı pazarları İngiliz mallarıyla doluyor. Çünkü daha önce ithalat ve ihracatta yüzde 3 olan gümrük vergisi, ihracatta yüzde 12, ithalatta yüzde 5 oluyor. Ayrıca İngiliz tüccarlar, yerli tüccarların ödediği yüzde 8 oranındaki iç gümrük vergisinden de muaf kılınıyor.

1914'te 1. Dünya Savaşı'na girerken Osmanlı'nın toplam dış borcu 153,7 milyon Osmanlı Lirası… Savaşa girerken devlet hazinesinde sadece 92.000 altın lira var. Osmanlı artan savaş masraflarını karşılamak için Almanya'dan borç alıyor. Savaş sonunda Almanya'ya 150 milyon lira borçlanıyor. Böylece 1. Dünya Savaşı sonrasında, Osmanlı'nın toplam dış borcu 303,7 milyon liraya ulaşıyor. Üstelik bu borçların sterlin, frank ve mark gibi yabancı paralarla ödenmesi gerekiyor.

1. Dünya Savaşı sırasında Osmanlı'da her alandaki üretim neredeyse yarı yarıya azalıyor. Savaş koşullarında fiyatlar 18-20 kat artıyor. Buna karşın maaşlar artmıyor. İnsanların alım gücü yüzde 80 oranında azalıyor. (Pamuk, s. 178). Korkunç bir enflasyon baş gösteriyor. Öyle ki savaş başında, 1914'te 100 olan tüketici fiyat endeksi, savaş sonunda, 1919'da 1215'e yükseliyor. 

Savaş yıllarında, 1914-1922 arasında gerçekleşen toplam enflasyon yüzde 1200 ile 1700 civarında… Örneğin 1914'te ekmeğin okka fiyatı 1,25 kuruşken, 1920'de 16 kuruşa çıkıyor. 1914'te dört kişilik bir ailenin gıda harcaması 225 kuruşken, 1920'de 3049 kuruşa yükseliyor.

Osmanlı savaş başında 1915'te piyasaya kağıt para çıkarıyor. Bu kâğıt paralar, önceleri 1 lira ile satın alınırken üç yıl içinde 4-5 altın Osmanlı Lirası'yla satın alınabilen bir mal oluyor. Paranın değeri sürekli düşüyor. Vedat Eldem, 1. Dünya Savaşı'nda Osmanlı parasının yüzde 85 değer kaybettiğini belgeliyor. (Eldem, s. 204) Savaşlardan sonra 1923'te 1 dolar 120 kuruş, 1 sterlin 810 kuruş oluyor.

1. Dünya Savaşı başında, 1914'te seferberlik ilan edilince başlayan panikte İstanbul ekmeksiz kalıyor. Halk fırınlara hücum ediyor. Savaş öncesinde Rusya'dan buğday alan Osmanlı, savaşta Rusya ile cephe cepheye gelince buğdaysız kalıyor. Malların fiyatları yükselince karaborsacılık başlıyor. 1915'ten itibaren halk açlıkla boğuşuyor. 11 Nisan 1917'de New York Times, İstanbul halkının durumunu şöyle özetliyor: “Açlık başlamış durumda. Orta gelirli ve emekçi sınıfların sefaleti nefes kesecek ölçüde. Tifüs salgınının önü güçlükle alınabilmiş. (…) Sokaklarda rastladığımız insanların yüzleri sarı, elmacık kemikleri zayıflıktan fırlamış, gözleri bütün anlamlarını yitirmiş; dik ve zayıf bakıyor... Eskilerin en önemli gıdası çeyrek ekmek, peynir ve zeytin, 1,25 dolara zorlukla bulunabiliyor. Tereyağının kilosu 5, peynirin 7 ve zeytinin 1,5 dolar civarında…”

Hükümet, 1918'de İstanbul halkına ekmek bulabilmek için 3 milyon lira borç almak zorunda kalıyor. Mayıs 1919'da Osmanlı, subay ve memur aylıklarını ödeyemez duruma geliyor.

Sonunda ne mi oluyor?

Osmanlı 1876'da borçlarını ödeyemeyip “iflas” ediyor. Bunun üzerine 20 Aralık 1881'de Muharrem Kararnamesi'yle alacaklı Avrupa ülkeleri Duyunu Umumiye'yi kurup Osmanlı'nın temel gelirlerine el koyuyorlar. II. Abdülhamit her şeyi; madenleri, demiryollarını, limanları, hatta tütünü, dahası elektrik, su, havagazı gibi tüm yatırımları yabancılara teslim ediyor. Osmanlı bağımlı hale geliyor.

İşin özü şu ki, coğrafi keşiflerin, Rönesans'ın, aydınlanma döneminin, Sanayi Devrimi'nin Batı'da yarattığı değişime ve dönüşüme uyum sağlayamayan Osmanlı, köylerin boşalması, üretimin azalması, ordunun bozulması, savaş masraflarının artması, vergi adaletsizliği ve paranın pul olması ile borç ve faiz batağına sürüklenip batıyor.

İşte Atatürk, 1. Dünya Savaşı'nın yıkımı sonrasında gırtlağına kadar borçlu, yokluk ve yoksulluk içinde, orduları dağıtılmış, toprakları işgal edilmiş, savaş yorgunu bir ülkede emperyalizme karşı bir bağımsızlık savaşı kazanmayı başardığı için büyük liderdir.

Atatürk, 17 Şubat 1923'te İzmir İktisat Kongresi'nde söylediği gibi kazandığı askeri ve siyasi zaferi ekonomik zaferle taçlandırıyor: Önce Osmanlı'nın tüm bağımlılıklarına son veriyor: Lozan'da kapitülasyonları kaldırıyor. Osmanlı borçlarını ödemeye başlıyor. Köylüyü ezen vergileri kaldırıyor. Tarlalar yeniden ekiliyor. Ülkenin dört bir yanında fabrikalar kuruyor. Türkiye üretmeye başlıyor. Türkiye üç beyazda; bez, şeker ve unda kendi kendine yeter hale geliyor.

1929 Dünya Ekonomik Krizi'ne rağmen...

1924-1938 arasında Türkiye'nin büyüme hızı ortalama yüzde 8'in altına düşmüyor. 1889-1914 arasında Osmanlı'nın kalkınma hızı ortalama yüzde 2,2 civarındaydı. (Eldem, s. 316). Atatürk Türkiye'si enflasyonsuz, dış borçsuz kalkınıyor. 1923-1938 arasında GSMH 3 katına, kişi başına milli gelir 2 katına çıkıyor. 1923-1938 arasında, 11 yıl bütçe denkliği sağlanıyor, 3 yıl ise gelir giderden fazla oluyor. 1938'de Merkez Bankası'nda 36 milyon dolar döviz, 26 ton altın biriktiriliyor. Türk parası değerini koruyor.

Keşke çocuklarımıza Osmanlı'da paranın nasıl pul olduğunu, Osmanlı'nın nasıl iflas edip battığını ve Atatürk'ün nasıl kendi ayakları üzerinde duran bir Türkiye Cumhuriyeti yaratığını anlatabilseydik...
Döneminde dünyanın en büyük 
kupürlü banknotu

Evet, o zaman bugünkü duruma düşmezdik. 2005 yılında 6 sıfırını attığımız paramızın (1 $ = 1,3448 TL, TCMB) bugünkü kuruna bakmak, içinde bulunduğumuz vahameti anlamaya yetiyor. Hâlâ 100 gün masalına inanmak... (gerisini siz tamamlayın)

Yakacık sonrası 1 kilometrelik sıkı bir tırmanışla Aydos’a geliyoruz. Ama burada %19’u bile gördük bir ara. Yani desteğin katkısı küçümsenmeyecek boyutta. Nasıl/niye/niçin diye soranlara: Yürüyen merdivende koşarak çıktınız mı? Yapın anlarsınız ne olduğunu. “Münferit” olduğumuzdan daha hızlı hareket edebiliyoruz. Sağdan giden yola hiç girmemiştik, bir bakalım, ancak sonu çıkmaz oluyor, dönüyoruz. Buradan yalnız Yakacık’a bir iniş var. Sanırım dik olmalı. Belki bir gün inerek görmek iyi olabilir. Bu güzel yeşillikler, ağaçlar ne kadar direnecek çok merak ediyorum. Kentsel Dönüşüm Proje Alanı tabelalarını görmek ürkütüyor. Zaten biri dikivermiş 6 katlı binayı.

Her zaman gittiğimiz yol yerine sağdan Velibaba-Kartal Cezaevi yönüne saptık. Güzel bir inişle cezaevinden sola Sultanbeyli’ye doğru döndük. Rampadan inerken sabahki bisikletçiler de tırmanmaktaydılar. Bazılarıyla selamlaşmalar...

Arada ben arada Firu önde, Velibaba denilen mahalleden devam etmekteyiz. Çelişik bir bölge. Müthiş villalı siteler, diğer yanda 3-4 katlı binalar. İki farklı gelir sınıfı yan yana.

Dik bir yokuştan inip Sultanbeyli kenarındaki TEM otoyoluna paralel İstanbul yönüne pedallıyoruz. Bu yolun iki tarafı farklı eğimde. Karşısı, yani kuzey  daha düz. Ama biz bu taraftayız (güney), inişi çıkışı bol bir yolda. Ne var ki hava da açıldı, güneş bolca bu sonbahar gününde bizi ısıtmakta. Keyifle ve desteğin katkısıyla hızlı bir şekilde araçların aralarından kıvrılarak sürdürüyoruz pedallamayı.

Bryan Ferry, son günlerde sıkça dinlemeye başladım gene. Böyle 30’lu yıllara gönderme yapan tarzda yeniden seslendirdiği şarkılarını. Hatta “Babylon” dizisinde de kısa bir sahnesi vardı. Çok keyifli. Burada Amy Winehous’un güzel bir parçasını söylemekte.


Fi tarihinde Boğazda bir yalıda verdiği konserine gitmiş, oldukça yakından izlemiş/dinlemiştim, 70’li yıllara estetik-kalite-yenilik getiren Roxy Music’in bu özgün İngiliz’ini. Bryan Ferry, Fransız chanson’larından salon şarkıcılarının zarafetine, Sinatra’yı andıran bir ağırbaşlılıktan Gainsbourg-vari bir karizmaya, sert ve köşeli rock tavrından “fütüristik nostalji”ye uzanan birçok müzikal tarz ve duruşu ustalıkla birleştiren dehası ve bunları çok iyi yansıtabilen eşsiz sesi ile tanınır.

TEM’e paralel bazı yollar bitmiş. Bu anlamda geçiş kolaylıkları olmuş. Sancaktepe kavşağında sevimsiz bir 4yol vardı, biraz telaşla geçilen. Orası ortadan kalkınca üstten kolayca geçiveriyoruz. Sonrasında bu defa ilk olarak KADOSAN içinden değil de Ferhatpaşa tarafından giderek sabah başladığımız noktaya güzel bir daire çizerek gelmiş olduk.

Hava güzel, saat daha erken, Pazar Pazarı ve Ataşehir Yöresel Pazarı’nı da gezelim. Öncesinde içilen kahve ile yenilen kek, Kahve Dünyası’nda. Ehh, pazara gidersin de alış veriş yapmaz mısın? Nefis zeytinler, rengarenk. Kocaman Çanakkale domatesleri, iri iri. Avokadolar, yusyuvarlak. Deniz börülcesi, demet demet. Mısır unu, sapsarı. Kaşar-gravyer-tulum peynirleri... Nasıl olsun? Laf bulamadım, siz söyleyin.










Aydos: Dudullu-Ferhatpaşa-B.Bakkalköy-Yakacık-Aydos-Velibaba-Sultanbeyli-Sancaktepe-Ferhatpaşa-Ataşehir-Dudullu

Tur tarihi: 4 Kasım 2018
Kat edilen mesafe: 48,91 km.
Ortalama hız: 13,9 km/sa.
Bisiklete biniş süresi 3 sa. 31 dk., dışarıda geçen süre 6 sa. 16 dk.
En yüksek sıcaklık 25 ˚C, en düşük 18 ˚C, ortalama 20,3 ˚C
İrtifa kazancı (çıkış) 683 m, kaybı (iniş) 699 m.
En düşük irtifa 83 m., en yüksek 318 m.

Garmin yol bilgileri Aydos

Relive yol bilgileri Aydos

        
                














Katkıları için Ali’ye teşekkürler.


Bölgeye yapılmış geziler Bize Aydos Size Paydos