11 Aralık 2009

Büyükçekmece - Ele Kurban

Aslında uzun soluklu bir tur yapmak istiyorduk bu dört günlük Kurban Bayramı tatilinde ama bir türlü popomuzu toparlayamadığımızdan İstanbul’da kaldık. O nedenle de yakın bölgelerden neresi olabilir diye, yaz başında gittiğimiz Büyükçekmece yolunu seçtik.

Bayramın ilk günüydü (27.11.09) ve İstanbul’u saran sis boğazdan kalkmamıştı. Sabah 6:30 da kalktık ama evden çıkışımız 7:35 oldu. Bu durumda 8 treniyle Sirkeci’den Menekşe’ye kadar gider oradan pedallarız düşüncesindeydik. Zaten günler kısa, böylecene zaman kazanırız fikriyle 20 dk’da istasyona vardık. Yollar sanki yağmur yağmış gibi ıslaktı. Yoksa belediye bayram diye yıkamışmıydı diye düşündük ama sisten kalan birşeydi bu. Sabah sabah kalkan olmamıştı. Zaten çoğu insan da kurban meselesiyle meşguldu herhalde. Zaten buna ait durumları gün boyunca görecektik. “Zaten zaten”di durumları.

Turnikeden tek jetonla geçtik (bazen çift istiyorlar). Sonra 4. perondaki trene binip bisikletleri sağlamca koltuklara bağlayıp trenin hareket etmesini beklerken hazırladığımız sandviçlerden birer tanesini yedik. Ve 45 dk sonra Menekşe’deydik.



Menekşe istasyonundaki dik merdivenlerden bisikletleri yola indirip bastık pedallara K.Çekmece yönüne. İlk gezimizde kullandığımız sapağı şaşırıp E5 yoluna kadar giderek sola E5’e paralel yoldan ilerlemeyi sürdürdük. Burada bir bölüm oldukça dar. Arabalar da hızlı ve haince yanınızdan geçiyorlar. Ama piştik herhalde aldırış etmeden, arada bir arkalarından el kol sallayarak sahil yoluna inebileceğimiz lunaparka kadar trafik içinden sürdük. Ancak gene de bu yolda dikkatli olmalı. Bazı yollar var ki bir türlü rahatsız edici özelliğini bırakmıyor. Mesela Kasımpaşa’dan Hasköy’e giden, mezarlığın arasından geçen yol da çok tedirgin edicidir. Feci dar ve yokuş, yanınızdan geçen araçlar da bir türlü bu durumu dikkate almaz, rahatsız ederler. 
Lunaparka vardığımızda, sola denize doğru dönüp Avcılar Belediyesi’nin sahilde yaptığı, ama bir türlü tamamlayamadığı “Sahil düzenlemesi” içinden pedalladık ki sanırım 5 km vardır bu yol. Kaçtır geçiyoruz ama nedense bitmiyor buraları. Sonunda bir kahvede (9:30 / 14.km), artık bunlara “Cafe” denilmeye başlandı, sabah çayını yanımızdaki ikinci sandviçlerle hallettik. Ancak bir bardak çay 1,5 lira olunca ikincisini içmiyorsun ve yola devam ediyorsun! 

Oradan küçük bir yokuş tırmanarak Avcılar - Ambarlı minibüs / otobüs yoluna çıkarak, sonra Ambarlı dolum tesislerini de solumuza alarak sağda tekstil fabrikaları falan şeklinde bir bölgeyi geçip…

…Yakuplu’ya o dimdik yokuştan (duvar) tırmanarak vardık. İlk çıkışımda zorlayan ama artık daha kolay gelen ancak gene de hatırı sayılır bir rampa.

Tepedeki mezarlığın, kapısına tezgah kurmuş çiçekçiler ve bayram ziyaretine gelenlerin yanından geçerek sokak içlerinden geçtik. Bayram seyran bahanesi aslında sevdiklerini anmak için bir sebep gerekmiyor. Onları her zaman içinden hatırlayabilirsin. Bu düşüncelerle lastiğimin havasını tamamlamak için bir benzincide durduk. Burada kurbanlıklarını kesmek için bekleyen insanların şaşkın bakışları arasında 65 psi havayı lastiğime espiriyle karışık bastım, gümleyecek mi gümlemeyecek mi merakı içinde. Gümlemedi tabii. Sonra izah ettik, traktörlere de 15 psi basıyorlar falan örneğini verdik. Her neyse, arazi onların olduğu için kurbanlarını uluorta kesebileceklerini düşünen bu insanları cehaletleriyle bırakarak (bunu yapamayacaklarını söylemediğime çok kızdım sonra. Ne demek ortalıkta kurban kesmek, burası köy mü? Köyde bile uygun bir yer seçilmeli) Gürpınar yönüne doğru saptık, yolumuz üzerinde Katık Unlu Mamüller’den 2 simit alarak. Kepekli unla yapmışlardı, güzel de olmuştu (çayla yediğimizde anladık). Kilosu 15 liradan İspir fasulyesi satıyorlardı ayriyeten. Çok lezzetlidir bu fasulye cinsi ama bu kadar vermek çok geldiğinden fasulyesiz devam ettik yolumuza.
Yolumuzun üzerinde büyük bir meydanda kurulmuş hayvan pazarı ve yanındaki kesim yerini de şaşkınlık ve insanların bu konudaki merakını hayretlerle izleyerek sessizce bölgeden bir an evvel uzaklaşmak için pedallarımızı hızla döndürmeye başladık. Bütün gün boyunca zaten havada kan kokusu eksilmedi. Bizim bu kadar bariz aldığımız bu kokuyu hayvanlar herhalde çok daha fazla hissediyorlardır. O nedenle ne kadar doğrudur acaba yan yana kesim yapmak?

Buradan sonra Gürpınar’a girerken sağdaki bir kahvede çay molamızı verdik ve aldığımız çıtır simitleri yok ettik. Artık çaylar 50 kuruştu. Burada da bir bileyci tezgah kurmuş bıçakları biliyordu, özene bezene. Aman iyi bile ki kurbanlıkların işi çabuk bitsin! Vatandaş bayramlaşıyordu, çayevi kalabalıktı. Biz de artık kalkalım dedik ve Gürpınar’ın içinden geçip yokuş aşağı inen yoldan sağdaki Cemevi’nin de yakınından geçerek sahile vardık.

Burası son gelişimize göre terkedilmiş bir görünümdeydi. Yaz sezonu bitmiş, kimsecik yoktu. Tek tük insan veya gençler dolaşıyordu. Deniz oldukça kabarıktı, dalgalar kıyıya sertçe vuruyordu. Belediye buralara heykeller serpiştirmiş. Çeşitli figürler. Sörf yapan adam için acaba kimi ilham almışlar?

Sahilden giden yoldan devamla uçak altında Firuzan’ın tekrar fotosunu çekerek ve de gene bir başka hayvan pazarı ve kesim yerinin yanından geçip Büyükçekmece’ye doğru ana yola paralel, yan yoldan ilerlemeyi sürdürdük.

Burada da bir bileyci iş başındaydı. Bugün onların günüydü. Etraf hayvanlardan dolayı sinekle kaplıydı. Geçici çadırlarda her yöre hemşosunu çekmek için kocaman harflerle ilini yazmış müşterisini bekliyordu. Hayvan kokusu ağır basıyor, böğürtüleri duyuluyordu.
E5’e biraz paralel gidip köprü altından da geçip, Mimar Sinan’ın muhteşem eserine tekrar hayranlıkla bakarak, yöresel mutfakların olduğu meydana geldik. Burada sezonunda değişik yemekleri tatmak mümkün. Şimdi ise meydan, heykellerin gözetiminde kışı bekliyordu. Belediye heykele önem verdiğini burada da gösteriyordu. Sağda solda bol miktarda heykel gormek pek alışık olduğumuz bir durum değil. Bu konuya duyarlı olanları kutlarız. Keşke tüm meydanlarımızda heykel sanatçılarımız eserlerini sergileyebilseler.

Bu sefer farklı bir yola sapmak istedik. 19 Mayıs stadının yanından Karaağaç’a çıkmak istiyorduk. Veya Çakmaklı da olabilirdi. Yol bilgisini aldıktan sonra ileriye doğru, bu sefer ama kurbanın tam içine düşeceğimiz yolu tutturduk.


Öyle bir yere geldik ki sormayın, bayrakların altında, uğultulu bir ortamda, çocukların gözü önünde hayvanlar kesiliyordu. Kesilmeyle kalmayıp öyle ortalıkta bırakılmış, kimi parçalanmış, kanlar içinde. Elinde baltayla odun keser gibi darbelerini indiren mi istersiniz, kesilen etleri kovalara, naylonlara tıkayan mı istersiniz, burası bir savaş meydanıydı. Büyük bir katliam olmuş - can pazarıydı.
Bu iş böyle mi yapılmalıydı? 21.yy’da İstanbul kenti böyle mi görünmeliydi? Bu çocukların büyüyünce neler yapacağı şimdiden belli. Kurban olayı artık başka bir şekilde yorumlanmalı.

Bu manzarayı (ve kokuyu) içimiz kaldırmadı. Geride bırakmak için önümüzdeki doğa güzelliğine dikkatimizi vererek sürratle uzaklaştık.

Arasıra arabaların geçtiği sağı solu otlak ve tarla olan güzel bir yoldan ilerliyorduk. Solda uzakta Büyükçekmece Gölü parıl parıl duruyordu. Bir dörtyola geldiğimizde, biz düz devam ederek sürdürdük yolumuzu. Sola İSKİ’ye gidiliyordu, ve bir kaç çiftliğe. Yol hafif rampalaştı. Maalesef yol kenarına atılmış molozlar ve tekstil atıkları manzarayı kirletiyordu. Bu işin bir eğitim işi olduğu her seferinde kendini belli ediyor. Yasakla - cezayla baş edemiyorsun. Bunların ciddi cezaları var ama yakalayabildiğinde. Ama önce insan bunu yapmaktan utanacak yoksa herkesin peşine polis mi dikeceksin?!!! 

Bu şekilde pedallayarak vardığımız yerin Çakmaklı olduğunu öğrendik. Aslında Karaağaç’a gitmeye çalışıyorduk ama bu yol daha kısaydı, buradan Esenyurt’a çıkabilirdik.

Köye girdiğimizde dikkat çekici bir olay vardı. Soldaki eski camiinin karşısına yapılmış yeni camiinin önünde, burası için bir hayli fazla araç park etmişti. Hepsi de siyah ve 4x4. Hani Kurtlar Vadisi Gladio film seti gibiydi. Ne vardı acaba burada bu kadar arabayı çeken? 


Dümdüz gideceğimize dair yol bilgisini aldıktan sonra Hadımköy - Beylikdüzü yoluna çıkmış olduk. Belki açıktır umuduyla Metro’ya (Grossmarket) uğradık ama olmaması doğaldı. Sağımızda Tüyap, fuar alanı ve kulesiyle duruyordu. Biz sola Avcılar’a saptık.

E5 üzerinde ilerliyorduk. Neyse ki güvenlik şeridi yeterince genişti. Tek sorun yol sapaklarında, ama Firuzan’la artık buraları organize bir şekilde geçiyoruz. Peş peşe giderek, arkada olan biraz daha dışa çıkarak (yola girerek) ve mutlaka kolumuzla işaret vererek bu sapakları başarılı bir şekilde geçiyoruz.


Sonra Avcılar’dan Haramidere’ye inerken, biz E5’den ayrılıp sağa Ambarlı’ya doğru saparak, sabah geldiğimiz yola bağlandık. Buradan gene içten giden minibüs / otobüs yolu üzerinden devam ettik.

Acıkmıştık ve birşeyler ararken çiğköfteci gördük, Buğrahan. Malum artık bunlar etsiz yapılıyor, bulgurla ovuyorlar, salça, biber sosu, kekik falan gibi baharatla zenginleştirilip köfte gibi elde sıkıyorlar. Yeşillikle ve de acıyla nefis bir şey çıkıyor ortaya. Yarım porsiyona 5 lira ödeyerek karnımızı doyurduk. 
Buradan ayrılıp üzerine şöyle nefis bir kahve olsa diye mırıldanırken, önümüze çıkan Çınar çayevinde siparişimizi verdik. Hava güneşli, dışarıda bir masaya yerleşip söyle içimizin ısınmasına müsade ettik. Bu sefer de bir çikolata olsaydı yanında diye mırıldanmaya başladık. Firuzan’ın kuruyemişciden aldığı Eti’nin tarihi geçmiş çikolatasını iade edip, Ülker’inkini mecburen alarak kahve eşliğinde keyif yaptık. Bayramlaşma devam ediyordu. Kahvede oturan birkaç yaşlı amcayı tebrike gelen çocuklar benim de elimi öpmek istedi. Bu kadar yaşlı mı görünüyorum diye düşünerek atladım bisikletime ve ön tekerini şaha kaldırarak gösterişli bir sürüşle havamı bastım. Herhalde anlamışlardır ne demek istediğimi :)
Devam ederek, gene sahilden giden, düzenlemesi bir türlü bitmeyen yoldan pedallayarak K.Çekmece’ye doğru sürdük. Ancak artık millet akın etmiş dolaşıyordu kordon boyunca, kimi fotograf çekiyor kimi çekirdek çıtlatarak ortalığı kirletiyordu. Hatta bir de monosikletle dolaşan vardı ki çok dikkat çekiyordu.

Lunaparka kadar sahilden gidip, sabahki sessizliğin yerini artık bir cümbüş almıştı ki sormayın, minibüs yoluna çıkmış olduk. 

Dar yoldan geçip, sıkıntılı anlar yaşayarak (minibüs terörü), Florya üzerinden sahildeki bisiklet yoluna indik. Burası artık öyle kalabalıktı ki, aman yani. Çocuklar, bebek arabaları, kol kola girmiş dolaşanlar, çeşit çeşit durumlar. Bisiklet yolunu kimse takmadığından mecburen aralardan sıyrılıp (slalomlayarak) Çınar otelinin önünden, Hava Harp Okulu’nun yanından, Bakırköy’de büyük alkışlarla duyurulan yeni bisiklet yoluna çıkmış olduk.

İki mavi çizgi arasından giden, bazen o kadar dar ki yan yana nasıl geçilir sorusunu sorduran, yaya yoluyla karışan, halen halkımız tarafından nedir diye sorgulanan (öyle ya bu mavi çizgileri niye buraya çizmişlerdi ki? Yoksa pikniğimize mi engel olunmak isteniyordu?!) anlı şanlı bisiklet yolu. Hadi gene de eskilerin “ehvenişer” dedikleri, kötünün iyisi olarak bakabileceğimiz bu yol aniden bir dairede bitiverdi! Hoppala olduk ve buradan çimlerin üzerinden inerek – atlayarak, alt sahil yolundan sonra parkın içine dönerek, devam ettik Yenikapı’ya kadar. Halbuki burada da aynı yolu devam ettirebilmeleri için yer müsaitti ama kim bilir boyaları mı bitmişti de durdular?


Yenikapı’dan artık sahili bırakıp içerilere girdik. Çatladıkapı, Kumkapı, Ahırkapı diye diye kapılardan ve küçük Afrika’nın içinden geçerek (etrafta bayram şenliği niyetine ne isterseniz vardı) S.Ahmet meydanı üzerinden Eminönü’ne geldik.

Güneş iyicene yatmış, ışık kızarmıştı. Gölgelerin boyu upuzundu. Çok severim günün bu halini. Herşey bir güzelleşir, renkler ısınır. 


Akşamki yemeğimiz için acı biber arıyorduk ama burada bulamadık. Hadi dedik belki Beşiktaş’ta buluruz ama oradaki çabamız da sonuç vermeyince bibersiz döndük eve.

Saat 17 olmuş ve hava kararmaya başlamıştı bile. Bu küçük gezimizde bile 96 km yol yapmıştık. Ortalamamız 14,9 ile de pek fena sayılmazdı. 6,5 saate yakın zamanı bisiklet üzerinde geçirmişiz. Aferin bize diyerek sizi ağustos böceğinin hikayesiyle baş başa bırakmak istiyorum:

Bir ağustos böceği doğmadan önce toprağın altındaki bir larvada ortalama olarak 12 yıl bekler. Evet, tam 12 yıl. 12 yıllık hapislikten sonra dünyaya gelen garibanın ömrü adında yazılıdır: Ağustos. Yani topu topu bir ay... Şarkı söyleyen yalnızca erkek ağustos böceğidir. Çünkü dişi, en güzel şarkıyı söyleyeni kendine eş seçecek ve çiftleşecektir. Düşünsenize, 12 yıl toprağın altında bekle, dışarı çık. Ömrün bir ay... Buldun, buldun... Bulamadın, bir daha yok.

Siz olsanız çalışır mıydınız? Tembellik ağustos böceğinin hakkı!
(Kaynak: arkadaşım Tarık - inanmıyorsanız ona sorun). 

Yol: N.taşı > Sirkeci > Menekşe (trenle) > Avcılar sahil > Yakuplu > Gürpınar > B.çekmece > Çakmaklı > Haramidere > Avcılar sahil > Florya > B.köy > Sirkeci > N.taşı (96 km)

Bu bölgeye yapılmış diğer geziler için Büyükçekmece Beşlisi / Büyükçekmece Dokuzlusu