Havalar Şubat için fazla iyi. 17 derece olacağı tahmin ediliyordu pazar günü. Ben de fırsat bilip Gebze’yi turlayayım dedim ve evden 9 yirmi gibi yola çıktım. Bostancı’dan 10’a doğru Marmaray’a binip Gebze’ye vardığımda saat 11’e geliyordu. Hava pek de öyle sıcak gelmedi bana. Yani üstümdekiler soğuk havada giydiklerim. Yol Gebze içinden geçene kadar pek sevimli sayılmaz. Hele bir bölümü var ki daracık, ortası da turuncu çubuklarla ayrılmış. Gelen geçen yakın kalıyor, bir de minibüse yakalanırsan tam sıkıntı. Bu adamlarda yavaşlama diye bir kavram olmadığından çözüm, karşıdan gelen yoksa şerit değiştirip geçmesini sağlamak.
Daha önce defalarca anlattığımdan (yol ve köylere ilişkin) tekrar etmiyor, altta bölgeye yapılmış gezilerden okuyabilirsiniz. Gebze merkez sonrası gelen sanayi içinden geçip Pelitli’ye giden ve mezarlığın yanından çıkan sıkı rampa sonrası pek de zorlayıcı bir bölümü yok bu rotanın. Gerisi köy yolları, yer yer bozuk bir asfalt olsa da genelde sıkıntı vermez.
Kafamın içinde, kafa radyomda yani, Bjork’un müthiş bir parçası çalıyor, ama sadece kısacık bir kısmı. Tamamını dinletmek isterim: All is Full of Love. Ancak öncesinde birçok ödül kazanan bu kliple ilgili birazcık bilgi vereyim: Bjork'un videosu, Aphex Twin ile yaptığı önceki çalışmalarında olduğu gibi tüm dijital efektleri Glassworks aracılığıyla uygulayan Chris Cunningham tarafından yönetildi. Glassworks, Bjork videosundaki çalışmaları nedeniyle MTV 2000 En İyi Özel Efekt ödülünü aldı ve bu son derece başarılı video aynı zamanda ITS Monitor ödüllerini (2000) iki kez ve 1999 Londra Efektleri ve Animasyon (LEAF) ödüllerinde En İyi Müzik Videosu ödülünü de iki kez kazandı. 'All is Full of Love' tanıtımı aynı zamanda Siggraph 1999'da, İspanya'da Art Futura Festivali'nde, İtalya'da Digital Images'da, Japonya'da Tokyo ACM Siggraph CG Film Gösterisi'nde,Avustralya Efektleri ve Animasyon Gösterisi'nde, ABD'deki Düşlerinizde TV ve Bilim Kurgu kanalı ve daha birçok etkinlikte gösterildi. Glassworks ayrıca 1999'da İngiliz Tasarım ve Sanat Yönetmenliği Ödülleri'ni de Bjork adına aldı.
Pelitli’de, her zamanki çayevinde mola vermek niyetindeydim ama nedense bugün açmamış. Kahvaltı edemiyor, Mollafenari pek uzak değil, orada ederim desem de acıkma hissi olmadığından devam ediyorum Cumalı’ya doğru. Bugün kenarda bekleşen, yolda da bana doğru gelen bisikletçiler görüyorum. Daha önceleri pek rastlamamıştım. Mollafenari'den Cumalı’ya gitmek için üç farklı sapak vardır. Genelde yolu uzatmak için 3’üncüsünü kullanıyoruz. Ama bu sefer 2’nciden sapıyorum ki ilk geçişim olacak. Güzelce inen bir yokuş, mis gibi kayıyor bisiklet. Sağda ‘Tiny house’lar var. Keyifli bir yere kurmuşlar evlerini. İsterdim ben de böyle bir evim olsun, hafta sonları arkadaşlarla toplaşıp yemek-içki-müzik ile eğlenmek, bahçesine yayılmak. Hele bu evlerin böyle ıssız ortamlarda, orman içi, deniz yamaçlarında olanlarını görüyorum da, müthişler.
Ve yolum, 3’üncü yola birleştiği noktadan sonra gelen bir yol ayırımında biraz bende yön kaygısı yaşatıyor. Sanki bu göbek değişmiş gibi göründü gözüme. Cumalı sol muydu falan derken acaba sağdan giden iki yol nereye çıkar? Telefondan bakıyorum ama küçük ekranda pek bir şey anlayamıyorum. Gelen vatandaşa sormaktayım. Biri Ovacık’a diğeri de baraja kadar, orada bitermiş. Güzel bilgiler bunlar. Gelecek sefer keşfe çıkarım. Bugün aklımda Kadılı sonrası gösterilmiş soldan bir yeni yolu denemek vardı.
Cumalı’ya giriyor, burada da mola vermiyor devam ediyorum. Nedense canım durmak istemiyor, acıkma da yok. Cumalı’yı az geçtikten sonra Gebze Belediyesi bir mesire alanı inşaatına başlamış. İş makineleri çalışmakta, arazi kazılmış... Anlaşılan hepsi seçim öncesi şirin gözükme telaşında.
Kadılı sonrası sözünü ettiğim yol, bir levhaya elle İstanbul diye yazılmış, beni güzelce bir yokuştan indirip, dönüş için her zaman kullandığımız Şile yoluna bağladı. Bundan sonrası bilindik, Şekerpınar’a doğru çıkar. Ama bugün bir farklılık yapayım diyor ve Tepeören olarak ayrılıyorum. Karşımdan esen sert rüzgar şimdi soluma geçti. Düzgün bir asfalt, uzunca çıkıyor. Bir vakitler Tepeören üzerinden geldiğimizde burayı tersten kullanır Göçbeyli’ye de giderdik. Hafriyat alanı sağımda. Doldura doldura yeni bir topografya çıkarttılar. Bir tepe oluştu burada “resmen!” Yönlendirmeler Çevreyolu-Sabiha Gökçen-Tuzla-Aydınlı şeklinde değişmekte. Aydınlı’yı seçiyorum. Oradan Pendik’e ulaşır, trene binerim düşüncesiyle. Bu arada güneş de çıktı ve ısındı hava. Üzerimdekiler fazla gelmeye başladı. Fermuarları indiriyorum, serinleyeyim biraz. Akfırat’a sapmıyor, ki oradan da gidilseymiş gene aynı yola çıkarmışım, AFAD önünden inen yokuştan hızla yol almaktayım. Ancak birazdan indiğim çukurdan çıkmak için bir yokuşu tırmanmam gerekti. Yolun durumu pek de kaliteli değil. Sertleşmiş çimento artıkları, çatlak bölümler, bir tarafı küçük diğer tarafı daha büyük bir sanayi kesimi, evden çok işyerleri. Rüzgar şiddetli. Zaman zaman sallıyor da. 50’nci km.de bataryayı yenilerken sandviçin tekini de götürüyorum. Bu sırada sert esen rüzgar bisikleti devirmesin mi? Öff çok kızdım buna, gidon süngerinin de kenarı yırtılmış oldu : ((
Aydınlı sonrası fi tarihinde sıkça kullandığımız, sonra tünelin açılması nedeniyle vaz geçtiğimiz otoyola çıkıyorum. Çıkıyorum ama bin pişman olarak. Araçlar feci hızlılar, daracık bir güvenlik şeridi, yer yer yok bile. Trafiğin gürültüsü, sağdan gelen-sağdan giden çıkışlar falan tam bir kaos. El kol çıkararak, aynadan arkayı keserek, ortalara dalarak, bir cesaretle buraları aşıp Sahil Yolu diye kaçıyorum bu hengâmeden. Sahil yolu da ayrı bir curcuna. Motorunun arkasına bavul içinde hoparlör yerleştirip tiz çatlak bir sesle çaldığı müzik eşlinde slalom yapmaya çalışan mı istersin, burnu yerde kıçı havada Tofaş’ıyla hava atan mı, Porsche’siyle kısa mesafede 100’e çıkıp duran mı...
Pendik Gar diye levhaları takip edip trenle Bostancı, oradan da metroya binip İMES ve eve vardığımda 64 km’yi gösteriyordu saat.
Hiç bilmezdim/duymamıştım Nauru’yu. Ne mi bu? Dünyanın en yavru ülkelerinden biri. Batı Pasifik'te bir mercan adası olan Nauru Cumhuriyeti 1947 yılında Birleşmiş Milletler’in vesayeti altında Avustralya idaresine verilmiş, 31 Ocak 1968’de bağımsızlığına kavuşmuş ve 1 Mayıs 1999 tarihinde dünyanın en küçük ada cumhuriyeti olarak BM üyesi olmuş. Olmuş olmasına ama 10 bin nüfuslu Nauru’nun geçmişi ve bugünü hiç de öyle keyifli değil. Dinleyin bakın neler anlatılıyor: Tarih boyunca hiçbir önemi olmayan Nauru’nun kaderi 1900’lerin başında değişmeye başlamış. 1901 yılında, o zamanlar Alman sömürgesi olan Nauru’ya giden jeolog Albert Ellis, adanın %80’inin çok ama çok zengin fosfat yataklarına sahip olduğunu keşfetmiş. Süper gübre olarak kullanılan fosfat için hemen Almanya ile bir anlaşma imzalanmış ve fosfat madenciliği başlamış. I. Dünya Savaşı başladığında Avustralya yönetimine giren Nauru, 1920’lere gelindiğinde yılda 200 bin ton fosfat ihraç ediyormuş. Tabi ki Nauru sadece bir sömürge olduğu için ihraç edilen bu fosfatlar piyasa fiyatının çok altında, Avustralya, Yeni Zelanda ve Büyük Britanya çiftçilerine satılıp, bu çiftçilerin ticari anlamda desteklenmesi sağlanıyormuş. Gel zaman git zaman Nauru 1968 yılında bağımsızlığını kazanmış. Fakat geçen 60 yılda adanın üçte biri kazılmış ve 35 milyon ton fosfat ihraç edilmiş.
Nauru bağımsız olduktan sonra eline bir seçme şansı geçmiş. Ya fosfat üretimini durdurup mis gibi cennet adalarında mutlu mesut kendi yağlarında kavrulacaklar, ya da adada bulunan verimli toprakların sıyrılması, ağaçların ve bitkilerin sökülüp doğal hayatın mahvolması pahasına da olsa fosfat çıkarmaya devam edecekler. Nauru 2’nci şıkkı seçmiş.
Bağımsızlığı takip eden 20 yıl boyunca Nauru gerçekten zengin olmuş. 1975 yılında Nauru Fosfat Gelirleri İdaresi (NFGİ) 1 milyar dolarlık büyüklüğe ulaşmış ve Nauru halkı, kişi başına gelirde Dünya ikinciliğine kadar tırmanmış. Nauru devleti vatandaşlarından vergi kesmiyor, eğitim ve sağlığı da tamamen bedava sağlıyormuş. NFGİ, birkaç nesil içinde tamamen tükeneceği bilinen fosfattan gelen gelirleri aklı başında yatırımlarda değerlendirmeye karar vererek Avustralya, Hawaii, Filipinler, Yeni Zelanda gibi ülkelerde emlak yatırımları yapmaya başlamış. NFGİ, emlak yatırımlarının yanında bazı lüks oteller ve yolcu gemileri de almış. Tüm bu yatırımlar başlangıçta başarılı gibi gözükse de, aşırı zenginlikten yozlaşan Nauru halkı ve politikacıları ülkenin kaynaklarını kendi zevkleri için kullanmaya başlamışlar. Naurulular golf oynamak için Bahamalara, öğle yemeği için Singapur’a, akşam yemeği içinse Avustralya’ya gidiyor, hatta daha rahat seyahat edebilmek için kendilerine özel uçak dahi alıyormuş. Nauru’nun bir ucundan diğer ucuna gitmek 20 dakika sürse de insanlar lüks araba ithal ediyor ve sanki fosfatları hiç bitmeyecekmiş gibi geleceği düşünmeden yaşıyormuş. Anlatılan hikâyelerden birine göre, Nauru polis şefi sırf merak ettiği için bir adet Lamborghini satın almış ama sürücü koltuğuna sığamayacak kadar şişman olduğu için aracı kullanamamış.
Bütün bu abartılı harcamalar ve ülke geneline yayılan lüks merakı sonucu Nauru devleti bütçeyi dengelemek için her sene borç almaya başlamış. Halkın ışıltılı hayat tarzını sürdürmek için bir süre sonra alışkanlık haline gelen bu borçlar, 1990’larda fosfat üretiminin de düşmesiyle Nauru’yu bir borç girdabının içine sokmuş ve geçmişte yapılan yatırımlar birer birer elden çıkarılmaya başlanmış. Dış borçlarını ve memurların maaşlarını ödeyemez hale gelen Nauru devleti iflasın eşiğine gelmiş.
Paralar suyunu çekince yavaşça kötü yollara kaymaya başlanmış. 1990’larda ülkelerini “Offshore bankacılık merkezine” çevirmeye karar vermişler. O dönem ekonomiye can verir umuduyla yaklaşık olarak 400 farklı bankaya lisans verilmiş. İşin doğası gereği bu bankaların Nauru’ya gelmesi, hatta ofis açmasına bile gerek yokmuş. Sadece kâğıt üzerinde açılan bu bankaların bankacılık işlemlerine dair kayıt tutma zorunluluğu da “isteğe bağlı” olarak belirlenmiş. Nauru kısa sürede Dünyanın vergi kaçakçılığı ve kara para aklama merkezlerinden birisi haline gelmiş. Yapılan tahminlere göre sadece 1998 yılında 70 milyar dolar değerinde Rus mafya parası Nauru bankacılık sisteminden geçmiş. Tabi bu para trafiği ABD’nin dikkatini çekmiş. 2002 yılında Nauru Cumhuriyeti’ni kara para aklayan bir devlet olarak etiketleyip ambargo uygulamaya başlamış. Ülkeyi mafyanın eline bıraktıklarını geç de olsa anlayan Nauru, 2004 yılında “Kara para aklama ve terörü finanse etme” yasaları çıkarmış ve tüm offshore bankaların, geldiklerinden bile daha hızlı şekilde ülkeden kaçmalarını seyretmiş.
Nauru bağımsızlığını elde etmeden önce, halkının temel besin kaynaklarını taze balık, taze meyve, Hindistan cevizi ve kök sebzeler oluşturuyormuş. 1968’den sonra başlayan ani zenginleşme sonucu insanlar fiziksel işlerde çalışmayı, hatta herhangi bir işte çalışmayı bırakıp batı insanları gibi hazır ve işlenmiş gıdalar tüketmeye başlamışlar. Hiç hareket etmeden, sadece hazır ve işlenmiş gıda tüketen Nauru halkı, Dünyada nüfusa oranla en yüksek diyabet hastasına sahip ülke konumuna yükselmiş. Bugün ada halkının %40’ı diyabet hastası, %71’i obez ve erkek nüfusun %97’si aşırı kilolu. Nauru halkı için diyabet yüzünden uzuv kaybetmek veya kör olmak çok yaygın bir durum haline gelmiş. Buna rağmen çok yakın bir geçmişe kadar halkın kafasında obezitenin çok farklı ve olumlu bir algısı varmış. Nauru halkına göre obez insanlar, çalışmak zorunda olmayan zengin ve şanslı insanlarmış. İşin acı tarafı Nauru halkı tövbe edip, tekrar sağlıklı yaşamak istese de artık ekip biçebilecekleri toprakları kalmamış. Adanın topraklarının neredeyse tamamı fosfat madenciliğinden ötürü kullanılamaz hale gelmiş. Bu yüzdendir ki Nauru’nun tüm yiyecek ihtiyacı, hatta içme suyu bile yurtdışından sağlanıyormuş. İnsanlar sağlıklarına yapacağı olumsuz etkiyi artık öğrenmelerine rağmen bolca tuz, şeker ve kimyasal koruyucu ile hazırlanmış konserve ve işlenmiş gıdaları tüketmek zorunda.
Bir zamanlar kişi başına gelirde Dünya ikincisi olan Nauru, bugün toplam doğal bitki örtüsünün %80’ini kaybetmiş ve işsizlik, susuzluk, obezite, alkolizm, yüksek intihar oranları, çökmüş altyapı gibi sorunlarla uğraşan bir ülke durumuna düşmüş. Ülkenin elle tutulur tek gelir kapısı yabancı ülkelere verdiği balıkçılık hakları ki buradan gelen para karınlarını dahi doyurmaya yetmediği için Avustralya, Yeni Zelanda ve Tayvan gibi gelişmiş ülkelerden yapılan insancıl yardımlar ile hayatta kalmaya çalışıyorlar.
bisikletle Gebze; molasız: Dudullu-Bostancı-(tren) Gebze-Pelitli-Mollafenari-Cumalı-Kadılı-Tepeören-Aydınlı-Pendik-(tren) Bostancı-(metro) İMES-Dudullu
Tur tarihi: 11 Şubat 2024
Alınan yol: 64,06,16 km
Ortalama hız: 20,6 km/s
En yüksek hız: 56,2 km/s
Bisiklete biniş süresi 3 s 06 dk, dışarıda geçen süre 5 s 49 dk
En yüksek sıcaklık 23 ˚C, en düşük 14 ˚C, ortalama 17,5 ˚C
Yükselti kazancı (çıkış) 1075,5 m, kaybı (iniş) 1077,5 m
En düşük yükselti 0 m, en yüksek 265,6 m
Garmin yol bilgileri bisikletle Gebze; molasız
Relive yol bilgileri bisikletle Gebze; molasız
Bölgeye yapılmış geziler bisikletle Keşif Gezisi; Gebze’de 4 Köy, bisikletle Gebze’de 6 Köy, 0202 ruT noS
İlginizi çekebilir Yalova Keşif Turları: Güneyköy II, Son Dakika Tuzla II, “Bisiklet Sergisi”, Büyükada