Kurban bayramı bu sene çok denk düştü. 4 günlük tatil uzatmalarla 10 günü buldu. Mevsim de tam bisikletlik, Ege kıyıları için güzel bir zaman. Biz de bunu fırsat bilip İzmir’den başlayıp Datça’ya doğru uzandık. İyon uygarlığının antik kentlerini geze geze...
11 Ekim 2013, Cuma / İzmir – Güzelbahçe (36 km)
Dün akşam 1 saat gecikmeyle hareket etti Pamukkale. Bisikletlerle ilk defa binecektik. Merakla bekledim, nasıl olacak diye. Kamil Koç’u artık birkaç defa denediğimizden biliyoruz. Gerçi öncesinden yazışarak telefonlaşarak olabilirliğini öğrenmiştim, ama gene de bir heyecan içimde.
Neyse dolu gelen otobüste bisiklete yer açıldı ve ön tekerin çıkmasıyla sığdı. Gayet de nazik ve güleryüzlü hareket etti Pamukkale personeli. Kutlarız şirketi.
Sabah 8, İzmir otogarında bisikletlerimizi otobüsten çıkarmış ön tekerlerini takıyoruz. Hava güneşli olacak, belli.
İlk işim Nejat’ı aramak olmalı, geldik diyebilmek için. Nejat, sanal ortamda tanıştığım İzmirli bir bisiklet dostu. Geleceğimizi öğrenince kahvaltı ve de tanışmak üzere buluşma teklifi getirdi. Sabah Basmane’de, tren garının önü diye sözleştik. Yol tarifini de verdi. 2 yoldan inilirmiş, Yenişehir üzerinden gitmemizi önerdi.
Sonra Kemal’den bir tel geldi. O da varıp varmadığımızı merak etmiş. Seferihisar güzergahımız üzerinde evi. “Kahvaltı demiştik ama bu durumda Nejat’la yapacağız, sana öğle yemeğine geliriz.”
Bu arada ayaküstü bir bisikletçiyle tanışıyoruz, Mami lakaplı Muammer bey.
Yön tarifini bir taksiciden alıyoruz. Hareket etmeden önce otobüs giysilerimizi bisiklet giysileriyle değiştirmek için Petrol Ofisi’nin WC en uygun yer. Biraz zaman kaybediyoruz. Nejat çoktan gelmiş, telefonda öğreniyorum (8.45).
Hafif serin halen hava, kollukları da takmış olsaydım keşke. Neyse artık yapacak bir şey yok, şimdi çantanın derinliklerinde onları arayamam. Devam pedallamaya.
Bölge bize nedense Suriye’yi hatırlatıyor. Belki biraz dağınık ve kirli oluşundan. Ama değişik, fakat trafik fazla. Ve hızlılar. Biri bayağı yakın geçti, küfürü yedi ama ne fark eder!
Yavaş yavaş şehre girdikçe etraf da toparlanmaya başlıyor. Nitekim gara yaklaştıkça bir hayli düzeldi.
Yarım saatlik bir yol sonrası (7 km) tren garına geldiğimizde, Nejat kapısının önünde, el sallıyor. Bisikletini duvara dayamış bizi bekliyor. Güleryüzlü samimi bir karşılama. Yakın yaştayız, ortak meraklarımız var, fotograf gibi. Çabuk kaynaşıyoruz. O önde biz arkada Konak tarafına doğru pedal basıyoruz.
Mimar Kemalettin Bulvarı’nda kahvaltı için bir kafeteryaya yerleşiyoruz (9.30), çay, boyoz ve peynirli börek. Üstüne de kumru. Hem tıkınıyor hem sohbeti sürdürüyoruz; ülke meseleleri, bisiklet, rotamız, arkeolojik bilgiler... Klaros ve Notion yol tarifini çiziyor kağıda. Nejat dolu, bizi besliyor bildiklerinle. Çok da keyifli bu zaman çabuk geçiveriyor. Daha Kemal’e uğrayacağız ve de Seferihisar’a gideceğiz. Hava da artık ısındı, 24 °C oldu.
Boyoz’u ilk defa tattık, Nejat sayesinde. Gerçi öyle aman aman bir şey bulamadım ama anladığım, İzmirliler için önemli ve mutfak kültürlerinde yeri var.
Boyoz, İzmir'e özgü ve İzmir damak tadı ile özdeşleşmiş, Türkiye'nin başka yerlerinde, çoğu kez, ya sadece ismi bilinen ya da ismi bile bilinmeyen, yağlı un da denen özgün bir hamur işidir. Boyoz’u İzmir mutfağında 1492 sonrasında İspanya'dan kovularak İzmir'e yerleşen Sefarad Yahudi toplumunun kazandırdığı konusunda bütün kaynaklar hemfikirdir. Yine İspanyol kültürünün uzantıları olan Arjantin, Şili, Peru, Meksika gibi ülkelerde de, özellikle Sefarad kökenli nüfus grupları arasında ve özellikle peynirli ve ıspanaklı türleri sıklıkla hazırlanmakla ve beğeni ile tüketilmektedir.
Boyozun ilk çıkışını atık hamur malzemesinin değerlendirilmesine bağlayan kaynaklar bulunmaktadır. Boyoz ismi de, neredeyse kesin surette, İspanyolca "bollos" (bohça) kelimesinden türemiştir.
Kaynak Canımablama
Kaynak Canımablama
Gene Nejat önde biz arkada İzmir’in içinden geçmekteyiz. Urla yönünde pedal basıyoruz. Kordon boyunca ilerleyen bisiklet yolu üzerinde Bihrat Mavitan’ın yapıtı var. Önünde bir anı resmi çekmeden olmaz. İkimizin de sevdiği ve tanıdığı ortak bir arkadaş çıkıyor. İzmir Kültür ve Turizm Dergisi’nde Bihrat tekne omurgası şeklindeki bu yapıtıyla ilgili bakın neler söylemiş: Bu heykel, bir sergimde 24 santimetre boyunda ve gümüşten dökülmüş bir parça idi. Rahmetli Ahmet Piriştina, “bu heykeli bana 24 metre büyütür müsün” teklifini yaptığında, büyüdüğüm, balık tuttuğum, durup seyrettiğim, ayaklarımı suya sallandırdığım (tabii şimdikiyle aynı yer değil, o zamanlar sahil bandı yaklaşık 20 metre geride idi) yerde bir yapıtımın olması beni onurlandırmıştı. Heykeli yaptığım atölyede bir ressam hanım dostumun “Bu heykel deniz kokuyor” deyişi de mutlu etmişti beni. Rahmetli Piriştina montajını göremedi ama bu işim benim gözümde onun anısınadır.
Kaynak İzmirdergisi
Laf lafı açıyor, konudan konuya geçiyor ve pedallamayı sürdürerek ayrılacağımız Üçkuyular Feribot İskelesi’ne geliyoruz.
Biz ileriye Nejat geriye. Vedalaşarak ayrılıyoruz (11.00).
Merak etme demek için Kemal’i arıyorum, daha yeni sözünü ettiği iskeleden geçtik. İki arkadaşımız da bu yolu önerdi, Kemal Paşa Caddesi, tek şerit olmasına karşın trafiği daha azdır dediler. Biz de ağır ağır pedal basarak ilerlemekteyiz. Solumuzdan otoyol akmakta, sağ taraf denize bakıyor, arada geniş bir toprak alan var. Kurbanlıklar sıralanmış bekleşiyorlar. Bar-restoran-düğün salonları geliyor. Sonra inşaat malzemesi, dekorasyon, bahçe düzenlemesi yapan şirketler, AVM’ler. Burası İnciraltı olmalı. Pek de bilmiyorum İzmir’i doğrusu. Üçkuyular, Narlıdere...? Ardından müthiş güzel villaların olduğu bir bölge. Bu şekilde biraz da tempomuzu yükselterek kıyıya paralel ilerleyen yolumuz Güzelbahçe’ye varıyor.
Sola sapacağız, Seferihisar yönüne. Kavşak biraz kalabalık. Işıkları bekleyip devam ediyoruz. Fazla gitmeden sağda tekne imalatçılarından girin demişti Kemal. Aynen dediğini yapıp kıvrılan bir yolla sitenin güvenliğini buluyoruz. Harika, doğru yoldayız.
İçeri girip az gittikten sonra o müthiş rampa geliyor. Değil binmek itmek bile mümkün değil; duuuvar! Dolanalım etraftan, belki daha insaflıdır. Öyle ama bana gene de fazla geliyor, itiyorum. Firu ise bacaklarına kuvvet tırmanıyor.
Kemal ve Hande’nin evindeyiz (13.00). Küçük Hande’yi görmeyeli çok oldu. Kocaman bir hanım olmuş, çok tatlı. Anladınız herhalde, Hande Kemal’in kızı. Pusetli halini bilirim. Çocuklar büyüyor bizler küçülüyoruz derler ya eskiler :)
Öğlen yemeğinde Hande’nin nefis mutfağından lezzetler tatmaktayız: sebzeli bir spagetti, tatlı kabağından zeytinyağlı bir yemek, çok değişik bir sosla hazırlanmış salata. Enfes şeyler, müthiş tatlar.
Karnımız doyup da salonda kahvelerimizi içerken yorgunluğun etkisi kendini göstermeye başlıyor. Hafif bir uyku hali, Kemal “dinlenin 1-2 saat” diyor “size oda hazırladık.” Halbuki bizim de kafamızda akşam Seferihisar’da kalmak vardı. Rotayı ona göre bölmüştüm. Ama teklif de çok güzel, ortam da keyifli. Kalalım ya, yarın 20 km daha fazla basarız deyip eşyaları odaya çıkarıyoruz.
Sitenin sosyal tesislerindeyiz hep beraber. Ağaçların altında çimlerin üzerinde bira, çay eşliğinde deniz manzarasına bakarak konuşmaktayız. Herkes bir şeyler anlatıyor. Hande Hindistan macerasını, mutfak kültürünü, Kemal pazarlama günlerini, Firu çekirdek tüketimini, ben de su arıtma gibi konuları. Zaman çabuk geçiyor, hava serinlemekte. Ayaklar çıplak, kollar kısa, üşümekteyiz. Yorgunluk da kendini daha fazla belli etmeye başladı. Oturarak uyumak yataktaki gibi yetmiyor. Uzanma ihtiyacı var.
Eve dönüyoruz hep beraber. Bisikletler bahçede kalacak, üstlerine birer naylon örtüp salonda mutfaktan gelen müthiş kokulardan ne çıkacağı merakı içinde beklemekteyiz.
Hande döktürmüş gene: püre, enginar, fırında pancar, salata (Kemal’in eseri)... her şey çok lezzetli. Yemekte gene her telden çalınıyor. Sonra TV’den milli maç. Türkiye 1-0 galipken yorgunluğa yenilip arkadaşlarımızdan izin alarak odamıza çekiliyoruz, tatlı rüyalara dalmak üzere.
Nejat’la tren istasyonunda, İzmir
|
Nejat’ın Klaros krokisi
|
Nejat’la Bihrat Mavitan’ın heykeli önünde,
İzmir
|
Kemal ve Hande’nin evinde, Güzelbahçe
|
İzmir - Güzelbahçe
İzmir-Narlıdere-Güzelbahçe-Özzümrüt Sitesi
Tur tarihi: 11 Ekim 2013
Rota: İzmir - Güzelbahçe
Kat edilen mesafe: 36,80 km.
Ortalama hız: 10,6 km/sa.
Bisiklete biniş süresi 2 sa 43 dk., dışarıda geçen süre 4 sa 48 dk.
En yüksek sıcaklık 30 ˚C, en düşük 19 ˚C, ortalama 26,2 ˚C
İrtifa kazancı (çıkış) 453 m, kaybı (iniş) 430 m.
12 Ekim 2013, Cumartesi / Güzelbahçe – Özdere (63 km)
6 buçuğa doğru uyanıp 7 gibi ayaklanıyorum. Kemal mutfakta bir şeyler yapıyor. Çaydanlık, su pompası sesleri geliyor. Herhalde çayı hazırlıyor. Firuzan’ı uyandırıp banyoya girdim, tıraş vs., sonra çantaların toparlanması...
Hazır bekleyen kahvaltı sofrasındayız. Karnımızı da doyurup 8 gibi Kemal’le vedalaşıp ayrılıyoruz. Her şey için çok teşekkürler arkadaşım.
Hava serin, kolluklar ve ince yelek üzerimde. Firu daha kalın şeyler giymiş. Evin yokuşunu bir çırpıda inip alt yoldayız. Şimdi taaa yolun başına geri gidip gene aynı mesafeyi sürmek doğrusu işime gelmiyor. Dün site kapısındaki bekçiye sormuştum acaba kestirme yol var mı diye. Yok demişti ama şu gelen adama bir daha sorayım. “Hemşerim, şu alt geçitten girsek Seferihisar yoluna çıkar mıyız?” Çıkarsınız demez mi? Aman ne mutlu oluyorum. Hemen geri dönüp toprak yoldan, bahçeler arasından ilerliyoruz. Her ihtimale karşın bahçede çalışan başka birine sorup sağlamasını yapıyorum, hani olur ya! Ve devam pedallamaya.
Çok nefis bir yol. Keşke her yol böyle olsa. Sakin, kimsecikler yok, yeşillerin arasından süzülüp gidiyor. Arada geçen bir mobilet. Toprak yol asfaltlaşıyor ve bir müddet sonra da ana yola bağlanıyor. Yelki’ye çıkmışız. Harika. Bu bize en az 2 km kazandırdı.
Artık işlek bir trafiğin içinde sürmekteyiz. Bayram tatiline gidenler yanımızdan geçmekteler. Bu yol Kuşadası yolu aynı zamanda.
Bademler köyünden geçmekteyiz (9.10). Yol boyunca kahvaltı veren yerler, pideciler, mangalcılar, düğün salonları görüyoruz. Buraya kadar yolumuzda tek küçük bir tırmanış vardı, şimdi daha çok düz ve aşağıya doğru gidiyor. Köyler burada öyle dağınık dökük değil. İzmir’de sayılırız, ne de olsa. Beraberimizde bir de küçük bitki taşıyoruz, kavanoz içinde takılıyor. Çantaların yanına bağlı.
1,5 saat sonra Seferihisar levhası gözüküyor. Geldiiik... 19 km tuttu (9.30, 23,8 °C). Dün gelseydik sağdan Sığacık’a gidecektik. Teos harabeleri de orada. Bir de kamp bulmuştum. Ama şimdi 7 km in 7 km çık, boşuna 14 km yapmayalım diyoruz. Soldan Seferihisar merkezine giriyoruz.
Merak ve heyecan içindeyiz. Seferihisar, yavaş şehir vs... hep aklımızda ve merakımızda oldu. İyi de burada kimse yavaş değil. Arabalar gene vın durumlarında. Etraf güzel, bir iki eski bina, restorasyon yapılıyor. Sümüklüböcek, kalpleri yakalamaya çalışan adam... heykel bunlar, ilçenin takıları. Sağda iki fırın, biri eski diğeri yeni. İnsanlar önünde sırada. Simide burada ‘gevrek’ deniliyor. Kahvaltıdan kalan yerimize 1 tane sığdırabiliriz diye alıp bir çayevine yerleşiyoruz. 4 çay eşliğinde Halil Ağa gevreğini yutup 3 lira bırakıp şehir turumuza devam ediyoruz. Fazla büyük olmadığından şöyle bir ara sokak yapıp, kısa bir daire ve gene aynı yerdeyiz. Pazarı cuma günü kuruluyormuş, kaçırmışız. Çok da isterdik görmeyi. Tam dönerken dar bir sokak gözümüze çarpıyor. İnip velespitlerden iterek giriyoruz. Bir iki kıraathane, bileyiciler, bir birahane, bir saatçi, küçük bir terzi dükkanı... şirin bir yer.
İlçe çıkışına yakın sağda Zenşiye Güler Konağı, burada belediye ÇÖK (ÇokÖnemliKişi) misafirlerini ağırlıyormuş (biliyorsunuz bir de ÇÜK'ler var; ÇokÜnlüKişi). Öyle dedi çalışanı. Yani isteseniz de kalamazsınıza getirdi. Biraz Çelik Bey’in yaptıklarına benzemiş içerisi, kent belleği ve anı evi demişler. “Buyrun çay içelim” davetini nazikçe geri çevirip tekrar pedalları döndürmeye başlıyoruz (10.45).
Seferihisar sonrası bir tırmanış geliyor, %7’lik. 44 metreye yükseliyoruz. Buraya kadar pek rampa yoktu. Ama bundan sonra olacak, biliyorum. Bir burunu geçeceğiz. Hava da artık 27 °C’yi buldu (11.15).
Sağımızda güzel bir koy, uzakta evler, deniz kıyısında. Çok keyifli bir yer, belli.
Askeri tatbikat bölgesinden geçmekteyiz. Ciddi uyarı levhaları dikilmiş: Tehlikeli... Yasak... Fotograf çekmeyin... Sonra kıyıya kocaman dev blok taşlar bırakılmış. Üzerine mi tırmanıyorlar, arkasına mı saklanıyorlar? Bu bölge içeriye doğru devam ediyor, tatbikat sahası çok büyük.
Ama biz tırmanıyoruz, ince ince yükseliyoruz. 2 tepe geçiyoruz, %11’leri gösteriyor Garmin. Hava artık sıcak, üzerimizde bir tek tişört var. 120 metreye çıkmışız. “Şurada kenardaki otobüs durağı. Bekleme odası var, gölgelik. Gel nefeslenelim, birer de elma yeriz” diyor Firuzan.
İnişteyiz, oh ne ala durumları. Çık çık ofla pofla sonra sal kendini unut sıkıntılarını, böyle işte bisiklete binmek. Kendi gücünü görüyor hayranlık duyuyor iradenle boy ölçüşüyorsun.
Bir kutuyu evde unutmuşuz, içinde hıyarlar ve bir cips ve bir şeyler daha. Dönüşte artık hayat başlamıştır. 10 gün kapalı bir kutu. Lisede modern biyoloji dersinde biyogenez-abiyogenez diye bir teori okumuştum. O aklıma geliyor. Benzer deneyler yapılıyordu.
Bu yol güzel, sağımızda binalar, altlarında inşaat malzemecileri, bahçe tanzimcileri, pideciler vs vs. Tabii her yer site site site. Yetmemiş dağlara da kurmuşlar, bir hastalık gibi yeşilin içine yerleşmişler.
Yol üzerinde kamp kurulacak işletmeler bolca. Çoğu kapalı ama açık olanlar da var. Sezonunda herhalde buraları kaynıyordur, İstanbul’daki Silivri benzeri.
“Karnım acıktı. Bir şeyler yiyelim.” - “Burası neresi?” -“Doğanbey. Şurada bir pideci var.” 2 çorba+1 pide (yumurtalı peynirli) ısmarlıyoruz (sonra 1,5’a çevirdik. Gözüm doymadı). 2 de ayran. Müessenin ikramı da küçük bir salata. Üzerine 4 çay içip 31 lirayı bırakıyoruz masaya. Çok geldi bana, çorba 6 lira. Ben İstanbul’da bu fiyata çorba içmedim. Bu ne, yol üzerinde bir pideci sadece. Yıldırım Çorba ve Pide Salonu, adı gibi çarpıyor! Zaten listeye fiyatları yazmamasından anlamalıydık.
Pidecide tanıştığımız İsmail bey Karadenizli, buraya yerleşmiş. Anlata anlata bitiremedi. “Sakin, temiz, huzurlu... Çeşme gibi pahalı da değil. Kışı da soğuk geçmiyor.” Uzun bir sohbet yapıyoruz. Daha doğrusu o anlatıyor biz dinliyoruz.
1 saat 15 dakikadır buradayız, saat 13.45 oldu. Daha sadece 46 km gelmişiz, artık harekete geçsek.
Unuttuğumuz kutunun yerine yenisinin arayışına girdik. Bir market, onda yok. Bir başkası, girişe ‘yok yok’ yazmış, ama onda da yok. Sonra bir başka market, en sonunda Migros’ta biraz küçüğünü bulup alıyoruz. Böyle kutular iyi oluyor-gerek oluyor. Peynir aldın, koy içine, domates kestin, koy içine, ekmeğin var, koy içine...
Fırından 1,5 liraya kepek-çavdar karışımı bir ekmek alıp pedallamaya devam. Yolda trafik çok, banket de bozuk, dalgalı. İnince olmuyor hoplayıp zıplatıyor. Yoldan gitmen gerek. 3 - 4 km böyle geçiyor.
Gümüldür Orman Kampı önünden geçiyoruz. Hemen yanında Ünver Kamp Alanı. 2 kamp yeri vardı öncesinde; Doğanbey, Üzmez hemen sonra Gümüldür.
14.55, Gümüldür geride kaldı. Her taraf mandalina bahçesi, bir de site site site, her yere yapmışlar, dağlara bile.
Bölgede çadırla kalınacak yer bolca, Yıldırım Kamping isminde bir yer gördük, Özdere yolunda. Ancak sezon dışı olduğundan açık değildi.
60 km’yi bulduk. Burası Özdere, bir kamp olmalıydı buralarda, Kalemlik Orman Kampı. İstanbul’dan bulmuştum, hatta işleticisiyle de konuştum telefonda. Aklımda bir jandarma lafı kalmış. Karşısından giriliyordu... vs.
İşte burası, solda jandarma, sağda da bir mesire yeri giriş levhası (15.35, 63,5 km, 25,9 °C). Acaba mı derken gelen kamyonete soruyorum. Tesadüfün alası da budur. Arabada Süleyman bey, telefonda konuştuğum kişi. O bizi tanıdı esasen, bisikletlerden. “Gelin” diyor, “tamam geliyoruz peşinden”.
Bu arada Firuzan bir hanım ve kızıyla konuşma halinde. Oğlu da bisiklete biniyormuş. İzmir’den 1 saat 50 dakikada gelmiş. Bayağı hızlı olmalı. Neyse ayaküstü yapılan sohbet sonrası orman içinden kamp alanına doğru iniyoruz. Çam kokusu burnumuzu yakıyor. Belli ki çok güzel bir yere varacağız. Devlet, kampların işletmesini özele vermiş. Yoldaki pek çok orman kampı artık ihaleyle kiralanıyor.
Kamp alanında Süleyman bey ve yeğeni Mustafa bey ile muhabbetteyiz. Cana yakın, hoş sohbet insanlar. Konudan konuya geçiyor. Burasını 21 yıllığına tutmuşlar. Bu daha ilk yıllarıymış. Sezon dışı olduğundan pek kimse yok ortalıkta. Bu güzel bizim için. Nerede çokluk orada b..., yani pislik olduğundan bu daha iyi.
Çadırı nefis bir yere kurduk. Tepedeyiz, önümüz deniz, arkamız orman. Firu bir duş alıyor, soğuk suyla tabii. Sonra sahilde bir yürüyüş. Evler var, kıyıya paralel. Önleri plaj. Ardından Merkez Bankası’nın tatil köyü geliyor. Güzel bir bahçesi var, düzenli. Mimari de fena değil. Hanımlar beyler kafeteryada oturuyorlar. Kimi bira, kimi meşrubat içiyor. Uzun bir iskele önünde. Tatil köyünden çıkıp içlere, sokak aralarına geçiyoruz. Minik evler çok sempatik. Belki de kıyıda olmaktan daha iyi. Düşünsenize sezonunda kıyıdaki curcunayı, kafa kalmaz.
Akşam yemeği için Süleyman beye menemen ve çoban salata ısmarlıyoruz. Hanımı evde hazırlayacak. Ben de biraz gezi notlarını aktarıyorum, beklerken.
7 buçuk gibi sofradayız, 6 yumurtalı menemen ve salataya dalmış vaziyette. Acıkmışız, silip süpürdük. Sonra sıcak suya daldırdığımız poşetlerden çıkan yeşil çayı yudumlarken Süleyman beyden de yola ilişkin bilgi topluyoruz. Bölge insanı kestirmeyi, rampayı daha iyi biliyor. Oradan gitme tırmanırsın, burayı kullan... gibisinden. Ehh bir de ödeme yapalım Süleyman bey, ne kadar? Hesaplıyor; 50 versen yeter. Nasıl oldu bu? 21 çadır + 12 yaya (2x6 TL) + 17 (menemen+salata). Biraz indirim yap, şu 6 liraları alma. Olmuyor, tam sezon ücreti kesiyor. 6‘şar lira dediği giriş parası. Bir defaya mahsus alınıyormuş. Ertesi günler tekrardan alınmıyormuş. Sıcak su yoktu, güneş sistemini kapatmışlar. Çadırda gecelemek için 33 lira pek de ehven değil.
Onlar eve gidiyorlar, kamp bize kalıyor. Koca sahada tek başımızayız. Bir çay daha, biraz klavyeyi tıkırdatmak. Hava raporu perşembeye sağanak gösteriyor. Nerede olacağız acaba? Hesaba göre Bodrum yolunda olmalıyız. Bakalım evdeki çarşıya uyacak mı?
Kemal’le, Güzelbahçe
|
Gezgin bitki
|
Süleyman bey ve Mustafa beyle, Kalemlik Orman
Kampı, Özdere
|
Güzelbahçe-Seferihisar-Özdere
Tur tarihi: 12 Ekim 2013
Rota: Güzelbahçe - Özdere
Kat edilen mesafe: 63,50 km.
Ortalama hız: 14,2 km/sa.
Bisiklete biniş süresi 4 sa 27 dk., dışarıda geçen süre 7 sa 38 dk.
En yüksek sıcaklık 34 ˚C, en düşük 17 ˚C, ortalama 25,6 ˚C
İrtifa kazancı (çıkış) 793 m, kaybı (iniş) 832 m.
13 Ekim 2013, Pazar / Özdere – Selçuk (43 km)
Toparlanıp Kalemlik Mesire Yeri’nden çıkmamız 8 buçuk oluyor. Mustafa bey sabah gelip ödeme fişlerini verdi. Süleyman bey erkenden balığa çıkmış.
Bugün rüzgarlı bir gün. 2 gündür esinti yoktu ama şimdi Poyraz var. Şansa arkadan esiyor. Kahvaltı edecek yer arıyor gözümüz. Tarif edilen ilk yer açmamış, sonrakinde yer yok. 3. de açmamış ama 4. de yer buluyoruz. Burada da kahveci yok. Neyse tezgahımızı kurana kadar çıkageliyor. Nefis demlenmiş çayla yanımızdaki ekmek peynirle karnımızı doyurduk.
Tekrar yollardayız (9.30, 21,9 °C). Bu bölgede çok fazla site, motel, pansiyon, otel var. Turizm üzerine kurulu her şey.
Yolumuz yer yer rüzgara karşı gidiyor. Yokuş aşağı bile olsa ilerlemen çok zor. Bu bölge inişli çıkışlı. Çok kırıcı olmasa da düz değil artık rotamız. Sağımız deniz, koylar, tesisler... görüntü çok güzel. Bir iki tekne suda, teki yelkenli, koya demirlemiş. Bazı siteler veya mahalleler diyebilirim, bitişik nizam durumları. Maydanoz koyunun durumu feci. Bu kadar da sıkışıklık çekilmez. Rüzgarın geçeceği yer kalmamış.
Ahmetbeyli’ye geldik. Sağdan sahile, soldan Claros‘a gidiliyor. Sola, antik kentin yoluna dönüyoruz. Yol üzerinde bir kahvede nefeslenip aldığımız mandalinaları indiriyoruz (10.45, 15,8 km, 25,9°C). Sulu ve tatlı, öyle iyi geliyor ki bir kilo bitiyor. Kilosunu 2 liradan almıştık. Satıcı kahvenin de sahibi. Biraz fazla da tartıp veriyor, kıyak yapıyor. Çay + sodaya babası 2,5 lira kesiyor yalnız. Biraz öpmece. Kahvaltıda 60 krş’dan içtiğimiz çay bu kadar farklılık gösterir mi?!!
Sağdan girip mandalina bahçelerinin arasından 1 km sonra kahinler kenti Claros’tayız (11.10, 17,3 km). Kulübe var ama bekçi yok. Giriş serbest. Güzel bir yer, etkileyici. Suyun dolduğu havuz gibi bir yerde kurbağalar ve kaplumbağalar yüzüyor. Heykeller kopya imiş, asıllarını müzeye koymuşlar. Herhalde ondan dolayı bekçi dikmeye gerek görmediler.
Kahinler Kenti Claros
Klaros, Kahin Tanrı Apollon'un Anadolu'daki 2 önemli kehanet merkezinden birisidir. M.Ö. XIII. yüzyıl sonu ile XII. yüzyıl başlarında bu bölgeye göç eden Akhalar, Karların kurmuş olduğu Kolophon kentine yerleşmişlerdir. İlk göçmen grubun oikistesi (önder, kurucu) olan Rhaikos daha sonra Thebai'den gelen bir göçmen grubundaki Manto ile evlenir. Klaros Kehanet Merkezinin Manto'nun gözyaşlarından oluştuğu anlatılır.
Klaros'un ün kazanması Manto ile Rhaikos'un oğulları Mopsos zamanında olmuştur. Troia Savaşı'nın ünlü kahin'i Kalkhas, Klaros'a gelerek Mopsos ile bir yarışmada karşılaşır. Bu yarışmayı kaybeden Kalkhas kahrından ölür. Bir başka versiyona göre ise burada ölmez. Güneye doğru ilerleyerek Perge kentini kurar. Strabon'a göre de Kalkhas Pisidia Bölgesindeki Selge kantinin ktistesleri (kurucu) arasındadır. Klaros'da ilk bilicinin bir kadın olmasına rağmen daha sonraki dönemlerde biliciler her zaman için erkeklerden seçilmişlerdir.
Önceleri sadece kent delegelerinin başvurusuna açık olan Klaros Büyük İskender'in (V. Alexander) Klaros'a kişisel bir başvuru yapması ile kişisel başvuruları da kabul etmeye başlamıştır. Bu olaydan sonra oldukça ünlenen Klaros, Barbarları da (Yunan olmayan halkları) kabul eden bir Apollon kehanet merkezidir.
M.S. IV. yüzyılda Hristiyanlığın yayılması ile birlikte Klaros terkedilmiştir.
Kaynak Özdere, Vikipedi
Kaynak Özdere, Vikipedi
Claros dönüşü 1 kg daha mandalina alıp Notion’a doğru gidiyoruz (12.00). Zaten yan yana sayılırlar. Minicik bir levha, bildiğimiz kahverengi zemin üzerine yazılanlardan değil. Pek emin olamadık, karşıdaki motel sahibine soruyoruz. “Çıkın şu patikandan tepeye göreceksiniz tiyatroyu, tapınağı.” İyi, velespitleri bahçesine bırakıp keçi yolundan çıkmaya başlıyoruz. Sağda müthiş bir sahil, azmak da var burada.
Tepedeyiz nihayet ama tiyatro falan görünürde yok. Daha ileriye mi gidilmeli? Yani çok uzak olmalı. Zaten kaslar buraya çıkana kadar epey tepki gösterdi. Nedense bisikletten sonra merdiven çıkmak bile zor geliyor. Bir de önümüz rampa. Buraya kadar gördüğümüz yeter deyip dönüyoruz bisikletlerin yanına (13.00).
Kolophon ve Notion
Kolophon 12 İyon şehrinden biriydi. Güçlü bir donanmaya ve süvari birliğine sahip olmasına rağmen, bir çok savaştan zarar görmüş ve deniz korsanları zamanında bile Lidya, Pers ve Makedonya kuvvetleri tarafından yönetilmiştir. Kolophon MÖ 302’de Lysimakhos tarafından yıkılınca, onun komşu şehri olan Notion önem kazanmıştır. Homer vatandaşlığını talep eden şehir Klaros Tapınağı’yla ve nasihat merkezi olmasıyla da ünlüdür.
Kaynak Kültürvarlıkları
Kaynak Kültürvarlıkları
Yol üzerinde düşmüş veya atılmış bir cep telefonu buluyor Firuzan; Samsung. Kartı da üzerinde. Kapak ve pil sağa sola fırlamış ama onları da takınca oldu sana bir cep telefonu. Denemedik, çalışıyor mu bilemiyoruz. Bir hikaye üretiyoruz: kadın adama kızmış, telefonunda bir şeyler yakalamış, sinirden camdan fırlatıyor adamın telefonunu... Normalde düşürsen durup almaz mısın?
Hafiften tırmanıştayız. Uzunca da olsa çok bay/bayan cinsten değil. Sağımızda Ümran Baradan Koyu ve Notion’un esas girişi. Kahverengi levha ile gösterilmiş. Biz ne ettik acaba aşağıda? Buradan girseydik belki de antik kenti görürdük.
Ümran Baradan, 2011’de vefat etti. Önemli, değerli bir şahsiyet. Seramik sanatçısı, ressam, hayırsever, uluslararası etkinliklere üyelik ve başkanlık, kurduğu okul ve müze gibi pek çok çalışmaları bulunuyor. Burada 8,5 dönüm bir yeri var. İlginç de bir hikayesi. Araziyi 1994’de Selçuk’tan bir öğretmene kiraya veriyor. Sonra öğretmen restoran türü barakalar, yol yapıyor ve araları açılıyor. Bunun üzerine araziyi bir başkası kiralıyor ve ilk kiracı ile Ümran hanım mahkemelik oluyor ve olaylar başlıyor. Savcılık, kaymakamlık, milli eğitim... diyerek gelişiyor. ‘Koyda rant savaşı’ olarak yazıyor Hürriyet: Özellikle Kuşadası'nda talan edilecek arazi kalmayınca karanlık güçler bu koylara el atmaya çalıştı. Bu koylar devletten 49 yıllık ve daha uzun vadeyle kiralanıp, işgal edilmeye, imara açtırılmaya çalışıldı. Tarihi kalıntıların bulunduğu bu bölge şimdilik talancılara karşı direniyor.
Kaynak Hürriyet
Kaynak Hürriyet
Bayramcılar çıkmış ortaya. Araba trafiği oldukça fazla. İnişli çıkışlı bir yoldayız. Tepeye geldik, sağda arabalarını park etmiş bir çift bize el sallıyorlar. “Kahve ikram edebiliriz.” Ne güzel bir teklif. Hiç kaçar mı. Hemen yanlarına gidip tanışıyoruz. Elif hanım ve Taner bey, İstanbullular. Ege turuna çıkmışlar 1 hafta önce, şimdi dönüş yolundalarmış. Kahve eşliğinde ayaküstü sohbetimizi sürdürüyoruz. Yazımıza bir fotograf karesi alıp yanlarından ayrılıyoruz.
İniyoruz, çıkıyoruz, dopdolu mahalleleri üstten görüp devam ediyoruz. Müthiş uzun bir sahilden geçiyoruz. Ama bayağı. Neresi burası acaba? Bir de su birikintileri görülüyor, ama öyle böyle değil, büyük bir alan. Sazlık otların arasından görebildiğimiz kadar burası Gebekirse Gölü’ymüş. Balık tutanlar dolu, ilginç bir yer (14.25).
Gebekirse Gölü Sulak Alanı: Selçuk İlçesi, Zeytinköy Mevkii’nde Küçük Menderes Deltası içerisinde 839,2 ha’lık alan içerisinde yer almaktadır. Tatlı ve tuzlu su ekosistemine sahiptir. Sahanın tamamı 1. derece Doğal Sit’tir. 2006 yılında sahanın 839,2 ha’lık alanı Yaban Hayatı Geliştirme Sahası olarak tescil edilmiştir.
Kaynak Ormansu
Kaynak Ormansu
Evet, Selçuk’a geldik. Kavşakta sağ Pamucak, düz Kuşadası, sol Efes ve Selçuk yazıyor. Biz Efes’i gezip Selçuk yapacağız. Sapıyoruz sola ama acıkan mideleri kenardaki gözlemecide doyurmak üzere duruyoruz (14.40, 33,8 km, 31,6 °C). Çorba yok, gözleme de ısıtmaca. Yani önceden pişmiş. Ama hata edip 2 tane ısmarlıyoruz. Yanında da ayran. Gözlemelerde iş yoktu ama ayranı güzeldi. Gözlemeye 4’er, ayrana 2’şer lira aldı. Nar suyu varmış ancak 4 lira bardağına vermek çok geldi.
Efes’e girdik (15.30, 39,2 km, 29,9 °C, 4 m R.). Otoparkı otobüs dolu. Dükkanlar müşteri kapma yarışındalar. Müze kartlarımızı gösterip velespitleri de içeride güvenlikçinin gösterdiği arkada bir yere bırakıp, başladık kalabalıkla beraber gezmeye.
Müthiş bir alan, çok etkileyici. Her yıl büyüyor. Japon çok, ellerinde şemsiyeleriyle ve kameralarıyla dolanıp duruyorlar.
Firuzan sandaletlerini çıkartıp mermerlerin üzerinde çıplak ayak yürüyor. Ohh ne iyi geldi diyor. Arada bir taşın üzerinde dinlenip kedileri seviyoruz. Evet etraf kedi kaynıyor. Her biri bir sütün seçmiş kendine. Uykudalar, öyle de şirinler ki. Ayak sarkmış, kafa eğri, herkesin dikkatini çekiyorlar. Sanırım alışmışlar insanlara, hiç tepki yok. İstifini bozmuyor. Uykuya devam.
Efes, 12 İon kenti içinde günümüze kalan en önemli antik kenttir. Smyrna gibi M.Ö. 3000 yıllarında kurulan Efes, dönemin en önemli liman kentleri arasındaki yerini uzun süre korumuştur. Doristilası üzerine Ege kıyılarına gelen İon'lar Efes'e yerleşmiş, daha sonra Lidya egemenliği döneminde şehirlerini geliştirmişlerdir. M.S. 1. yüzyıl'da meydana gelen depremle büyük hasar gören Efes, İmparator Tiberius zamanında yeniden imar edilirken, Hellenistik yapı yerine tüm kent Roma karakteri yapılarla dolmuştur. Siyasi ve ticari önemi büyük bir kent olan Efes, Meryem Ana'nın gelmesi ve St. Jean'ın burada yatması nedeniyle de bir dini merkez haline gelmiştir.
Kaynak İzmirbelediye
Kaynak İzmirbelediye
Selçuk’ta Garden Camping’de kalacağız. İstanbul’dan tel etmiş Gülseren hanımla konuşmuştum. Ücretler öyle çok ehven değildi ama yaparız bir şeyler demişti. Ama fotolardan güzel bir yere benziyordu. Şehrin içinde, İsa Bey Cami’nin yakınında demişti.
Buranın müzesini da yarın ziyaret ederiz dedik. Ama müzeler pazartesi kapalı olur. Acaba arife diye bir değişiklik olur mu? Sormaya gittiğimizde müzenin tadilatta olduğunu öğrenmek üzüyor. Güzel eserler vardı burada.
Garden Camping’i bulmak zor olmuyor (17.35, 43,6 km, 29,1 °C, 11m R.). Caminin levhaları her yerde. Ama benim arka tekerde hava azalmış. Herhalde patlak var. İş çıktı bize.
Kamp çok güzel bir alanda, geniş bir bahçede. Ağaçlar muhteşem. Etrafta pek kimse gözükmüyor. İçeriye dalıyoruz. Binaların arasından geçip masada oturan bir bey görüyoruz. "Gülseren hanım?!" -"Buyrun, geliyor." Bekleme süresi zarfında bey bize karavan turizmini, bu araçları üretmek için çabasını ve sonuç elde edememesini, belediyenin burasını baltalamak için yapmadığını bırakmadığını anlatıyor. Belli ki ağzı yanmış, pes etmiş. Ne gariptir, ülkemizde menfaat göstermezsen kimse doğru işi istemiyor. Ne kadar yamukluk varsa oluyor da düzgün işe yer yok. Sabah gazetede şuna benzer bir şey yazıyordu: elektrikçi dişçilik fakültesine müdür olmuş. Bunun gibi çok örnek var bu iktidarın yaptığı. Bir kere spor federasyonlarını bitirdiler. Ne voleybol, ne basket kaldı. Hepsinin başına imamları, yandaşları getirdiler, Şimdi mağlubiyetler gelmekte. İşte daha ilk turda elenmeye başladık.
Gülseren hanım, babası gibi (o bey babasıymış) hoş sohbet, samimi biri. Kamp fiyatına gelene kadar o kadar çok şey konuşuyoruz ki. Müzenin neden restorasyonda bu kadar beklediğini, bu işletmenin neden sıkıntılı günler geçirdiğini, kız kardeşinin yeni çıkan müzik albümünü, babasının yaptıklarını, İtalya ve kurbanı...
Bize çok güzel bir fiyat yapıyor. 30 lira geceliğine istiyor. Normalde 17 avro. Tamam deyip çadırı kuruyoruz. İlk işim bir sıcak suyla duş almak oluyor. Of nasıl da iyi geliyor. 3 gündür üzerimde tuz kurudu. Rahatlamış olarak sıramı Firuzan’a bırakıyorum. Sonra karnımızı doyurmak üzere merkeze yürüyoruz. Çok sakin etraf, İsa Bey Camii’nin önündeki meydan, kale falan. Ama şehir merkezi kaynıyor. Masalarda bugün gördüğümüz Japonlar. Esnaf geleni kapma peşinde. Haliyle biz de turist oluyoruz. Birine soruyoruz burada nerede sulu yemek yenir diye. Şükrü Baba cevabını alıp masalarından birine yerleşiyoruz. Önce az mercimek çorbası arkasından pırasa yemeği bana, az bamya ve ıspanak Firuzan’a. Ortaya yoğurt ve usulden olan salata (ikram). Karnımız doyup 25 lirayı bırakıp yandaki dondurmacıdan da 2’şer top dondurmayı yalaya yalaya sokaklarda dolanıyoruz.
Bir de kahve içip hafiften serinleyen havada fazla kalamadan dönüyoruz.
Dönüşte belediyenin işlettiği büyük bir bahçenin içinde bulunan ‘Cafe Carpouza’ isimli bir yeri de keşfedip muhteşem bir çam ağacına tanık olup kampa varıyoruz. Ama ağaç öyle böyle değil. Gece olmasaydı resmini çekerdim. Firu’nun dediği gibi, çınar çok gördük, muhteşemler ama bu bambaşka bir şey.
İsa Bey Camii’sinin içini de ziyaret edip günümüzü bitiriyoruz.
İsa Bey Camii, İzmir'in Selçuk ilçesinde, Artemis Tapınağı'yla Saint Jean Kilisesi arasındadır. 1375 yılında Aydınoğlu İsa Bey tarafından yaptırılmıştır. Mimar Şamlı Ali'nin eseridir.
İsa Bey Camii, Türk mimarlık tarihinin Anadolu Beylikleri dönemine ait en eski ve gösterişli eserlerindendir. 19. yy kervansaray olarak da kullanılmıştır.
Simetrik olmayan bir plana inşa edilen caminin yamaçta konumlandırılan iki giriş kapısı batı ve doğu tarafındadır. Batı kapısı yazılar ve geometrik şekillerle süslüdür. Batı yönündeki duvarlar mermerle kaplı, diğer cepheler ise kesme taştandır. Cephesi, pencere kenarları ve her iki kubbesinin de kasnağı Selçuklu çinileriyle süslüdür.
Caminin doğu ve batı kapısının üstünde yükselen iki minareden birisi tamamen, diğerinin ise şerefeden yukarısı 16. yy ortalarında meydana gelen depremlerde yıkılmıştır. Aynı depremlerde caminin çatıları da yıkılmıştır. 1975 yılında dönemin Selçuk Müftüsü Abdullah Arılık tarafından yaptırılan iyileştirme çalışmaları ile çatısı ve duvarları onarılmış ve tekrar ibadete açılmıştır.
Kaynak Vikipedi
Kaynak Vikipedi
Taner bey ve Elif hanımla, Selçuk yolu
üzerinde
|
Özdere - Selçuk
Özdere-Ahmetbeyli-Klaros-Efes-Selçuk
Tur tarihi: 13 Ekim 2013
Rota: Özdere - Selçuk
Kat edilen mesafe: 43,57 km.
Ortalama hız: 9,8 km/sa.
Bisiklete biniş süresi 3 sa 34 dk., dışarıda geçen süre 9 sa 5 dk.
En yüksek sıcaklık 37 ˚C, en düşük 19 ˚C, ortalama 27 ˚C
İrtifa kazancı (çıkış) 658 m, kaybı (iniş) 656 m.
14 Ekim 2013, Pazartesi / Selçuk – Davutlar (38 km)
Gece soğuk oldu, beklemiyordum bu kadarını. Tulumu iyicene çeneme kadar kapattım. Köpekler bayağı havladılar, ağladılar. Zincire bağlı olmak hoşlarına gitmiyor olsa. İlerideki 3 Fransız’ın çadırından da uzunca ses kesilmedi. Yatmam 11’i bulmuştu. Firu çoktan derin uykudaydı çadıra girdiğimde.
Sabah 7, dışarıdan sesler geliyor. Yanımızdaki karavan hazırlığa başlamış. Hava kapalı. Çukurdayız güneşin ışınları daha bahçeye ulaşmadı. Biz de çadırdan çıkıp, önce WC sonra eşyaları toplamaca... Fransızlar dediğim dün Efes’te ve Selçuk’ta gördüğümüz 3 hatun. Demek burada kalıyorlarmış. Yanımızdaki karavan da Alman. Beraberinde ATV getirmiş, karavanın içine sokmaya çalışıyor. Karavan dediğim Mercedes minibüs. Arka kapakları açmış rampa kurmuş.
Kampın kahyası Mehmet bey bize 2 bardak sıcak su getiriyor. Birer sallama çayla içimizi ısıtıyoruz. Günün serinliği daha geçmedi. Gülseren hanımdan kimlikleri alıp anı defterine birkaç satır laf yazıyorum. Yazık bahçede bekleyen koç yarın olmayacak.
Bisikletin sönen lastiğine bakmam lazım. Şimdi yapmazsam yolda daha zor. Söküyorum arka tekeri. İç lastiği bir kova suya daldırıp patlağı bulmaya çalışıyorum. 2 tur attım halen kabarcık yok. Ya nerede bu patlak? Mehmet bey de dış lastiği kontrol ediyor. Bir dikene rastlıyor. Evet lastiğin profilinin arasına saplanmış. Cımbızla çekiyoruz. Karşılığını iç lastikte bulmak için biraz daha hava basıyorum, belki kabarcık daha kuvvetli çıkar da görürüm. Lastiği suya sokmamla gümlemesi bir oluyor. Hoppala ne iş? Anlamadım ama, elimde yarılmış bir iç lastik var. Tabii hazırlıklıyız böyle durumlara. Yedek iç lastiği takıp patlak işine bir nokta koyuyoruz.
Kamp çıkışı (10.30) yandaki İsa Bey Camii’nin üstündeki Saint Jean bazilikasına gidelim ister Firuzan. Rampayı çıkıp bisikletlerle kapısına geliyoruz. Görevli “buraya bırakamazsınız, yassah!” diyor. Eeee nereye koyacağız? “Aşağıdaki esnafa sorun, belki alırlar.“
Bazilika güzel bir yer. Epey malzeme çıkarılmış. Çok da ziyaretçisi var. Giriş 8 lira. Bizde müzekart var :)) Efes’te de kullandık ama ‘Yamaç Evler’ diye ayrı bir bölüm açmışlar, üstü kapalı bir yer, oraya giremiyorsunuz kartla. Ya bu ne biçim iş böyle. Büyük reklamla bir kart sat sonra kullanımını kısıtla. Amma tüccarca bakmaya başladı devlet. Öpmekten vaz geçmiyor. Kaşıkla veriyor kepçeyle alıyor.
St. Jean Anıtı, Efes halkının M.S. 7. yüzyıldan sonra Ayasuluk'a taşınması ile St. Jean Bazilikası Efes'teki eski Piskoposluk Kilisesi'nin yerini almıştır. Bizans Döneminde önemli bir kent ve haç merkezi konumunu sürdüren Efes, 1304 yılında Türklerin eline geçmiştir. Bundan sonra "Ayasuluk" adını alan kent 1350 yılından sonra Aydınoğulları Beyliği'nin bir dönem başkenti olmuştur. Erken Osmanlı Döneminde Batı Anadolu'nun liman kentlerinden biri olan Ayasuluk, daha sonra Kuşadası ve İzmir'in gelişmesi ile köy haline gelmiştir. Cumhuriyet Döneminde Selçuk adını alan ilçe, tarihi ve turistik özellikleriyle öne çıkmıştır.
Kaynak Müze
Kaynak Müze
Kahvaltı ve çay için tren yoluna yakın kahvelerden birine yerleşiyoruz (11.20). Etrafı izleyerek peynir+ekmeği 10 çayla temizliyoruz. Çaylar 50 krş. Küçük kıraathane bardakları ama iyi demlenmiş. Son 2 bardak adaçayıydı. İyi oldu, burada dal diyorlar.
Selçuk’tan ayrılmamız 12.25. Epey oyalandık. Bugünkü yol uzun değil diye rahatız ama öğle sıcağında da pedal çevirmek zor iş. Asfalt yolun sağından giden, okaliptüs ağaçları arasından bir yan yol var. Onu kullanıyoruz. Hiç araç yok ve gölgedesin. Kavşağa kadar olan yolun 4te3ünü böyle sürüyoruz. Sonra Kuşadası yoluna sapıyoruz.
Bu asfalt 2. sınıf denilen; zift üzeri mıcırı arabalara ezdir, olsun sana yol. Kaba ve sarsıntılı. Bisiklet için hiç de keyifli değil. Araba trafiği de var. Bayramcılar yollarda. Hafif hafif tırmanıyoruz. %2 ile ince ince. Zamanla dikleşiyor ve %7’yi buluyor. Ama kasmıyor. Böylecene 96 m’ye ulaştığımızda (31 °C) sağda deniz tarafında bu ‘Aquapark’ denilen su kaydırakları var. Koca bir alan, Avrupa’nın en büyüğüymüş. Sezonluk üyeliği de 195 lira olarak ‘fırsat’ diye duyurmuşlar dev bilboard’larla. Hiç binmedim, zevkli olsa gerek.
Kuşadası’na iniyoruz, sonra gene çıkıyoruz, iniyoruz, çıkıyoruz... burası tepelik bir yer. Işıklar, kavşaklar, sapaklar... dikkat edilmesi gerekli.
Kadınlar Denizi’ni de geride bırakıp bir yemek çıkaran lokantada (Somun Yemek Fabrikası) 4 kap 6 lira mönüsünden 2 çorba+barbunya+pilav alarak karnımızı doyuruyoruz. Çaylar da makineden (15.00, 24,7 km, 53 m R.).
Davutlar yolunu lokantadaki bey ayrıntılı bir şekilde tarif ediyor. Şoförmüş de kendisi. "3. lambadan, Kipa’nın karşısından sağa sap. Düz gitme yolda tamirat var-kapalı. Sonra inşaattan sola düz devam et, çam ağaçlarından sola doğru düz devam kokakolanın yanından sağa sap ve dümdüz Davutlar’a doğru devam et."
Yolda gidiyorum aniden bir minibüs sağ kırıp müşteri indirmek için önümü kesiyor (15.40). Haince bir hareket, dövülesi bir adam. Yanına gidiyorum “ne yapmaya çalışıyorsun, ezecek misin?” Bir şeyler geveliyor, boş şeyler. “Gördüm abi seni”, -"iyi de görünce üzerine mi kırılır?"
Kavşak inşaatı bitmiş veya yolu açmışlar. O tarife göre gitmeye gerek kalmıyor. Ancak benim İstanbul’daki rota burada değişiyor. Ben Kuşadası’ndan kıyıdan devamla Güzelçamlı’ya gitmeyi düşünürken orman kampındaki Süleyman beyin, çok karışık gitme-gidemezsin lafıyla rotayı Davutlar’a çevirdik. Şimdi de Davutlar’dan sonra 8 km sahile Güzelçamlı’ya gir sonra ertesi gün bu 8 km’yi geri pedalla, doğrusu hiç sevmediğim bir şey, gir-çık. Davutlar veya Söke yapalım diyorum Firu’ya. Ertesi günkü yolumuz da 75 km falan. En uzun parkur.
Davutlar diyor Firu ve sağdan devam ediyoruz. Artık otoyoldan kurtulduk. Trafik daha hafif – ses daha az. Soldaki çeşmede sularımızı tazeleyip Davutlar’a doğru devam ediyoruz.
Davutlardayız. Firu inelim sahile diyor, ben 80 km’yi geçecek yol, sıkılayacağım yarın. Bölünce kalacak kamp da yok arada. Gel burada kalalım. Otel soruyoruz vatandaşa, yok diyor. Sahile gidin diyor. Bir de belediyeye sorayım. Arife günü kimse yok ama şansımıza zabıta memuru var. "Karşıda Otel Seçkin var, buranın tek oteli." Gidip soruyoruz oda fiyatını, 2x25. "Nasıl bir görelim." Eh fena değil idare eder. "Sporcu indirimi olur mu? Mesela 40." Olur diyor ve odaya yerleşiyoruz. Velespitleri de altta bir odaya tıkıyoruz (16.30, 38,8 km, 27,6 °C, 62 m R.).
Duş, elbiselerin yıkanması, az internet, az uzanmaca ve hava almaca-yürümece etrafta. Biraz çay içip akşam yemeğine yer aramaca. Bayram öncesi fazla seçenek yok. Çoğu kapamış veya yemeği bitmiş. Bir yerde Öz Bozdoğan lokantasında bulduklarımızı ısmarlıyoruz: 2 az ezogelin çorba+kuru+pilav+yoğurtlu kızartma+1 ayran (Salata onlardan ikram)=19 lira. 20 verip 2 de ısmarlanan çay içip ayrılıyoruz. Bol soğan ve taze acı biber de garnitürü.
Küçücük belde de dolanıyoruz aynı yerde. Fırından kilo ile satılan ekmekten bir parça alıyoruz. Soda ile mideyi rahatlatmaya çalışıyorum. Tansaş’ta onu mu alsak da yesek bunu mu içsek diye dolanıp en sonunda otele dönüp az gezi notlarını yazıp fotoları da yükleyip uyku moduna geçiyoruz.
Etrafta dolaşırken görüyoruz, bıçaklar bileniyor, yarına hazırlık yapılıyor. İslam alemi cennet yolunu açmaya çalışıyor.
İsa Bey Camii avlusu, Selçuk
|
4 kap 6 lira, Kuşadası
|
Davutlar
|
Selçuk - Davutlar
Selçuk-Kuşadası-Soğucak-Davutlar
Tur tarihi: 14 Ekim 2013
Rota: Selçuk - Davutlar
Kat edilen mesafe: 38,80 km.
Ortalama hız: 13,3 km/sa.
Bisiklete biniş süresi 2 sa 55 dk., dışarıda geçen süre 5 sa 56 dk.
En yüksek sıcaklık 34 ˚C, en düşük 19 ˚C, ortalama 28,5 ˚C
İrtifa kazancı (çıkış) 410 m, kaybı (iniş) 349 m.
15 Ekim 2013, Salı / Davutlar – Didim (63 km)
Yatak rahat geldi herhalde ki 8’de uyanıyoruz. Gerçi gece sivri uyutmadı. Vız vız kulağımın dibinde döndü durdu.
Çadır-tulum olmayınca toparlanmak daha çabuk oluyor. Otelden çıkışımız 8.50 gibi. Önce karşı fırından bir iki kahvaltılık aldık. Fırın bir harika. Tipler sanki rock grubunun elemanları gibi. Burası aslında hoş bir kasaba. Otelimizin sahibi de rocker. Bir de dikkatimizi çeken Davutlar’da gençlerin saç tıraşı. Çoğunun kulak üstlerine kadar kazınmış, tepede saç var, ada gibi. Herhalde buranın modası bu olsa.
Dünkü çayevine yerleşip kahvaltımızı yapıyoruz. Etrafta dolanan bıçkın ‘doğulu’ görünümlü bir genç, herhalde cebe para ödemiyor ki durmadan orayla burayla konuşup durdu (9.30, 24,1 °C, 32 m R.).
Saat 10, Davutlar artık geride kalıyor. Bayramın ilk günü. Söke’ye doğru tırmanıyoruz. Hafif hafif ama devamla (%10’a varan). Arabalar da çok bugün. Tatil olmasına rağmen minibüsler Söke-Güzelçamlı arası çalışıyor. Karakovan balı satan bir tezgah çıkıyor karşımıza. Herhalde yiyecek bir şeyler de veriyordur.
İleride bir kalabalık toplanmış, yolun solunda. Evet, yaklaşınca ne olduğu belli oldu, kesim yeri. Birinin işini bitirmişler diğeri beklemede. Feci bir görüntü, sanki olağanmış gibi davranıyorlar. Adamın biri Alamanca “was ist los” diyor. Yani ne oluyor demek istiyor. Biz de ona “burada ne oluyor” diye soruyoruz Alamanca.
Bu kurban meselesi bizde ne de abartılı yaşanıyor? Gösterişi çok seviyoruz millet olarak. Suriye’yi bir kurban bayramında dolaştık, bizdeki manzaraları görmedik. Hiç bir yerde kurban kesilmedi. Nasıl nerede yaptılarsa gözlerden uzak halletmişler. Bizde? Gözüne sokar gibi ulu orta kesiliyor. İstanbul gibi bir şehirde bulduğu yerde keseni gördüm. Ona buna bak ben kestim diyebilmek için. İslam’ın dilini anlamadan uygularsan kafana göre bir şey çıkar, o da bu olur.
Yol çıkıyor, çıkıyor 205 m’yi buluyor. Dikkatimizi çeken bu bölgede zeytin olması. O nedenle yağ da var. Zaten Davutlar girişinde bir sıkımhane görmüştük. Şık da bir dükkan yanında. Şimdi Ağaçlı köyünden geçiyoruz (10.20). Köye girmeden önce teraslı bir kahvaltıevi de gördük, Ruhi Bey. Ağaçlı’da köy sofrası adı altında gözleme-bazlama-kendin pişir kendin ye durumları mevcut. Yani karnını doyuracağın çok yer.
Ağaçlı’dan sonra yol iniyor Söke’ye. Güzel bir iniş sonrası ağaçlı bir caddedeyiz. Söke’nin içini çok görmek isterdik ama bugünkü yolumuz uzun fazla oyalanmadan geçiyoruz içinden.
Bir hata olarak yedek fren pabucu almamışım yanıma. Ön balatalar bitti bitecek. Her zaman taşırdım bu sefer neden atladım. Kızıyorum kendime. Hatta bazı şeylerden 2 tane taşımak lazım. İç lastik gümledi, ikincisine de bir şey olsa. Ara ondan sonra. Söke’de bakındım etrafıma ama bayram, çoğu yer kapalı.
Didim’e tali yoldan gideceğiz, Güllübahçe üzerinden. O nedenle bir yerde çatal gelmeli, bizim sağdan devam etmemiz gerekiyor. Her ihtimale karşı soruyoruz gene vatandaşa. Doğru yoldayız.
Yenidoğan geride kalıyor. Dev bir tarım makinesi bizi geçmekte. Arabalar arkasına sıra olmuş. Bu bölge pamuk bölgesiymiş, bilmiyordum. Şu günler de herhalde hasat zamanı. Yolların kenarı pamuk dolu. Bazı tarlalarda halen ürün bekliyor.
Buraları Dilek yarımadası ve Samsun dağlarının güney yamaçları. İki bin yıl önce Latmos körfezi iken alüvyonların doldurmasıyla oluşmuş Büyük Menderes deltası sol tarafımızda uzanıyor.
Güllübahçe, eski ismi Gelebeç. Rumlardan kalma. Aziz Nikolas Kilisesi'nin arkası dahil bölgede beş bin kişi yaşıyormuş. Mübadelede buradaki Rumları göndermişler. Sonra Boşnak, Arnavut, Makedonya, Selanik ve Yugoslavya'dan muhacirler gelmiş buraya. 1955 Milet depreminde bayağı hasar görmüş. Köyde az dinleniyor (11.25, 25 km, 28,2 °C, 20 m R.), dallı ve çay içiyor, biraz etrafı seyrediyoruz; bayramlaşanlar, kucaklaşanlar... Bize de kolonya ve şeker tutuyorlar.
Sağdan Priene yolu gidiyor. Buraları 12 İyon kentinin bulunduğu bölgeydi ya, biri de Priene. Girmiyoruz ama uzaktan sütunları gözüküyor. Yolumuz eğimsiz ve dümdüz. Sağımızda Dil Lagünü. Sık sık pamuk taşıyan traktörler geçmekte. Bir de vız vız ses çıkartan mobiletler. Üzerindeki gençler de sanki yarış vaziyetindeler. Zart zurt öttürdükleri kornalarla hava atıyorlar.
Doğanbey ayırımından sonra asfaltın özelliği değişiyor. Biraz eskimiş oluyor ama o 2. sınıf asfalt gibi pütür pütür değil. Hiç olmazsa daha rahat kayıyor bisiklet.
Bu bölge, yani Büyük Menderes Deltası nesli küresel ölçekte tehlike altında bir çan çiçeği türü için ÖDA (Önemli Doğa Alanı) kriterlerini sağlamakta. Bunun dışında birçok su kuşu için önemli bir üreme ve kışlama alanıdır. Flamingo, küçük kerkenez, Akdeniz martısı ve fokları bunlardan bazıları. Bölgede ana tehditler; su rejimine müdahale, tarımsal yoğunlaşma ve kirliliktir. Yasadışı su ürünleri ve kara avcılığı, alandaki doğal yaşam üzerinde baskı oluşturmakta. Yazlık sitelerde arıtma tesisi bulunmadığından atıkları deltaya verilmekte. Aşırı tarım ilacı ve yapay gübre kullanımı ise bir başka sorunu oluşturmakta. Daha fazla bilgi için Doğa Derneği’nin sayfasını ziyaret edebilirsiniz.
Canpanula raveyi (Çan çiçeği)
|
Yol kenarında bir mola veriyoruz, biraz ihtiyaç, biraz dinlenme (Çatalarmut Drenaj Pompa İstasyonu, 12.50, 42,6 km, 26 °C gölgede, 0 m R.). Kuruyemişlerle enerjimizi kazanıp yarım saat sonra devam ediyoruz pedallamaya.
Miletos geliyor, yol üzerinde. Sapıyoruz fazla uzak değil. Kocaman bir tiyatro karşılıyor bizi. Bisileri park edip tırmanıyoruz (tabii Müzekart’la parasız geçiyoruz). Tiyatronun en üst basamağında etrafı seyrederek bir zamanlar bu kentte yaşayıp, evrenin gizlerini çözmeye çalışmış filozofları hayâl ediyoruz. Gelmeden okuduğum bir efsane aklıma geliyor: Bir gün baş tanrı Zeus ile fakir bir Miletli, Milet agorasında bir konu üzerinde tartışırlar. İkisi de bir türlü geri adım atmayınca, tartışma uzayıp gider. Sonunda canı sıkılan Zeus, tanrı olmanın ayrıcalığını kullanarak tartışmayı sonlandırır: "Bana bak, beni daha fazla kızdırma, şimdi bir şimşek çakar, seni cayır cayır yakarım!" Miletli köylü, korkmak bir yana, gayet sakin bir şekilde, "Koca Zeus, bu öfkenle haksız olduğunu nasıl da kanıtladın..." der. Efsanenin sonunda Miletli köylünün akıbetini öğrenemiyoruz ama kesin olan şu; Miletlilerin tanrıyla özdeş bir düşünce yapısına sahip olduğu. Bundan tam 2 bin 600 yıl önce, akılcı düşüncenin ve felsefenin temellerinin bu şehirde atılmış oluşu da tesadüf olmasa gerek. Antik Yunan medeniyetinin bilimde ilerlemesi Miletos ekolü yoluyla başlamış. Klasik çağların çok ünlü Miletos asıllı tabiat alimleri arasında Thales, Anaksimenes, Anaksimendros ve Hekataios'u sayabiliriz. Thales MÖ 582'de güneş tutulmasını önceden hesaplayıp astronomi ve geometride yeni teoriler üretti; Anaksimenes varoluşu açıklamaya çalıştı; Anaksimendros tanrılara dayanmayan evrensel kanunları taşlara kazdırttı; Hekataios coğrafyada üstünlük gösterdi. Birbirine paralel ve birbirine dik sokaklardan oluşup bir ızgara gibi dikdörtgen bloklar ortaya çıkaran yeni şehir planlama sistemi Milet şehri planlamacısı Hippodamos tarafından geliştirildi; Milet'e uygulandı ve sonra Roma İmparatorluğu'nun özellikle ordu merkezi ve ordu mensuplarının kurduğu koloni şehirlerinde de uygulandı.
Büyük Tarihçi Herodot'un ‘çalışan nehir’ olarak tanımladığı nehirlerden olan Büyük Menderes; taşıdığı malzemeyle, sahil şeridinin yılda ortalama 6 metre kadar denize doğru ilerlemesine neden oldu. Böylece, klasik dönemde Latmos Körfezi'nin ağzında bir sahil kenti olan Milet, zamanla denizden 10 km içeride kaldı. Bir zamanlar kentin karşısında bulunan Lade Adası, bugün ovanın ortasında bir tepeye; Latmos Körfezi ise, Bafa Gölü'ne dönüştü.
Şöyle bir baktığımızda Miletos'un taş devrinden beri yerleşke olduğu bilinmekte ancak yaşayanlar hakkında arkeolojik delil bulunmamakta. Girit Minos ilişkilerini kanıtlayan eşyalar ile bronz devrini, yazılı arkeolojik kaynaklar ile bir Hitit şehri olduğunu öğreniyoruz. Ardından antik çağ, İyonların gelişi, 12 şehir devletinden oluşan birlik, ticaret ve kültürel açıdan yaşanan altın çağ, MÖ 494 yılında Lade Savaşı ile Perslerin eline geçmesiyle son bulması. Büyük İskender tarafından Perslerin elinden alınmasını takiben gelen Roma ve Bizans dönemleri. 11. yy’ın sonlarında Selçukların Anadolu’yu işgal etmeleriyle Venediklilerle ticaret için liman olarak kullanılması, Moğollara Kösedağ Savaşı’nda yenilmeleriyle Menteşeoğlularına, sonunda da Osmanlıların eline geçmesi.
Üzerinde durduğumuz tiyatro Greko-Romen tipinin en güzel örneklerinden biri. Helenistik dönemde 5 bin 300 kişilik olan tiyatronun kapasitesi, Roma döneminde 19 bin kişiye çıkarılmış. Milet'i çevredeki diğer antik kentlerden ayıran bir başka özellik, Afrodisyas'ta olduğu gibi; çok büyük bir alana yayılmış olması. Miletos'ta bulunan birçok eser yurtdışına (özellikle Paris Louvre Müzesi’ne) götürülmüş. Bugün Miletos’un Güney Agora Kapısı Berlin Müzesi’nde görülebiliyor. Nasılsa bizde çok var diyerek vermişiz. Belki de iyi ki vermişiz. Biz neyi koruyabildik, değerini bildik ki?!!
Eski Farsça "İonan" adı, Perslerin İyonyalılara verdiği isimdi. Farsça ve Arapçadan Türkçeye Yunan biçiminde geçen bu ad, daha sonra Helen ulusunun tümü için İslam kültürel dairesindeki ulusların kullandığı ad oldu.
Kaynak Didimguide, Vikipedi
Kaynak Didimguide, Vikipedi
Fotolarımızı çekip devam ediyoruz. İlyas Bey Külliyesi yakında. Menteşeoğlu eseri.
Yanındaki hamamı yeni çıkarmışlar ortaya. Üstü, koruması için örtülmüş. Kapıdaki bekçiyle bayramlaşıp içeriye giriyoruz.
Menteşeoğulları Beylerinden İlyas Bey tarafından 1404 yılında yaptırılan camii 18X18 kare planlıdır.
Caminin dış kısmında yer alan küçük mezarlıktan ilerleyip; caminin avlusuna girdiğinizde cami girişinin her iki yanında bulunan tuz taşı da denilen bir cins mermere işlenmiş geometrik süslemelerin ardında geniş bir iç mekan sizi karşılıyor. Yer tabanı tuğlalarla örülmüş, köşelerde kubbeyi destekleyen ve Türklerin mimariye getirdiği önemli bir unsur sayılan Türk üçgenlerini görebilirsiniz. Bu geometrik olarak üst üste binmiş üçgenlerin asıl amacı bir süslemeden ziyade; kubbenin ağırlığını duvarlara eşit olarak dağıtmak. Dışarıdan bakıldığında küçük bir cami gibi görünen İlyas Bey Camii içine girilince sizi Türk-İslam sanatının geniş mekan anlayışı, muntazam havalandırması ve müthiş akustiğiyle karşılıyor.
Minareye çıkış içerden merdivenlerle sağlanıyor. Minare zaman içinde yıkılmış ve çıkmak tehlikeli olabilir. Külliyede başka hamam kompleksi, medrese, kütüphane ve öğrenci odaları bulunmaktaymış...
Devam ediyoruz, 100 metre ilerideki müzeye. Çok güzel bir müze, 2011 mayıs ayında bugünkü haliyle ziyarete açılmış. Genellikle Milet'de bulunmuş olan arkeolojik eserlerin teşhirine yönelik. Havuzlu bir hol ile bu hole açılan biri asıl salon, diğeri de daha küçük olan ikinci bir salondan oluşuyor. Burada MÖ XV. yüzyıla tarihlenen Miken seramikleriyle, Arkaik, Klasik, Helenistik, Roma, Bizans, Selçuklu ve Osmanlı çağlarına ait eserler sergilenmekte.
Kaynak Kültürvarlıkları
Kaynak Kültürvarlıkları
Keyifle eserleri inceleyip fazla gecikmemek için devam ediyoruz (15.00, 49,4 km, 25,1 °C). Filozoflar kenti Milet - Menteşeoğulları Beyliği – Palatia’dan Balat’a geçiyoruz.
Balat 13. yüzyılda bu bölgeye hakim olan Menteşeoğulları Beyliği'nin başkentiydi. Osmanlı Padişahı II. Murat Menteşeoğulları Beyliğine son verince Palatia Osmanlı idaresine geçmiştir. Şehir, Menderes Nehri'nin denizi doldurması sonucu coğrafi ve ticari önemini yitirmis.1955 yılında yaşanan bir deprem felaketi sonrasında, kurulu bulunduğu Milet antik kentinin içinden alınarak, harabelere iki kilometre mesafede yeniden kurulmuş, bugün itibari ile küçük bir köy halini almıştır.
Balat sonrası yol tırmanmaya başlıyor. Gene ince ince ama sonunda %12’yi görüyoruz. 100 m’ye çıktık bu tırmanışla deniz seviyesinden. Akköy burası. Bir mola ve yanımızdakilerle karın doyurmaca (15.30, 54,2 km, 28,1 °C, 102 m R.). Ayran istiyor canımız ama yok, bakkalda da yok. Yerine yoğurt alıyor Firuzan ve bir kaseyi indiriyoruz mideye. Çay-soda aynı fiyatta, 50 krş.
Buradan bir inişle devam ediyor yolumuz. Saat 4 oldu, biraz serinledi ortalık. Yeleğimi giyiyorum üzerime. Yol hafif iniş-çıkışla Didim’e doğru gidiyor. Tavşanburnu (Didim) Orman Kampı’nı arıyoruz. Tam birine soralım dedik ki kampa gelmişiz de haberimiz yok (16.45, 63,9 km, 25,4 °C, 0 m R.). Giriş çadır için 14 lira. Ooo ne güzel, öncekilerden çok ucuz. Orası mı burası mı neresi diyerek hafif bir tepe üzerine çadırımızı kuruyoruz. İlk işimiz denize atlamak oluyor. Off ne güzel geliyor su vücuda. Ardından bir duş ve yayılmaca.
Akşam yemeği için 200 m uzaktaki marketten bir konserve (yaprak sarma), iki domates alıp kamptaki masada yiyerek doyuyoruz. Yanımızdaki çadırdaki komşularla yapılan sohbet akşam bir çay ve maç saatine dönüşüyor. Yusuf bey ve eşi Ankaralılar. Bayram tatilini gezerek değerlendiriyorlar. “Kozmetik pazarlıyorum” diyor Yusuf bey, “haftanın 6 günü bu bölgedeyim zaten.”
Akköy
|
Davutlar - Didim
Davutlar-Söke-Güllübahçe-Balat-Tavşanburnu Orman Kampı (Didim)
Tur tarihi: 15 Ekim 2013
Rota: Davutlar - Didim
Kat edilen mesafe: 63,93 km.
Ortalama hız: 15,9 km/sa.
Bisiklete biniş süresi 4 sa 1 dk., dışarıda geçen süre 7 sa 47 dk.
En yüksek sıcaklık 31 ˚C, en düşük 18 ˚C, ortalama 25,5 ˚C
İrtifa kazancı (çıkış) 665 m, kaybı (iniş) 734 m.
16 Ekim 2013, Çarşamba / Didim – Avşar (65 km)
Gece sıkıntısız geçti. Ara sıra aklım bisikletlere gitse de. Kalkış 7 hazırlanıp çıkış 8 buçuk. Kamp alanı biraz bakımsız, WC’ler kokuyordu. Kadınlarınkinde su tek bir yerde akıyormuş. Bir de karanlıktı, saha ışıklandırması eksik. Bunu çıkarken belirttik ama pek oralı olacaklarını sanmıyorum.
Didim’e pedal basıyoruz. 5 km’lik yolumuz var. Altınkum’a gitmeyeceğiz, şehir merkezi levhalarını izliyoruz. Apollon tapınağını ziyaret edeceğiz.
Tapınağı kıl payı yakalıyoruz. Bir meydana geldik, belli ki otopark ama Apollon’a ait belirgin bir yazı-işaret yok. Devam ediyorduk ki dev 2 sutunu görene kadar. Nereden gidileceğini de anlamadık, sokak arasına dalıp döşenmekte olan bir yoldan taşların üzerinden zıplayarak geldik kapısına (9.10, 5,79 km, 23,4 °C, 78 m R.). Kamptan tanıştığımız Cafer bey ve yeğeni Öznur hanım da buradalar. Sırt çantalarını girişe bırakmışlar
Tapınak muhteşem, göz alıcı bir alan. Zamanında nasılmış, insan hep bunu hayal ediyor. Güzelce geziyoruz. Erken olmasından bir biz bir de arkadaşlar var. Ama sonra bir dolu insan alanı doldurunca ne iyi etmişiz erken gelmekte diyoruz. Ortalık yerli-yabancı turistle doldu.
Apollon Tapınağı: Yenihisar ilçe merkezindedir. Didyma aslında bir antik kent değil, kutsal bir mahaldir. Miletos’tan gelen kutsal yol ile bağlantıya sahip Didyma bir kehanet merkezidir. Didyma ile ilgili ilk yazılı kaynak Herodot’tur. Herodot M.Ö. 600’lerde Mısır Kralı II. Nekho ve Lidya Kralı Kroisos’un Didyma’daki Apollon mabedine adaklar sunduklarını nakleder. Arkaik devirde çok ünlü olan Apollon’un kutsal yeri Persler tarafından M.Ö. 494’de yakılmıştır. M.Ö. 311’de tekrar canlanmaya ve mabet yeniden inşa edilmeye başlanır. Seleukoslar döneminde mabet planda değişiklikler yapılarak boyutları büyütülmüştür. Artemis, Zeus, Aphrodite mabetleriyle diğer bazı yapıların da bulunduğu inşaatın Roma devrinde de sürdüğü, mabet çevresinde ele geçen kitabelerden anlaşılmaktadır. M.S. 250’den önce mabet önemini yitirmeye başlamış ve M.S. 385’de Theodosios’un emri ile tamamen önemini yitirmiştir. Hıristiyanlığın yaygınlaşması ile zaten bitirilmemiş olan mabedin adytonuna bir kilise yapılmıştır.
Kaynak Mavididim
Kaynak Mavididim
Bölgeden ayrılmadan Cafer bey ve Öznur hanımla tekrar karşılaşıyoruz (9.40). Tuncelililer, Cafer bey Edinborough’da okumuş, sosyal psikoloji. Şimdi Sinop Üniversitesi’nde başlayacakmış çalışmaya. Bir anı fotografı da çekiyor ve yanlarından ayrılıyoruz. Onlar Köyceğiz-Antalya’ya kadar gitmek istiyorlar.
Kamptan çıkarken kahvaltı etmemiştik, şimdi uygun yer bulmalıyız. Sonra da Akbük üzerinden gitmeyi istiyoruz. Yani Bafa Gölü kenarından geçen Milâs yolu yerine. Daha tali bir yol, daha az trafik olur düşüncesiyle.
Boyoz Unlu Mamuller pastanesinde Firuzan’ın aldığı kahvaltılıklarla karnımız doyuyor. Bir yandan da bayram tebriklerini yerine getiriyoruz. 2. günündeyiz.
Doğru yerde mola vermişiz, yol buradan Akbük’e gidiyor (10.35). Uzun bir yol, dümdüz. Yeni de asfaltlanmış. Kaymak gibi kayıyor velespitler. Denizköy‘den sonra eski asfalt başlıyor. Yol da bozuluyor. Hafif hafif çıkıyoruz, %7 gibi. Tepelerde uzaklarda 15 tane rüzgar pervanesi dönmekte. Görünüşleri çok güzel. Bedavadan elektrik. Öyle değil mi? Rüzgar zaten esiyor, dalga illaki kıpırdıyor, su haliyle akıyor...
Akbük acayip bir yer. Ben bu kadar kötü yapılaşma az gördüm. Tepelere kadar çıkmışlar. İnsanlar oraya nasıl ulaşır? Orada ne yapılır? Tatile geldin sürekli arabaya mı bağımlı olacaksın...
Tansaş’tan az meyve ve içecek alıp, taksiciden aldığımız tarifle kıyıya paralel Akbük’ün dışına çıkıyoruz. Yol ışıklardan 200 m sonra çatallaşınca soldan sapın demişlerdi. Biz de bunu yapıp yavaş yavaş %2’yle tırmanıyoruz (12.45, 29,3 km, 32 °C). Tırmanıyoruz tırmanıyoruz 2’ler 7 oluyor 8 oluyor 11 oluyor 13 oluyor, hatta 15’i bile gördük, yol bitmiyor.
Uzun mu uzun bir tırmanışı geride bıraktık. Bağıra bağıra çıktım, bir yerde kesildim indim ittim. Firu dibine kadar çıktı. Bir bisikletçiye de rastladık. Akbük’te oturuyormuş. Söke de sosyal öğretmeni, Çağrı bey. Hep beraber devam ediyoruz Kazıklı’ya. Tepeye çıktığımızda Garmin 313 m’yi gösteriyor (13.30, 31,7 km, 27,4 °C). Deniz seviyesinden başlamıştık. Şimdi buna karşılık gelen müthiş inişle uçuyoruz. Malum çıkış ile iniş süreleri ters orantılı (40 dk’da çık 10 dk’da in).
Kazıklı’dayız (13.40, 33,8 km, 29,2 °C, 155 m R.). Kahvede oturanlar sıcak samimi insanlar. Çay ısmarlatamadım birine. Adam hazır cevap, neredeyse bana ısmarlatacak. Ama diğer tarafta oturan minibüsçü bey misafirperverliğini gösteriyor. Günlük işler, iş durumları, köyün hali vs’den konuşarak geçiriyoruz zamanı. Yörük köyüymüş burası, çadırlarını kazığa bağladıklarından bu ismi almış. Dallı, ayran, soda içerek susuzluğumuzu gideriyoruz. Sonra da veda ederek biz ileriye Çağrı bey ise geriye hareket ediyor (14.10).
Kazıklı sonrası güzel bir iniş, sonra çıkış, sonra iniş... En dik tırmanış Gürçamlar’da başlayıp Kızılağaç’tan devam ederek 46’dan 289 m’ye çıkarıyor bizi, 10 km’lik bir rampayı 1,5 saatte alıyoruz. %17’lik bölümleri var. Ancak çok güzel bir ormandan geçmekteyiz. Arabalar da tahminimden fazla, hatta tekne çekenler de var. Ama yokuş bitirdi beni, yer yer itmek durumunda kalıyorum. Geçenlerden biri acısa da alsa, nasıl da iyi olur :))
289’dan mermi gibi indik 65 m’ye. Son tırmanışa geliyoruz, sağ İasos’a gidiyor. Burada bir çıkış, sonra iniş ve düz artık yolunuz demişlerdi Kazıklı’da. 2 saat sürdü buraya varmamız oradan, sadece 17 km.
Solda mor bir ev var, dikkat çekici. Oturan yok gibi. Önünde yanında ilginç şeyler. Bir yön levhası, Copenhagen 2109 km, Roma 1489 km, Moskow 1932 km, Beyruth 1566 km, Auogadougou 5227 km yazıyor (en uzak da burası, nerede ki? Batı Afrika’da Burkina devletinin başkentiymiş :)). “Acaba burada mı gecelesek, hani yağmur yağarsa altına girebilecek dam da var.” -“Ama daha erken (16.10, 50,2 km, 27,6 °C), devam edebiliriz.”
Amma yol inip çıktık. Yani bu yolu seçmekle iyi mi ettim, bilemiyorum. Artık düz bir ovada ilerliyoruz. Saat da 5 oldu. Gün batmakta, yağmur bulutları arkamızdan geliyor. Perşembe yağacak. Ne edeceğiz? Bu gece açıkta yatılmaz. Koruköy’de muhtara gidelim diyorum. Ama köyde kalacak yer yokmuş deniliyor benzincide. “Eee ne olacak?” –“Geride bir butik otel var, fazla uzak değil. Sorun belki uygun yer bulursunuz” diyor pompacı. Haydi geri basıyoruz, Avşar’a doğru. Denilen yer Develioğlu. Pek kimse yok gibi. Satılık da yazılmış kapısına. Verilen numarayı arıyoruz. İçerdeler, kapıya bir hanım geliyor. Duyduğumuzu söylüyor ve yer durumunu soruyoruz. Ancak burası öyle butik otel falan değil, kendilerine ait bir ev, bir çiftlik. Durumumuz herhalde inandırıcı gelmiş olmalı ki bizi buyur ediyorlar. Kısa bir tanışma sonrası kalabileceğimiz misafir odasını gösteriyorlar. Cem bey ve Sema hanım gazeteciler, oğulları Ege ile burada yaşamaktalar. Ama satıp Gölköy’e taşınma isteğindeler. Kahve ve pasta sonrası odada üstümüzü değiştirip ailenin yanına dönüyoruz. Sıcak sobanın üzerinde kestaneler kavrulmakta. Ege TV izliyor, biz de biraz ekran, biraz ondan bundan konuşarak saati 9 buçuk edip uykuya geçmek üzere ayrılıyoruz yanlarından.
Cafer bey ve Öznur hanımla, Didim
|
Akbük
|
Didim - Avşar
Tavşanburnu Orman Kampı-Didim-Akbük-Kazıklı-Kızılağaç-Avşar
Tur tarihi: 16 Ekim 2013
Rota: Didim - Avşar
Kat edilen mesafe: 65,01 km.
Ortalama hız: 12,2 km/sa.
Bisiklete biniş süresi 5 sa 19 dk., dışarıda geçen süre 9 sa 19 dk.
En yüksek sıcaklık 32 ˚C, en düşük 17 ˚C, ortalama 27,1 ˚C
İrtifa kazancı (çıkış) 1272 m, kaybı (iniş) 1261 m.
17 Ekim 2013, Perşembe / Avşar – Bodrum – Bitez (61 km)
Gece yağdı, ne kadar bilmiyorum ama tepemizdeki damda trampet sesleri hiç kesilmedi. Hava halen tam aydınlanmadı. Bugün ilginç bir gün olacak. Çıksak mı kalsak mı düşüncesi içindeyim. Fırtına-sel olacağı söylendi dün TV’de.
Bulunduğumuz odanın kapısını açıp dışarıyı bir kontrol ediyoruz, rüzgar var ve kuvvetli esmekte. Yerler ıslak, yağmur durmuş. Halen kararsızım ama Firuzan çıkalım diyor; macera olur. O istiyorsa tamam o zaman.
Hazırlanmaya başlıyoruz. Eşyalar toparlanıp yola hazır hale geldiğimizde saat 9.20’yi gösteriyor. Cem bey ve Sema hanıma bizi misafir ettikleri için çok teşekkür ediyor Ege ile bir anı resmi alıp bu güzel insanların yanından ayrılıyoruz. Çantalarımızda Ege’nin hediyesi birer nar ile.
Hazırlanmaya başlıyoruz. Eşyalar toparlanıp yola hazır hale geldiğimizde saat 9.20’yi gösteriyor. Cem bey ve Sema hanıma bizi misafir ettikleri için çok teşekkür ediyor Ege ile bir anı resmi alıp bu güzel insanların yanından ayrılıyoruz. Çantalarımızda Ege’nin hediyesi birer nar ile.
Midem boş, biraz gurulduyor. Hemen köşeyi dönünce gelen benzinciden kuruyemiş alıp mideye indiriyoruz. Bir de meyve suyu ile yola devam.
Rüzgar karşıdan esiyor, yollar ıslak geçen arabalardan su sıçrıyor. Tepemizde kara kara bulutlar dolaşmakta. Aralarından mavi gökyüzü gözüküyor. Yağacak, ıslanmadan gidemeyeceğiz. Besbelli ama nerede yakalayacak. Bir kovalamaca gibi sürüyor yolumuz. Durup zaman kaybetmemek için devamlı döndürüyoruz pedalları, kaçar gibiyiz ama fazla sürmüyor bu durum. Damlalar tek tek ve ardından çok çok düşmeye başlıyor. Hazırlığımızı çıkmadan yapmış, yağmurlukları ve kılıfları yakına koymuştuk. El çabukluğu ile kılıfları çantaların üzerine, yağmurlukları sırtımıza geçiriyoruz. Devam, sağanak yağış altında pedal çeviriyoruz. Ama öyle şiddetli ki bir süre sonra zorunlu olarak sığınacak yer bakınıyoruz. Sağdaki trafik denetim noktası, daha bitmemiş ama arabanın durduğu bir sundurması var. Orada kendimize korunaklı bir yer bulup nefesleniyoruz (9.50, 5,9 km, 24,1 °C, 115 m R.).
Karşı kulübeden bir trafik polisi elinde iki bardakla bize doğru gelmekte. "Üşümüşünüzdür diye çay getirdim" diyor. Ne ince bir düşünce. Beş parmak nasıl birbirine benzemiyorsa polisler de öyle. Gezideki polisin tutumu bu kuruma olan bakışımızı, sadece bizim değil çoğu kimsenin değiştirmişti. Ama burada tam tersi bir durum var, insanca duygular ve yaklaşımlar. Samimi bir sohbet başlıyor 2 polisle. Fahri olduğumu söyleyince trafik sorunları üzerine, yaşananlar ve yaşadıklarını dinliyoruz. Kemer takmanın sadece önde değil arkada da gerekli ve zorunlu olduğunu, yaşam kurtardığını vurguluyorlar. Kontrol noktasına takmadan gelen sürücüyü uyardıklarında “hayat benim sana ne” diye yanıt verdiklerini anlatıyorlar. Komedi dünyası bu memleket. Sigara iktidarsızlaştırır dersin öldürenden ver der.
Yağmur durdu, haydi devam diyerek polislere teşekkür edip tekrar yola koyuluyoruz (10.15). Rota çok sert değil. Çıkışlar var, ama baymayan, genelde düz. Sağımız deniz ama oteller, siteler, tatil köyleriyle dolu. Hele bir tanesi vardı ‘Golden Savoy’ girişi Dizneyland gibi; altın rengine boyanmış dev figürler, heykeller kapıdan müşterileri karşılamakta.
Bu günümüz yağmur-güneş-yağmur şeklinde sürüyor. Bir terliyoruz, çıkarıyoruz üstümüzdekileri, sonra ıslanıyor giyiniyoruz, bazen sertleşiyor dam altına kaçıyoruz. Benzinci bulduk mu içecek bir şeyler de oluyor. Bir tanesinde çalışan, aslen Adanalı ama 7 yıldır bu bölgede yaşayan Mevlana beyden turizm konusunda yaşadıklarını dinlemek keyifli oluyor. Bisiklet yolculuğunun en güzel yanı, en hoşuma giden yani diyeyim memleketimden insan manzaraları bölümü. Her kesimden insanla temasta olup yaşamlarına dair kesitler görmek.
Bodrum artık 10 km uzağımızda, şöyle dönüp geriye baktığımda yağmur-çamur ama geliverdik, tahminimden de önce. Akın’a 4 gibi sende oluruz demiştim. Sanki 3 bile olacak gibi. Malumunuz uzun bir yokuştan inersiniz Bodrum’a, kale görünür önünüzde tüm ihtişamıyla, Gökova’nın mavi denizi...
Bodrum’dan Bitez’e gitmemiz gerekecek. Öncesinden Carrefour’dan biraz takviye alıyoruz ve devam. Öyle bir araç trafiği var ki, şaşırtıcı. Sanki otoyol. Gaz gaz gaz, hızlı gitmek mi gerekiyor bu kadar?!!
Çok değişmiş buraları görmeyeli. Duble yollar, dükkan dükkan dükkan. 5M Migros görmemiştim daha önce. Yağmur şiddetleniyor. Mecburen sığınıyoruz kapalı bir dükkanın önüne. Bu fırsatla bayram telefonlarımızı da yapabiliyoruz, eksik kalanları. Önümüzde bir karı-koca tartışıyorlar. Birbirlerine kızıyorlar. Pusette çocukları da var. Birliktelik kolay değil, farklı iki dünyanın insanlarının ortak nokta bulma çabaları...
Yağmur diniyor ve Bitez’i bulmak üzere tekrar yollardayız. İniyoruz çıkıyoruz, kavşakları geçiyor ama bir türlü Bitez sapağını-levhasını göremiyoruz. Bu kadar da uzakta olmamalıydı. Geldik Yahşi’ye, Sakız Ananın Lokantası’na. Burası Turgutreis’e yakındı diye hatırlıyorum. Eski günlerde Gümüşlük’ten gelirdik. Yandaki bakkala sorayım bari. Demez mi 5 km geride kaldı diye. Hoppala, hiç bir yerde levha göremedik, ikimiz de. Işıksız, yeni yapılmış bir döner kavşak varmış, oradan dönmeliymişiz, daha koymamışlar levhayı. Yuh demekten başka şeyler de demek gerek. Sayın Kocadon bu nasıl hizmet?
Geldiğin gibi dönersin. İn çık bir yığın arabanın arasından sür geri ve kavşaktan Bitez’e dön. Pazar varmış burada, hadi bir göz atalım diye dalıyoruz. Biraz peynir, Akın’a da incir alıp çıkıyoruz. Tarif üzerine caminin yanından ana yola paralel, Dia’dan sola, sağ, tekrar sağ, Ramada’yı gör, taksi durağını geç, siteye gir. Tarif kolay ama bulması zor, defalarca arayıp teyit alıyoruz. Dia’yı bilmiyorlar, sağ-sol sapışlarda site girişleri-otoparklar var, sayılar karışıyor. En sonunda siteye girdik, Akın balkonda ama evin kapısına ulaşmak öyle kolay değil. Büyük bir yay çizmen gerek. Yolda belediyenin seçim öncesi giriştiği asfalt çalışması sonucu açık bırakılan kanala düşmüş bir araba, başında kara kara düşünen kadın, çan çalarak dolanan, ki ben onu önce Akın bize işaret veriyor sanmış “seni duyuyor ama göremiyoruz” diye seslenmiştim. Sonra su kamyonu çıkınca Firuzan da kahkahadan seleden uçacaktı neredeyse...
Neydi ne oldu, erken varıyoruz diyordum saat 5 buçuk olmuş. 61,4 km sürmüşüz bugün.
Eşyaları odaya çıkarır çıkarmaz sırayla hamam yapıyoruz. Turun en güzel anı, sıcak suyun kafandan aşağıya akması ve sabun kokusu. Akşam misafirleri var Akın’ın, sofra hazır bekliyor. Yiyecekler iştah açıcı, karnımız da aç, 7 buçuğa kadar nasıl dayanacağız?
Gece renkli geçiyor, turizm sektörünün farklı alanlarından arkadaşlar, değişik şaraplar eşliğinde yenilen lezzetler ve sohbetlerle sürüyor.
Ege’yle, Avşar
|
Bitez pazarı
|
Avşar - Bitez
Avşar-Güvercinlik-Bodrum-Yahşi-Bitez
Tur tarihi: 17 Ekim 2013
Rota: Avşar – Bodrum - Bitez
Kat edilen mesafe: 61,41 km.
Ortalama hız: 13,5 km/sa.
Bisiklete biniş süresi 4 sa 32 dk., dışarıda geçen süre 8 sa 15 dk.
En yüksek sıcaklık 32 ˚C, en düşük 17 ˚C, ortalama 27,1 ˚C
İrtifa kazancı (çıkış) 1052 m, kaybı (iniş) 1019 m.
18 Ekim 2013, Cuma / Bodrum
Bodrum pazarı ve Nilgün, bir gün daha kalmamız için bir neden oluyor. Bugün de Bodrum’dayız anlayacağınız. Eksik olmasın Akın bizi misafir ediyor-ağırlıyor.
Sabah yol yorgunluğunu atmış olarak kalkıyoruz. Hava güneşli, dünden eser yok. Bulutlar daha gitmemiş, tepede dolaşıyorlar. Kahvaltı öncesi bir iki parça eşyayı yıkıyoruz. İyi ki de erken davranmışız, çünkü sular kesiliyor. Belediye mi Sular İdaresi mi bunun müsebbibi bilemiyorum ama eskilerde kalmış bir durum olduğunu düşünüyorum. Nasıldı değil mi, bir zamanlar düzenli sular kesilirdi, devamlı depolamak zorunda kalırdık. Ama Akın tedbiri almış, bir depoya bağlanıp evin içinde suları akıtıyor.
Kahvaltıya nefis bir omlet hazırlıyor arkadaşımız. Çay, peynir, zeytin, kızarmış ekmekle doyuyoruz. Hava da bu sırada gene kapamakta, rüzgar da çıktı. Sevinmemiz fazla uzun sürmüyor. Hani geçecekti?
Cenap ve ardından Nilgün’le telefonda konuşup öğleden sonrası için Bodrum’da buluşmak üzere sözleşiyoruz. Saat 12 gibi bir minibüsle merkez yolundayız. Buraları öyle değişmiş-büyümüş ki şaşılası bir durum. Vızır vızır dolmuşlar her yöne gidiyorlar. Biz de kendimizi 25 dk sonra Bodrum'un dolmuş duraklarında buluyoruz. Kalabalık ortalık, yerli yabancı herkes dolanıyor. Pazar buralara yakın olmalıydı. Ama şöyle bir Halikarnas’a doğru uzanalım önce. Butikler, lokantalar, barlar sıra sıra dizilmişler. Daracık sokaklarda insan seli akıyor. Sanırım biraz da bayramın kalabalığı bu. Gerçi esnafın birisi yerliden çok yabancı var diyordu.
4 diye Cenap ve Müre ile marinada Kahve Dünyası diye sözleşmiştik. Nilgün de yoga ve annesinden sonra pazara gelecekti. Zaman da çabuk akıyor, aksatmamak için hızlı hareket etmeliyiz.
Nilgün bize karnımızı doyurabileceğimiz bir pideci öneriyor. İtfaiyenin karşısında sanayide. Kolay buluyoruz. Çökelekli otlu bir pide ve salata ile 2 ayrana 7 lira ödüyoruz. Pide nefisti, aç gözlülük yapmayalım diye teki paylaştık. Neydi o Doğanbey’de yediğimiz kazık.
Birazdan Nilgün de önümüzden geçiyor ve arabayı park edip pazarın girişinde buluşuyoruz. Akşam yemeği için alışveriş yapacağız, davetliyiz. Bir başka sürprizi de pazarda yaşıyoruz. Asuman, ne çok seviniyorum. Ne kadar da uzun oldu görüşmeyeli. Harika, akşama kadar hoşça kal diyerek alışverişi tamamlıyoruz. Değişik bir peynir öneriyor Nilgün, portakallı ve kekikli keçi peyniri. Satıcı tattırıyor, çok güzel bir lezzet, "2 parça tartarmısınız". Şimdi Kahve Dünyası’na yetişmeliyiz, 4’e geliyor saat.
Cenap ve Müre gelmişler, el sallıyorlar. Kucaklaşmalar, tanışmalar derken Erkin de ortaya çıkıyor. Harika. Nihal de katılınca tüm İstanbul burada. Hatta yıllardır görmediğim okul arkadaşım Ahmet’i de yan masada görünce pes diyorum.
Sıcak samimi bir hava içinde saatlerimizi geçiriyoruz. Sonra akşam hazırlığı için Nilgün eve, biz ve Erkin, Cenap ve Müre ile evlerine gidiyoruz, Yalıkavak’a. Uzunca bir yol, virajlı ve dik yokuşları olan. Vardığımız yer adanın başka bir cephesi. Denize nazır, Yunan adalarına bakan bir sitenin içinde keyifli bir mekan. Şarap ve peynir eşliğinde sabetayizm üzerine yapılan konuşmalar sonrası 7 buçuğa yetişmek için hep birlikte tekrar yollara koyuluyoruz.
Başta karıştırsak da sonunda Nilgün’ün evini buluyoruz. Şahane bir yer, duyuyorduk ama görünce daha iyi anladık. Akın ve Asuman gelmişler. Koca bir masanın etrafına diziliyoruz. Arkada yanan şöminenin ısısı ile sohbet içimizi ısıtıyor, sımsıcak bir ortam yaratıyor. Otlar, soslar, makarnalar, kestaneler, kahve, şarap ve rakı, her şey çok lezzetli. Eline sağlık Nilgün. Gece yarısına kadar bitmeyen konular, olaylar, insanlar... buradan ayrılmak zor. Doyamıyoruz, 1 gün daha mı kalsak?
Bodrum pazarı
|
Müre, Erkin, Nilgün ve Cenap’la, Bodrum
|
Müre, Nilgün, Cenap, Erkin, Asuman ve Akın’la Nilgün’ün
evinde, Ortakent
|
19 Ekim 2013, Cumartesi / Bodrum
İyki doğdun Aydın...
Bugün de Akın’da kalmayı düşündüğümüzden sabah geç uyanıyoruz, 9.30. Tembellik iyi geliyor. Bıraksan daha da uyurduk.
Dün aldığımız peynirlerle güzel bir kahvaltı yapıyoruz. Dışarısı rüzgarlı. Daha doğrusu Akın’ın terası oldukça esiyor. Sokak daha sıcak. 3’e kadar bilgisayarla uğraşıyoruz. Ben biraz notlarımı toparlıyorum, Akın güncellemeye çalışıyor dizüstünü, Firu gazete okuyor. Yürümek için yalıya iniyoruz arabayla. Çok fazla değişiklik var buralarda. Benim bıraktığım bambaşkaydı. Kıyı boyunca yürüyoruz. İngilizler car ortalıkta. Fazla adam yok ama. Tesisler boş. Lokantalar müşteri bekliyorlar. Bayram da bitiyor, yerlisi de dönmek üzere.
Belediye gazinosunda birer çay ve Etiform’la vakit geçiriyoruz. Etrafta bira, rakı içenler bolca. Alkol yasağı buralara ulaşamamış.
Yarın artık ayrılacağız, çantaları toplamak lazım. İyicene yayıldık odaya.
Akın’la, Bitez Yalı
|
Ekim 2013, Pazar / Bitez - Bodrum – (gemiyle) Datça – Mesudiye (27 km)
9.30 feribotuna yetişmek için 8’de çıkmayı düşündüğümüzden saat 7 gibi kalkıyor-hazırlanıyoruz. Akın’ı uyandırmamak için özen göstersek de beceremiyoruz. 3 gün bizi misafir etti, çok çok teşekkürler dostum.
7 km gibi bir uzaklığımız var iskeleye. Sabah serinliğinde arka yollardan Bodrum’a ulaşma çabasındayız. Sora sora sokak aralarından gidiyoruz. Derken bu rampa da ne? Yol 2ye ayrılıyor, geliş gidiş. Soruyorum kenarda duran birine, “yeniyim bilemiyorum”. Mecburen kısa ama %24’lük bir yokuşu ben tırmanamıyorum ama Firu bana mısın diyor. Sonra indiğimizde diğer yolla birleştiğini görüyoruz. Darlıktan dolayı ayırmışlar, yoldaki salatalık ağasının da burada çalışmasına rağmen haberi yok.
Bodrum’a erken vardık, düşündüğümüz saatten önce. Daha 8 buçuk bile değil. “Şu geçen günkü pideci açıksa bir çökelekli pideye ne dersin?” –“Sabah sabah pide mi?” Pek olumlu bakmıyor Firu. –“Olsun gel bir geçelim önünden.” Ama açılmamış. “Hadi o zaman şu gerideki çayevine.” Taşfırın’dan alınan kahvaltılıklarla güzelce doyuyor, çaylarımızı yudumluyoruz. Saat 9’u 20 geçe gibi de Datça’ya aldığımız 2 biletle teknedeyiz. Adam başı 30 lira alıyorlar. Velespitleri güzelce bağlayıp üst katta yerimizi de aldık. Fazla araba ve yolcu yok. Boş yer çok.
Zamanında hareket eden feribot bize önce kaleyi sonra da İçmeler’i göstererek Gökova körfezini boydan boya geçiyor. 2 saat demişlerdi ama daha çabuk alıyor. 11.15 gibi Datça topraklarına ayak basıyoruz. Burada oturan bisikletçi arkadaşımız Mehmet’i de yoldan aramıştık. Yarın dönüşte buluşacağız.
Hava ısınmış, 26 dereceyi gösteriyor Garmin. Limanda bir inşaat faaliyeti dikkat çekici. Yat limanı yapılıyormuş.
Datça’ya girmeden sağdan Knidos yazan tabeladan ayrılıyoruz. Coğrafya çok güzel. İlk köy Hızırşah, yolun dışında, girmeden devam. Sonra beklenen rampa hafiften kendini gösteriyor. Çıkıyoruz çıkıyoruz çıkıyoruz, hafiflik ağırlıkla yer değiştiriyor. Yer yer %14’leri tırmanıyoruz. Araba trafiği çok olmasa da var. Yolun bazı bölümlerinde sağ taraf bozuk. Beton kamyonları çimento artıklarını dökmüşler, sertleşmiş ve sürülmez hale gelmiş. Mecburen ortadan gitmek durumundayız. Ama etraf çok çok güzel. Dağlar yüksek, çamların kokusu burun yakıyor. Rampa da bitiriyor ama. Ara sıra verdiğim kısa mola ile gücümü toparlayıp tekrar basıyorum pedallara. Sağda bal tezgahı kurmuş 2 kişi görüyorum. “rampa daha var mı?”, “ilerdeki direklerde bitiyor” yanıtını almak biraz içimi rahatlatıyor. Herhalde 7 km’dir tırmanıyoruz. Gelin bir çay için teklifine hayır denilmez tabii (13.10, 19,7 km, 27,1 °C, 472 m R.). Karı koca buralılar, Ömer bey ve Selma hanım. Ama Milas’ta oturuyorlar. Kovanlarını Eskişehir’e kadar gezdiriyorlar. Hanım hemen bir çay demlerken bey de yaşamlarına ilişkin bilgiler aktarıyor. Sadece çay değil bize mükellef bir kahvaltı sofrası kuruyorlar. Kurutulmuş peksimet dedikleri ekmek, taze köy peyniri, yeşil zeytin ve de ballı badem. Amaniiim denilecek şeyler. Bisikletçiyi doyurmak zordur derler ya, biz de örneğini gösteriyoruz. Çayları da bardak bardak içiyoruz. Sohbet, bölgenin gösterdiği değişimden, Milas’a yerleşen doğulu vatandaşlar, arıcılık, badem çeşitleri, inşaat ruhsatına kadar... 45 dakikamızı bu iki tatlı insanın yanında geçiriyoruz. Yarın dönüşte tekrar uğrayıp biraz alış-veriş yapmak iyi olur.
Yol bir miktar daha tırmanıyor ve antenlerin yanına geldiğimizde Garmin 525 metreyi gösteriyor. Bir nefes almak ve yanımızdaki narı yemek için mola. Aşağıda deniz parıl parıl parlamakta. Çok güzel bir huzur var burada (14.40, 21,1 km, 26 °C).
Şimdi çıktığımız gibi inmekteyiz. Mesudiye’ye ikinci ayrımından girin demişti Elvira. Nerede bu yol? Aslında inmek iyi de yarın çıkmak hiç iyi olmayacak. Nihayet geldi sapak. Sonrası gene bir iniş. Öyle ki fren sıkmak zorundayız. Benim de pabuçlar bitti bitecek. Bir unutkanlık veya hata olarak yedek almamış olmamın sıkıntısı içindeyim. İlk köy Damarası, devam. Ancak ne oldu, arka teker yalpalıyor. Vay, inmiş. Haydaaa. Durduk, ne oldu bu tekere böyle. Jant sımsıcak. Biraz hava basıyorum ama hemen kaçıyor. Şimdi tamirat yapmasam da eve kadar itsem diye yürüyerek ilerliyorum. Ama olmuyor, yokuş aşağı zor patlak tekerle. Lastiği de zedelemeyelim. Haydi indir yükleri, çıkar tekeri, ara patlağı. Yok! Patlak yok. Herhalde ısınan janttan dolayı supap havayı kaçırdı. Daha önce de başıma gelmişti.
Bir de jant teli kopmuş bu arada.
Elvira’nın evindeyiz (16.20). Harika bir yer. Çok güzel yapmış. Uzundur hikayesini dinlemiştim. Şimdi görmek güzel oluyor. Kullanma kılavuzunu alıp yerleşiyoruz.
Kahve eşliğinde sohbetteyiz. Uzundur görüşmemişiz, birikmiş çok şey var. İlişkiler, kadınlar, erkekler, ustalar, marangozlar, yalancılar, şaklabanlar...
Birer duş alıp akşam yemeği için masada buluşuyoruz. Bal kabağı çorbası, pilav, enginar ve salata. Karanlığın içinden tatları ayırarak afiyetle doyuyoruz.
Çok olmasa da yol yorgunluğu kendini gösterene kadar yanan ateş karşısında gece sohbetimizi sağlıklı beslenme, yeni filmler, yol maceralarıyla sürdürüyoruz.
Ömer bey ve Selma hanımla, Mesudiye
|
Bitez - Mesudiye
Bitez-Bodrum-(gemiyle) Datça-Mesudiye
Tur tarihi: 20 Ekim 2013
Rota: Bitez - Bodrum – (gemiyle) Datça - Mesudiye
Kat edilen mesafe: 27,26 km.
Ortalama hız: 9,9 km/sa.
Bisiklete biniş süresi 2 sa 45 dk., dışarıda geçen süre 8 sa 23 dk.
En yüksek sıcaklık 30 ˚C, en düşük 16 ˚C, ortalama 23,9 ˚C
İrtifa kazancı (çıkış) 860 m, kaybı (iniş) 763 m.
21 Ekim 2013, Pazartesi / Mesudiye - Datça (20 km) – (otobüsle) İstanbul
Güzel bir uyku çektik ikimiz de. Sessizlik müthiş huzur verici. Sabah bahçeden güneşin ışıklarıyla ısınıyorum. Birkaç foto sonrası notlarımı aktarıyorum PC’ye.
Elviara’nın sofrasında yerimizi alıp havadan sudan konularla, peynircilik, çevre düzeni, belediye... konuşarak kahvaltımızı ediyoruz. Güzel bir omletle başlanıyor. Evin manzarası çok güzel, karşıdaki ada Rodos. Elvira ekmeğini kendi pişirmiş. Şu ekmek makinalarıyla. Bir ara ben de sardırmıştım. Değişik ekmekler yapıyordum. Takılınca güzel şeyler çıkıyor. Yanımızda 4 tahıllı ekmek vardı, onu ve peynirleri de çıkartıyoruz sofraya.
11 gibi bu güzel yerden ayrılıyoruz, denize inelim teklifini üzülerek geri çevirmek zorunda kalarak. Konukseverliğin için çok teşekkürler Elvira, keşke daha fazla kalabilseydik.
Evden acayip bir rampa bekliyor bizi. Hareket edebilmek için bile geride bir düzlük bulup öyle çıkabiliyoruz bisikletin üzerine. Ama ben fazla dayanamıyorum, bir yerde inip itiyorum. Sonra tekrar biniyor-iniyor şeklindeyim. Firu gene bana mısın diyerek gücünü gösteriyor. Damarası köyünden geçerken “acaba bir kamyonet geçse de...” diye düşünerek ihanet etmek, doğrusunu söyleyeyim aklımdan geçmedi değil.
Tepeye ana yola vardık, ama bitmedi, 500 küsur metreyi bulmalıyız. Kenarda duran, manzara seyreden İngilizlerden moral takviyesi geliyor “what goes up must come down” diyor bey. Yani her çıkışın bir inişi var gibi bir laf.
Tepede antenlerin yanında bir Türkçe-İngilizce sözlük yatıyor yerde. Alıyoruz ve dünkü balcılara kadar salıyoruz kendimizi.
Bey yok, hanımdan keçiboynuzu tozu, badem, sabun kekik alıyoruz. Bademin kilosu 50 lira. Bu en iyi cinsindenmiş. 3 kalite badem varmış burada. Onu da öğrenmiş olduk. Hanım bize bir kahve yapıyor ve 15-20 dakika kadar yanında kalıp sözlüğü ve yolda bulduğumuz telefonu hediye edip, ha bir de barbunya pilaki (konserve), yeriz diye almış fırsat bulamamıştık.
Mehmet’e 3 - 4 arası geliriz demiştim ama bundan sonrası iniş ve 10 dakikada aşağıdayız. Çıkmak 2 saati geçmişti.
Yolun durumu biraz enayice, yer yer yavaşlatmak zorunda kalıyorsun. Kenarlarda beton artıkları var demiştim ya. Bazı yerler de dalgalı ve delik deşik.
Telefonla öğrendiğimiz eve geldiğimizde Mehmet bizi girişte karşılıyor (13.50 18,2 km, 26,9 °C, 26 m R.). Ne güzel oldu bu durum. Uzundur sadece telefonda görüşebilmiştik. En son GPA’da pedal basmıştık.
Hanımı Canan bize kahvaltılık bir şeyler hazırlarken biz de bir duş alıp rahatlıyoruz. İlaç gibi geliyor ikisi. Alphan’ın kavunları, beyaz peynir, kaşar ve çayla memleket meselelerine dalıyoruz. Herkes durumdan şikayetçi. Ülkenin gidişatı hiç de iç açıcı değil.
5’de kalkacak otobüse yetişmek için çıkıyoruz. Onlar da arabayla gelip uğurlayacaklar bizi. Pamukkale’nin ilk durağı olduğundan muavinin şaşkın bakışları arasında velespitleri güzelce yerleştiriyoruz. Zaman geldi. Mehmet ve Canan’la vedalaşarak 14 saatlik dönüş yolculuğu başlıyor. Gezinin sonu geldi.
Elvira’nın evi, Mesudiye
|
Elvira’yla, Mesudiye
|
Elvira’yı bekleyen bisiklet
|