Ekim başında GPA4’e katılacağız. Bu sene Muğla’dan başlayacak. Otobüse bineceğimize bisikletle gidelim dedik. Nasıl yaparız diye düşünürken, Bandırma’ya feribotla, oradan pedalla devam etmek fikri uygun geldi.
Şöyle kaba bir mesafe hesabı sonucu bu işe bir hafta zaman tanıdık ve 24 Eylül sabahına İDO’ya biletimizi aldık.
B a n d ı r m a - G a z i e m i r
24 Eylül 2010, Cuma / Bandırma – Kocapınar
Sabah 5’de kalkıp 6’yı on geçe evden çıkıyoruz. Taksim üzerinden Tarlabaşı Bulvarı’nı geçmek zor olmuyor. Günün bu saatinde fazla trafik yok. 7’de kalkacak deniz otobüsüne 15 dk. kala Yenikapı iskelesindeyiz.
Bagajları kontrol etmek istiyor yolcu girişindeki güvenlikçi. Zor geliyor çantaları sökmek şimdi. Araç girişine yöneliyoruz. Onlar da illaki bakacağız diyorlar. Hâlbuki araçların sadece bagajını açıp şöyle bir göz atıyorlar. “Oldu mu şimdi” lafımıza, emir kuluyuz, talimat böyle deniliyor. Çelişkiye bakın şimdi. Bizim çantalarımızın neyi var ki!
Gene yolcu girişine dönüyoruz. Bu sefer başka memur var. Herhalde bizi yabancı sanıyor ki, el kol işaretleriyle geçin diyor ve elindeki kontrol aletini bagajların üzerinden geçirerek işimizi kolaylaştırıyor. Acaba yabancı olmamız veya görünmemiz mi bu işi değiştirdi, yoksa önceki mi çok işkilliydi, anlayamadık.
Turnikelere yaklaşıyoruz, biletler elimizde. Bir heyecan aldı, bakalım bisikletlerle girişte sorun olacak mı? Hayret hiç bir itiraz yok, bisikletlere de ekstra bilet istemediler. Aman ha! Sesimizi çıkarmayıp olağanmış gibi devam ediyoruz velespitleri itmeye. Acaba uygulama değişti de bizim mi haberimiz yok? Yoksa adamların dalgınlığına mı geldik? Her ne olduysa iyi olmuş. Gerçi artık şu bisilere para kesmeyi durdursa İDO.
Gemi dolmaya başlamış. Nereye bırakılacak kargaşası. Görevli, bisileri motosikletlerin yanına dayayın diyor, bizse bir yere bağlayalım istiyoruz. Pek de bu işe uygun yer görünmüyor. Sonuçta motorların yanına yatırıp gerekli eşyalarımızı alıp salona çıkıyoruz.
Yerimizde bir kişi var, yanındaki boş koltuklara yerleşiyoruz. Millet çay ve kahvaltı kuyruğunda. Biz de yanımızdaki malzemelere birer çay ekleyerek kahvaltımızı ediyoruz. Bu arada sallama çay 1,5 lira gibi bir astronomik fiyatta. Plastik bardaklar da minnacık, yarım dolu.
Gece az uyumuştuk, hatta Firuzan 1,5 saatlik bir uykuylaydı. Geziye çıkmadan önce şirketin muhasebe kontrollerini tamamlamak için neredeyse sabahladı. Biraz kestirmek iyi gelecek ikimize de.
9’u az geçe Bandırma’dayız. Gemi limana yanaşırken sallıyor. İyi ki yatırmışız bisileri. Gemicilerin dediği gibi ayakta bıraksaydık, herhalde yerdeydi her şey.
Bandırma’da hava serin görünüyor, hissettiriyor da. Üzerimdeki yeleği çıkartmıyorum. Hatta Firuzan ceketli.
Yola çıkmadan önce, hem tarif almak, hem de birer çayla içimizi ısıtmak için yer bakındık. Küçük bir şehir turu sonucu Bandırma Palas Kahvesi’ndeki masaya yerleşip yan masadakilere yol soruyoruz. Şansımıza, oturanlar TIR şoförü çıkıyor. Gönen’e anayoldan değil de, Kuş Gölü’nün kıyılarından, içeriden giden köy yollarını kullanmak istiyoruz. Bu durumda Kulefli üzerinden Gölyaka tavsiye ediliyor. Ve oradan da devamla Akçaova. Buradan istersek Gönen’e sapabilir veya devam ederek Gönen’e hiç girmeyip dağlardan tırmanarak Karapınar’a gelebilirmişiz. Kimi yol iyi diyor, kimi toprak! Neyse, köylere yaklaştıkça daha net öğrenebileceğimizi tahmin ediyorum. Ama nereden gidersek gidelim, bir tırmanıştan kaçamayacağımız belli oldu.
Çayları içip Bandırma’ya veda ettik. Tarif üzerine Erdek yoluna doğru pedallayıp, Erdek tarafına değil, sola gene şehir içine doğru Gönen yazan yöne sapıyoruz. Yolda bir zabıta memurunun verdiği tarifle Renault bayiini arayarak devam ediyoruz. Biraz kaybolur gibi olurken yardımımıza trafik polisleri yetişiyor ve onları takip ederek Çanakkale yolundaki Renault bayiini buluyoruz. Zaten girmemiz gereken yol da karşısında. Bozukça bir köy yolu, Kulefli levhasını da görüyoruz zaten.
Ana yolu kestirmeden geçerek, toprak yola girdik. Evet, bozuk ama gidilmeyecek gibi değil. Bir şansımız var ki, rüzgâr arkadan esiyor ve bizi iterek ilerletiyor. İşin en keyifli hali. Arada bir geçen kamyon ve otomobil dışında kimsecik yok. Tarlaların arasından giden yolda yan yana rahatlıkla pedal basıyoruz. Tepemizde hava halen kapalı. Bu da aslında sürüşü ferahlatıyor. Uzaklarda tesisler gözüküyor. Tavukçuluk, hayvancılık tesisleri sanırım. Bir kavun tarlasında durup, kopardığımız göz hakkımızı afiyetle mideye indirdik. Yani bu kadar nefis olabilir, bal mı bal.
Diğer tarla ise soğan dolu. Ama soğana ihtiyacımız olmadığından pek ilgilenmedik. Zaten miniciktiler.
Yol boyunca, ara ara dev traktörler çalışmakta. Mahsul toplanmış, tarlalar sürülüyor.
Böylecene Kulefli’ye girip devam ediyoruz. Birazdan da göl göründü, kocaman.
Asfaltı takiben Çepni’den geçip, bir yol tarifi daha alarak ilerlemeyi sürdürüyoruz. Yollar artık bozuk değil, gayet rahat bir asfalt.
Yol boyunca sağda solda piliç-yumurta çiftlikleri var. Banvit olsun, Şeker olsun, hepsini gördük. Her yerde dev traktörler. Ön tekerleri neredeyse arkadakiler kadar büyük. Sanırım bunlar 4x4.
Anızlar yakılmış, dumanları tütmekteydi. Bu işlem oldukça yaygın ülkemizde, bilimsel olarak zararlı kabul edilse de. TEMA’ya göre toprak erozyona uğruyor, yağış suyu yeraltı su kaynaklarına ulaşamayarak, doğal denge bozuluyor. Anız yangınları orman ve yerleşim alanlarının yanmasına neden oluyor.
Bilmeyenler için, anız: Tarımsal üretim sonucunda biçilmiş olan ekinlerin toprakta kalan kök ve saplarına verilen isim.
Gölyaka’ya geldiğimizde merkeze diye sola sapıyoruz. Sağdan giden yol, köyün dışından devam ediyordu, Kocagöl, Akçaova ve Manyas’a. Sokakların arasından geçip göle bakan bir kahveye yöneldik. Önünde dalgalanan bayraktan buranın aynı zamanda muhtarlık olduğunu anlamak zor değildi.
Daha yanaşmadan bize takılan birisi var: İngilizce konuşuyor, İtalyanca bir şeyler söylüyor. Türk’üz diyoruz, o da o zaman boş ver diyor, şakalaşıyor bizimle. Bisikletleri duvara dayayıp yanına varırken kahvedekilere de selam verip adlarımızı söylüyoruz ki TC’li olduğumuz bilinsin.
Bizi karşılayan beyin eski bir denizci ve adının da Hüseyin olduğunu tanışma sırasında öğreniyoruz. Dünyayı dolaşmış, çeşitli diller öğrenmiş hoşsohbet biri. Çaylar geliyor, kahvedekiler masamıza oturuyor, muhabbet başlıyor. Bu arada biz de yanımızdaki kahvaltılıklarımızdan kalanları, bir yumurta haşlamıştık sabah için, gemide garip kaçmasın diye yiyememiştik, onu da bunu da yiyoruz.
Yol tariflerine yan masadaki bir bey de katılıyor. Adımı duymuş olmalı ki, bana Mustafa diye hitap etmesi çok hoşuma gitti. Bu durumda bizim yolumuz Kocagöl–Akçaova–Şevketiye–Çakırca–Süleymanlı–Dura–Necipköy-Çalıca ve Kocapınar olacaktı. Gönen’e hiç girmeyecektik. Hem ne edelim büyük yerde, yolu da kalabalık, içi de. Biz köylerden gidelim, sakin sakin dedik.
Buradaki süremizi doldurup vedalaşarak çıkıyoruz tekrar yola. Hüseyin Bey bizden önce çıkmış bisisiyle. Gerçi anlatmadım, yakın zamanda bir mide ameliyatı geçirmiş, şimdi durumu çok iyiymiş. Öncesinde ciddi şikâyetleri varmış, yemek bile yiyemiyormuş. Bursa’da olmuş ameliyatını ve çok memnun bugünkü halinden. Biraz sigarayı azaltmak istiyor. Bence de azaltsın. Bu sigara da her derdin sebebi. Pençesine düştünüz mü, haliniz harap.
Göl kenarından giden yolumuz dümdüz ilerliyor. Kocagöl’ü geçip Akçaova ve Şevketiye’deyiz. Etrafta tarlalar sürülmüş, mahsuller toplanmış. Kimi yerlerde “anız yakmak yasaktır” uyarılarına rastladık ama, gene de uzaklarda tüten dumanlar burada da buna pek uyulmadığını gösteriyor. Bir üzücü durumsa naylon torbalar. Her yerde! Tarlaları kaplamış, dallara takılmış. Bu çevre düşmanı atıklardan ne zaman kurtulacağız?
Çakırca’dan geçerken bir şehitlik abidesi çıkıyor karşımıza. Bu köy 42 evladını Çanakkale Savaşı’na şehit vermiş. Uğruna dikilen abidenin önünde Gölyaka’da rastladığımız tansiyon aletlerini pazarlayan 3 girişimciyi görüyoruz. Bu bölgenin yollarını bildiklerinden bir yol tarifi de onlardan alıp, bir iki kare foto çekip devam ediyoruz pedallamaya.
Yollar bazen delik deşik olsa da genelde sorunsuz, rampasız düz bir yol. Yol boyunca sizi hayrete düşüren; açık kabin kamyon, seyyar benzin istasyonu... Sevindiren; okul bahçesinden el sallayan öğrenciler, duvarlardaki asker edebiyatı, bisikletler, hayvan çiftlikleri ve bir yığın daha çok şeyle oyalanarak devam ettik.
Süleymanlı’yı geçip Dura’da mataralarımızı doldurmak için mola verdik. Yanımıza gelen 2 köylü bizi turist sanmış. Çünkü daha önce bize benzeyen Hollandalı bir çift geçmiş bisikletlerle buradan. Ama zor anlaşabilmişler onlarla. Ehh bakın biz ne güzel Türkçe konuşuyor, anlaşabiliyoruz diye bir espri döndürüyoruz. Bu durum karşısında çay daveti alıp kahvede yanlarında yerimizi aldık. Teker teker tanışıp, havadan sudan konuşup, bu köyün 500 senelik geçmişinin olduğunu ve “manav” olduklarını öğreniyoruz.
Merak edenler için: İzmit sancağının yerli ahalisi, eski Türk boy ve oymaklarına mensup Türk göçebeleri zamanla göçebeliği terk edip iskan edilince manav adı verilmiştir.
Geride bıraktığımız köylerden Gölyaka Pomak, Kocagöl Kazak ve Çakırca yarı Çerkez’miş.
Kahvenin az uzağında duran eski aslan heykelini köyün sembolü yapmışlar ve bir kaideye yerleştirmişler. Gözden kaçması imkansız. Nereden buldunuz falan diye sorduğumuzda sadece çok eski diyebildiler. Kim bilir buralarda kimler yaşamıştı vakti zamanında?!
Bir ara müthiş incirler ikram ediliyor. Tam kıvamında olgunlaşmış. Gördüğünüz üzere afiyetle ifadesini alıyorum : ))
Az sonra tansiyoncular da çıka geliyor. Biraz onlarla da şakalaşıyoruz: “kurtulamayacak mıyız sizlerden?” : )) 3 ahbap çavuş. Bandırmalılar; İbrahim, Vedat ve arkadaşı. İbrahim’in kardeşi de İstanbul Hasanpaşa’da medikal aletler pazarlıyormuş.
Ehh artık ayrılma vakti. Bir hatıra resmi alıp yola koyuluyoruz yine.
Dura’dan sonra yol delik deşik oluyor. Bir de yokuş aşağı. Biraz akrobasiyle geçmeye çalışıyoruz burasını. Delikleri hedefleyerek slalomdayız. Firuzan önde, ben takipteyim. Birden takkk diye sessizliği bölen bir gürültü! Arkama baktığımda mataramın düştüğünü görüyorum. Geziye çıkmadan önce yedek su için aldığımız güzelim kırmızı mataram yamuk yumuk olmuş, üzerindeki emaye sıyrılmış yerde yatıyordu. Off çok üzüldüm ve kızdım kendime. Niye kontrol etmedim diye. Bu sebeple şunu öğrendim ki bisikletinle ilgili her şeyi kendin yapacan! - sorumluluğu alacan! Çünkü ne olacaksa sana oluyor. Kimseye de kabahat bulma! Anadın mı?
Olaya biraz canım sıkılmış pedallıyorum. Necipköy’de bize 3 - 4 çocuk takılıyor. Biri bisikletli, diğerleri yaya. Meraklılar, nereden geliyoruz, kaç vites, ne kadar para, yarıştın mı, patinaj atabiliyor musun vs. vs. Hepsine teker teker cevap veriyor ve artık topraklaşan yolda rampayı çıkmaya çalışıyorum. Bir yer çok dik, karşıdan da traktör geliyor, mecburen iniyor ve itiyorum. Sonra gene binmeye müsait olduğunda, devam tırmanmaya. Çocuklar da bizim yanımızda koşuyorlar. Onlar da tepeye gitmek istiyorlarmış. Birazdan birisinin abisi eşekle katılıyor bize ve hep beraber, biz pedalla, onlar ayaklarla, biri de 4 ayakla, ilerliyoruz. Yol artık tırmanış ve sözü edilen bozuk yol bu olmalı. Ağır ağır çıkıyoruz. Sonunda çocuklar bizi terk ediyor ve kendimizle kalıyoruz. Solumuzda birazdan Manyas barajı görünüyor. Kocaman bir alan suyla kaplı. Yeşillerin içinde mavilik çok güzel görünüyor. Ama yol bitmiyor, çık, çık, çık...
Lafı uzatmayayım, bu çıkış 10 km sürdü. Sonunda Çalıca köyü karşımıza çıkıyor. Yani bittik mi bittik. Ter içindeyim. Köye girmeden bir çeşme var. Duralım da biraz serinleyelim, biraz da yanımızdaki pestilden yiyerek enerji alalım istiyorum. Ama çeşme tısss ediyor, suyu kalmamış. Bu durumda mataradakiyle idare etmek zorundayız. Şöyle biraz nefeslenelim diye oturuyorum çeşmenin taşına. Firuzan da etrafı geziyor. Bir köylü kadınıyla sohbette. Kadıncağız dertli, oturdukları evi gelininin ailesine kaptırmışlar. Ne olduysa bir hak meselesi başlamış aralarında, sonra mahkemeye intikal edince karşı taraf şahitler getirmiş ve evi ellerinden almışlar. Şimdi arkadaki damı eve dönüştürüp zor günleri geride kalmış ama yüreği halen buruk.
Çok da rehavete girmeyelim, çünkü tırmanış halen bitmemiş (bunu öğrendiğimizde yandık diyorum). Köye girmeden çevresinden dolanan yol üzerinden Kocapınar’a devam ediyoruz. Bir 3 km daha çıkıyoruz ki burası daha çetin bir yokuş. %5 ile 10 arası tırmanılan önceki bölümde yol burada zaman zaman 14’ü buluyordu. Toprak olması sebebiyle taşların ve kumun üzerinden gitmek sürüşü zorlaştırdığından oflaya poflaya, arada bir güç toplayıp pedallara kuvvetli abanarak sonunda düzlüğe çıktık. Yani hiç bitmeyecek sandım.
541 m’deydik. 62 m’den başlamıştık tırmanmaya. Hani her çıkışın bir inişi olduğunu bilmek tek teselliğimizdi.
Karşımızdan traktörler, sürüler, çobanlar geçti, hepsiyle selamlaştık, yolumuzu anlattık, hatta nereye diye soranlara bazen espri yapıp akraba ziyaretine gittiğimizi söyledik.
Buraya kadar gelmek için her kavşaktan sola sapacaksınız, sağ Gönen’e gidiyordu çünkü. Ha aklıma geldi, yoldaki çocuklar rampaya yama diyorlardı. Değişik ve ilk işittiğim bir laf. Bilmem duyan var mı?
Bundan sonrası inişti ve uçuyorduk. Etraf tam seyirlik. Tepeler, vadiler ayağımızın altında. Ara sıra çalıların, ağaçların arasından baraj gölü bize gülüyor. Bunca zahmetle çıktığımız tepeden bu kadar çabuk inmek de haksızlık. Keşke daha uzun sürse şu inişler. Böyle de orantısızlık olmaz ki : ))
Yokuşun sonundaki “Pınar Köyü’ne Hoş Geldiniz” levhasıyla artık vardığımızı anlıyoruz. 379 m’ye inmiş, koca bir dağı aşmıştık. Yol boyunca hep söylendi: Buradaki suyu mutlaka için. Meydanda 2 dev çınar ağacının altındaki kaynaktan çıkıyormuş. Merakla giriyoruz köye ve meydanına geliyoruz. Gerçekten ağaçlar göz kamaştırıcı, meydanı adeta örtmüşler. Yandaki kahvede oturanlarla selamlaşıp çeşmeye yöneliyoruz. Dev ağaçların altındaki oda büyüklüğünde bir kaynaktan su çıkıyor. Tadı, şeker mi desem bal mı desem, öyle güzel ki. Kana kana içiyoruz. Tüm yorgunluğumuzu birden alıveriyor. Hayretler içinde etrafı seyrederken bizimle iletişime geçen bir beyle yokuşun dikliğinden, buradaki suyun güzelliğinden başlıyor konuşmamız, sonraki saatlerde yapacağımız gece yürüyüşünün sonuna kadar sürüyor.
Nerede kalacağız durumlarına bir çözüm bulmak için önce okulun bahçesi öneriliyor. Ama sonra vazgeçilip yapılmakta olan düğün salonunun çevresinde bir yer gösteriliyor. Orasını ve traktörün yanındaki yeri biz beğenmiyoruz ve sonuçta muhtarlığın bahçesi, hatta boş duran bir odası teklif ediliyor. Anahtarların da gelmesiyle biz odaya yerleşiyoruz. Yerlere kilimler serilip üzerlerine de matlarımızı atınca yatağımız hazır oluyor. Kaldı yemek işi, bakkaldan bulduğumuz ekmek, zeytin ve helvayı alarak meydandaki kahvede bizi bekleyen Ersan Bey’e gidiyoruz. Ne görelim; bize biberler kızartmış hanımı, domates, köy ekmeği ve peynir getirmiş. Ama yani bundan daha iyi ne olabilirdi? Bir yandan yiyerek, bir yandan abisiyle de tanışarak çaylar eşliğinde, sohbete katılan diğer köylülerle gecemiz sürüyor. Buranın suyunun çok meşhur olduğunu, bir kaç kaynaklarının bulunduğunu, kışın karlı, ama baharda çok güzel olduğunu, hayır’cı olduklarından yollarının yapılmadığını ve daha pek çok şeyi öğreniyoruz.
Ersan Bey, yakın zamanda bir felç geçirmiş, yeni yeni düzelmekte. O nedenle bir bastonu var. Bizi bir gece turuna davet ediyor ve dolunay eşliğinde parke taşlı sokakları dolaşıyor, sohbeti koyulaştırıyoruz. İneklerin doğumundan, yarınki köy düğününden, gelinin Hataylı olmasından, oğlunun teknik lisedeki başarısından ve sonrasında hedeflediği üniversiteden, çok şeyden konuşarak köy içinde turluyoruz. Ama artık uykumuz da geldiğinden kahvede bir ıhlamur içerek yanından ayrılıp odamıza gidiyoruz. Duvar dibindeki çeşmede dişlerimizi fırçalayıp tulumlarımıza giriyor, uykuya çekiliyoruz.
Bandırma - Kocapınar
Uzaklık: 74,12 km
Süre: 6 h 9’
Ortalama hız: 12,00 km/h
Rakım: 0 – 548 m
Hava sıcaklığı: 20 – 32 °C
24 Eylül 2010, Cumartesi / Kocapınar - Akbaş
Sabah erken kalkıyorum, 7’ye doğru. Firuzan daha uyumakta. İlk iş ihtiyaç gidermesi ve sonra biraz yakın çevreden bazı fotolar çekiyorum, sisler içinde her yer. Gizemli bir duygu. Çok hoş resimler çıkıyor. Köy daha uyanmamış, tek tük kişiler dolaşıyor. Ne de olsa hafta sonu.
Bir kahvede 2 - 3 kişi oturmuş çay içiyorlar, selamlaşıyoruz. Daha sonra odaya tekrar dönüyor ve Firuzan’ın da uyandığını görüyorum. Şimdi hazırlanma sırası onda. Ben de bilgisayara dünün özetini aktarıyorum. Epey de yazacak şey varmış, 1 saatten fazla vaktimi alıyor. Bu arada Firuzan da çevreyi dolaşıyor. Neler gördün anlat bize.
“Köy meydanında görmüştüm süt toplama merkezini. Sağdığı sütü çek çeke yerleştirmiş, yanında küçük bir oğlan çocuğu. Sabahın ilk ışıkları üzerlerine vuruyor: Muhtemelen ana-oğul, bu ikili. “Anne, bu sabah ben geleyim mi seninle?” demiştir çocuk belki, belki merak etmiştir, düğün hazırlıklarına başlanmış mı? Ot bitmiş topraktan. İnek kendine katmış otu, sapı, samanı. Sonra? Sonra, dönüşüveriyor işte böyle ot, saman süte. Süt uyuyunca da kim bilir hangi peynire dönüşecek? (“Süt Uyuyunca”, Artun Ünsal’ın Türkiye peynirlerini anlattığı kitabın ismi. Bu iki sözcüğün, dingin, güzel bir birlikteliği. Yazıda kullanma fırsatı bulduğum için mutluyum.)”
Kocapınar Köyü tarihi üzerinde tam olarak bir araştırma yapılmamakla birlikte köy okulunda yer alan tarihçesine göre tahmini kuruluşu M.S. 4 yy’la dayandığı belirtilmektedir. Ayrıca Akterlerin evi olarak anılan mevkide yol açma çalışmaları sırasında bir mezar içinde cam ve toprak gözyaşı şişeleri bulunmuştur. Arkeologlarca incelenen toprak gözyaşı şişelerinin en az 2500 yıl önceye ait olduğu saptanmıştır. Bu buluntular Kocapınar suyu çevresinde 2500 yıl önce yerleşim olduğunu göstermektedir.
Köy merkezinde yer alan çınarların 1500 yıllık oldukları, 1989 tarihinde köye gelen Kültür Bakanlığı yetkilileri tarafından belirtilmiştir.
Köy halkının Ortaca Mevkii olarak adlandırdığı, köyün güneyindeki düz arazi üzerinde de yerleşim yerleri olduğu; bu yerleşim yerinin çok geniş bir alana yayıldığı tarlaların sürülmesi sırasında çıkan kiremit ve şekilli taşlardan anlaşılmaktadır.
Şu anda ikamet eden köy halkının tamamı 93 Harbi olarak da bilinen Rus Savaşı’ndan sonra yerleşmeye başlamışlardır. İlk yerleşimciler Balkanlar’da Rus ordusu işgalinde kalmayıp kaçak şekilde Anadolu içlerine gelen Pomaklar’dır. Bunların bir bölümü Koyuneri Köyü’ne yerleşirken, daha az sayıdaki aile de Kocapınar’a gelir.
O tarihte Kocapınar’da Rum ve Bulgarlar yaşamaktadır. Köy hane sayısının 400 üzerinde olduğu belirtilmektedir. Köyün kilisesi, okulu, çarşısı, demircileri, sarrafları, papazı, sabancısı, şaraphaneleri, çamaşırhanesi, mandırası vb vardır. Köy etrafı bahçelikler ve bağlıklarla çevrilidir. Özellikle meyve çeşitliliği şaraplık üzüm, badem, ceviz ağırlıklıdır.
Daha sonraki yıllarda Balkan Savaşları’nın patlak vermesi, burada yaşayan halkları tedirgin etmiştir. Tıpkı, balkanlarda tedirgin olup Anadolu’ya kaçan Müslümanlar gibi yavaş yavaş burayı terk etmeye başlamışlardır. Balkanlardan gelen Pomak, Arnavut, Boşnak Müslümanları da önceden gelen diğerlerinin çağrısı ile köye gelmişlerdir. Böylece Rum ve Bulgar nüfusu azalırken, yerleri Pomak ve diğer Balkan halklarından olan nüfus ile doldurulmuştur.
Ardından 1. Dünya savaşının çıkması tüm erkeklerin savaşa çağrılmasına neden olmuştur. Köy erkekleri seferberliğe 300 atlı olarak katıldığı söylenmektedir. Savaşa çağrının öncülüğünü de o zamanlar Ilıca Mektebi’nde öğretmenlik yapan Niyazi Efendi yapmıştır. Gidenlerden çok azı geri dönmüştür.
Yine kurtuluş savaşı yıllarında Kocapınarlılar’ın kuvayı milliyeye yardım ettiğini görürüz. Gönen’de sıkıştırılan kuvayı milliyeciler dağlara doğru çekilir. Arkalarında hem Aznavur’un askerleri hem de Yunanlar vardır. Bu haberi alan Kocapınar köylüsü silahlanıp kuvayı milliyecilerin yardımına yetişir.
En son 1924 Mübadelesi sonrasında buradaki tüm Rum ve Bulgar aileler, Bulgaristan’dan gelen Pomaklar'la yer değiştirmiştir.
Sonraki yıllarda buradaki üretim biçimi tamamen değişmiştir. Önceden bağcılık, şarapçılık, hayvancılık ve tarım araçları üzerine olan üretim ilişkileri, şimdiki yerleşimcilerin gelmesi ile daha çok hayvancılık ve tarım olarak şekillenmiştir. Sadece mısır ve tahıllara ağırlık vermiş, bağcılığı ise tamamen köreltmişlerdir. Hatta bağların bir bölümünü kesmişler veya yakmışlardır.
İlk mektep 1926 yılında açılmıştır. İlk yıllarda eski yazı ile ders verilmiş daha sonra harf devrimi ile yeni yazıya geçilmiştir.
Daha fazlası için: Kocapınar Köyü Tarihi
Toparlanıp Kocapınar’dan ayrılmak saat 10’u buluyor. Muhtara ve bizi getiren orman bekçisine teşekkür ederek köyden çıkıyoruz.
Hava güzel, köyün çıkışı toprak yol olarak devam ediyor. Biraz düz ama daha çok inişlerle pedallıyoruz. 372 m’den inmekteyiz. Karşımızdan atlılar geliyor, film gibi bir sahne. Teker teker selamlaşıyoruz.
İlk köyümüz Koyuneri. Çay için duralım burada. İki kahveden soldakini seçiyor Firuzan. Önüne bisikletleri park ederken masada oturanlardan davetler alıyoruz çaya. Hemen tanışarak yolumuzu-gezimizi anlatırken samimiyet de kuruluveriyor.
Burası Yörük köyüymüş. Karşımızda oturan Hasan Bey Selanikli. Diğerleri Yörük ve Pomak. Kahvaltılıklarımızı çıkarıp karnımızı doyururken laf lafı açıyor ve bir şekilde peynire geliyor. Var mı burada, bulunur mu derken girişte solda gördüğümüz yer mandıraymış meğer. Biz geri dönmeye üşenirken, Hasan Bey’in teklifiyle çaycının arabasına bindiğimiz gibi Tokgül mandırasından taze beyaz peynirden iki kalıp alıveriyor Hasan Bey bize. Kocapınar’dan verilen leziz köy ekmeğiyle, kahvede, çay eşliğinde, bu peynirin tadına bakıyoruz.
Ama artık tekrar yolla koyulmamız gerekiyor. Balya’ya gitmek için köyün iki ucundan da ana yola çıkılırmış. Biri toprakmış, diğerinden gidin diyorlar. Ama sonra sola dönün! Herhalde bu kısmını tam anlayamamışım ki, sonradan oluşan yanlışlığın sebebi oluyor. Köyden çıkan yol bir sol çizerek ve hafifçe inerek asfalta bağlanıyor. Solumuza bakıyoruz, yol bir yokuş, sağımızdaki ise iniş. Nedense Balya iniştir diye sağa sapıyoruz. 3 km kadar indikten sonra, Orhanlar tabelası ve Gönen yönünü gösteren levhayı gördüğümüzde yanlış geldiğimiz çakılıyor kafamıza. Şimdi aynı yolu geri dönmek - pek de içimizden geçmiyor doğrusu. Motorla gelen vatandaşlara yön soruyoruz. Yolu uzatalım, Değirmendere - Mancılık üzerinden gidelim. Aman etmeyin eylemeyin, kaybolursunuz deniliyor. Hoppala, niye kayboluruz, sora sora gideriz, olmaz mı? Ama yolun toprak olması bizi caydırıyor. Epey toprakta pedalladık, artık rahat rahat asfalttan gidelim arzusu ağır basıyor. Otomobildekiler de aynı tavsiyede bulununca geri dönmek ve doğru yola girmek için tornistan ediyoruz. Neyse ki fazla uzaklaşmamışız. Birazdan ana yolda tırmanmaya başlıyoruz. Fazla dik değil ama gene de hoş bir çıkış. Düzlüğe varıp devam ederken böğürtlenler çıkıyor karşımıza. Tatmadan geçemedik. Bazıları sıcaktan kavrulup kararmış bile.
Yol bizi Danişment’e getiriyor. Koyuneri’nden (148 m rakım) sonra 20 m alçalıp, 150 m kadar çıktık. Şimdi 275 m’lerdeyiz.
Meydanda şöyle biraz etrafımıza bakınırken, eşya yüklü kamyonun yanındaki hanımla küçük bir sohbete giriyoruz. Yolda bizi geçen kamyon üzerindeki bisikletten dolayı dikkatimizi çekmişti zaten. Gönen’den Havra’ya taşınıyorlarmış. Kamyonları önden çıkmış ve tesadüf, burada rastlaşmışlar. Yanlarında çocukları, bir kız bir oğlan. Bize ilerideki bir su pınarını tavsiye ediyorlar. Onlar mutlaka orada durup sularını alırlarmış.
Köy meydanında bisiklete binen bir kız hemen gözümüze takılıyor. Tabii yanına gidip iki laf etmeden olmaz. Biraz ürkek ama, birkaç kelime konuşabiliyoruz ancak. Bisikletli bir kız, çok sık rastlanan bir resim değil. Böyle şeyler görmek hoş oluyor. Genelde erkekler sahnede.
Bir diğer husus da iki gündür bu bölgede gördüğümüz kadınların üstlerine giydikleri siyah pardösümsü giysiler. Hepsinde aynısı, altlarında şalvarları. Soruyorum, yöresel kadınların böyle giyindiklerini öğreniyoruz.
Yola devam, bas pedallara. Her yer çok keyifli. Yeşillik içinden sürüyoruz bisikletleri. Bir 20 m daha yükselip 302 m’den sonra Kadıköy’e doğru inişe geçeceğiz.
Kocaman çınar ağaçları altındaki çeşme nihayet çıktı karşımıza. Tabii bizim gelmemiz uzun sürdü, Gönenliler gitmişler.
Bisikletleri ağaca dayayıp sularımızı tazeledik. Dikkat çekici bir ağır vasıta trafiği var ama bu yolda. Yani bazen gümbür gümbür geçiyorlar. Ürpertici bir ses.
Su takviyesi sonrası yola devam. Az sonra Kadıköy’e geldik. Güzel bir yere benziyor. İçinden koca bir çay akıyor. Kenarında mesire yerleri. Tam kamp yapılmaya uygun. Ama biz daha devam edelim... ve Balya’ya doğru ilerliyoruz. Artık çıkıyoruz. 130 m’den başlayıp 230 m’lere.
Balya girişinde, levhasını gördüğümüz yerde, solunuzda çamların içinde, boş duran ama çok dikkat çekici, hoş bir yapıyla karşılaşıyorsunuz. Sonra ilçede buranın Etibank’ın eski evleri ve vakti zamanında pek çok olduklarını öğreniyoruz. Bugün ise kültür evi olmasını istiyor Balyalılar. Maden açısından zengin bir bölge. Bir zamanlar Fransız şirketleri çıkartıyormuş, sonra Etibank, bugünse Eczacıbaşı.
Balya’ya bir rampayla giriliyor, sanayi atölyelerinin kenarından. Sonra bir meydan ve belediye binası çıktı karşımıza. Bir mola ve sulu yemek iyi gelir.
Yolda motoruyla giderken bizimle ilgilenen vatandaşın tavsiyesi üzerine, sağdaki Meydan Aile Lokantası’na soruyoruz: Neyiniz var? “Etsiz kuru ve pilav”. “Harika, bir de çoban yapar mısınız yanına?” Kendimizi sofrada buluyoruz.
Ve lokanta sahibesi Hafize Hanım ile sohbetteyiz. Kendisi aynı zamanda CHP kadın kolları başkanı. Girişte gördüğümüz Kadın Emeğini Değerlendirme Derneği’nin detaylı bilgisini alıyoruz. Kadınların ekonomiye katılmaları ve erkekten bağımsız hareket edebilmelerine çok sevindik. Hafize Hanım, bu bir şey değil, “Bizim, ilerideki köyde bir kadın muhtarımız var, Amerika’dan gelip köyün eski ilkokulunu etnografya müzesi yaptı” diyor. Bu bilgi dikkatimizi çekiyor. Hangi köy? --Akbaş. Kaç km? -15. Birbirimize bakıp “Gideriz, daha 2 saatimiz var” diyerek Balya’dan ayrılıyoruz.
Karnımızı fazla doldurmuşuz: pilav, salata ve birer kuru. Üzerine bir de Kemalpaşa tatlısını paylaştık. Çaylarla birlikte 12 lira. Her biri 2 liraymış. Bu mideyle rampayı çıkmak biraz zor geldi. Öğretmen evinin önünden geçerken acaba kalsak mı diye düşünüyoruz ama Akbaş’a gitmek daha önemli geliyor. Anlatılanlar aklımızı çeldi.
Balya’nın tarihi; Balya Merkezi ve çevresindeki madenlerin tarihi olmuştur. Tarihin ilk dönemlerinden bu yana, çinko ve kurşun olmak üzere, manganez ve linyit madenlerinin işletildiği, bu nedenle Balya’nın sürekli bir yerleşim yeri olarak kullanıldığı bilinmektedir.
Balya, 1317 yılından önce “Kocagümüş Köyü” adıyla anılmakta ve Balıkesir (Karesi) Sancağına bağlı “Alidemirci Bucağı”nın bir köyü idi. 1310 yılında Kocagümüş Köyü çevresindeki kurşun madenlerinin imtiyazı alınmıştır. Madenlerin işletilmesi için yurdun çeşitli yerlerinden gelen işçilerin nüfus yoğunluğunu ve hane sayısını arttırması üzerine, Alidemirci Köyü’nde bulunan Bucak Teşkilatı’nın nakli gerçekleştirilmiştir. Kocagümüş adı, kurşun madenlerinin ambalajlanmasından esinlenerek Balya’ya dönüşmüştür.
Balya madenlerinin işletilmesi Osmanlı İmparatorluğu zamanında da sürdürülmüş ve Osmanlılar döneminde Kadılık olan Balya’nın adının, 1650 yıllarında burada Kadılık yapan “Balı Bey”den geldiği de ileri sürülmektedir.
Romalılar döneminde de kurşun madenlerinin işletildiği ve adının “Kristiyan” olduğu bilinen Balya, 1910 yılında ilçe kuruluşuna sahip olmuştur.
İlçe; 1920 yılında Yunan işgaline uğramıştır. Balya halkı, Yunan işgalinden kurtulmak için Yunan askerleri yanında, kuzeyde Anzavur Ahmet Çetesi, batıda Gavur İmamla savaşmak zorunda kalmıştır.
İlçe, 6 Eylül 1922 tarihinde düşman işgalinden kurtarılmıştır. Bu bakımdan 6 Eylül Kurtuluş günü olarak her yıl kutlanmaktadır.
Son yıllardaki nüfusu azalmıştır. Eskiden nüfusu 36.000 iken sanayi azalmasına uğramıştır. Maden başta olmak üzere seramik fabrikaları gibi sanayiler kapanmıştır. Bunun sebebi sonucunda da birçok Balyalı ilçeyi terk etmiştir. Fakat ilerleyen yıllarda maden ve fabrika kurma planları sürmektedir.
Dağlık bir alanda kurulan Balya sakin bir ilçedir. Yaklaşık yüksekliği 150 metredir. 23 km ilerisindeki şifalı suları büyük ilgi görmektedir. Tereyağı ile ünlüdür. Fransızların eseri olan 100 yıllık maden ve yakınındaki hastane gibi o döneme ait mimari eserlere sahiptir.
Daha fazla bilgi isteyen: Balya
5 km sonra Çakallar’dan geçip devam ediyoruz sürmeye. Balya’dan sonra 120 m daha yükselmiş, Çakallar’a doğru az inmiştik. Artık biraz sıkılma durumları. Yani Akbaş gelse artık! Solumuzda traktör yükleyen bir kaç kişiye soruyoruz: Akbaş kaç kilometre? Biri 2,5 diğeri 5 diyor. Sonunda toplamı çıkıyor.
Yol pek geniş değil. Evsafı idare eder. Çıkışlar da var, inişler de. Arada arkamızdan düt dütleyen arabalar. Bu şekilde daha da yükselerek 395 m’yi görüp hafif inmeye başladık.
Velhasıl nihayet “Akbaş’a Hoş Geldiniz” levhası önümüze çıktı. Girişte bir sağlık ocağı, sonra cami meydanı ve kahve geliyor. “Ağır vasıtalar buraya park etmeyin” uyarısı dikkat çekici. Biz de ağır vasıtalarımızı, köylülerle espri yaparak kahvenin duvarına dayıyoruz. Kurallarına uyuyoruz : ))
Kahvede boş bir masaya yerleştik. Hoş geldin, beş gittin. Kendimizi, gezi sebebimizi anlatarak çaylarımızı yudumluyoruz. Kocapınar’ın suyunu överken masamıza bir sürahi su konuluyor. “Bir de bunun tadına bakın”. Off buranın suyu da nefis. Sonra bir torba ceviz geliyor, bu köyün. İnce kabuklu, avucunun içinde kolayca kırabiliyorsun. Acıkmışız, çok da lezzetli. Torbanın yarısını oracıkta boşalttık bile.
Laf lafı açıyor ve kalacak yer olarak bize eski muhtarın müzeye dönüştürdüğü okulun bahçesi öneriliyor. Harika, hemen bir bakalım sonra geliriz diye ayrılıyoruz. Giderken de kahvede bilgisayarı şarja bırakıyoruz. Elektrik buldun mu hemen aletleri şarj etmek iyi oluyor. Aslında bir güneş enerjili şarj aleti edinmek lazım.
Okul, köy çıkışında. Bahçesinde, sezonda gözleme satıyorlar, halen duyurular asılı. Yemek yenilen gözlerin/bölümlerin banklarında şilteler var. Çadır bile kurmamıza gerek yok. Su da var. Tam yerleşmeye hazırlanırken mobiletle gelen bir bey, bize burada rahat etmezsek evinin üstünde boş bir dairenin olduğunu söyledi. Başka bir ifadeyle evine davet ediyordu. Firuzan’la birbirimize baktık, neden olmasın? Karşı çıkmanın gereği yoktu. Nazik davetini geri çevirerek, kendisini de kırmak istemedik açıkçası. Hem de duş alırız diye daha yayılmadan bisikletlerimizle mobileti takibe başladık.
Bahçe içinde bir eve giriyoruz. Bisileri garajda bırakıp çantalarımızla üstteki dayalı döşeli daire çıkıyoruz. Yanda da eski muhtarın evi, komşular. Kemal Bey bizi hemen tanıştırmaya götürüyor. Çok sıcak bir karşılamayla, Gülay Hanım banyo sonramızda kahveye davet ediyor.
Kemal Bey şofbeni yakıp namaz için ayrılıyor evden. Sıcak su gibisi yok. Öyle iyi geldi ki. Yolun tüm yorgunluğunu alıverdi.
Pirüpak olup bahçeye indiğimizde bir çay sofrası bizi beklemekte. Her şey bahçeden, afiyetle karnımızı doyurup hep beraber Gülay Hanım’a gidiyoruz. Kahve eşliğindeki sohbetimizde Akbaş’da yapılan özverili çalışmalarını, önlerine çıkan engelleri, teşvikleri, zorlukları, hepsinin öyküsünü Gülay Hanım’dan tek tek dinliyoruz. Karşısında hayran kalmamak elde değil. Amerika dönüşü eski köyüne gelip bu hizmetleri vermek herkese örnek olması gereken bir davranış. Bu gayretin sonucu eski köy ilkokulunun etnografya galerisine dönüştürülmesi, objelerin, belgelerin derlenmesi, anıların toplanması... Hepsi çok çaba gerektirmiş.
Konu internet sitesine geliyor, ben de bir blog oluşturmanın işe yarayacağını söylüyorum. Bilgisayarın başına geçip, birlikte Akbaş Köyü’nün adreslerini alıyoruz. Kabaca alt yapısını oluşturuyoruz.
Yorgunluk bizi artık dürtmeye başladığında, izin isteyerek yandaki evimize geçtik. Uykuya dalmamız çok sürmüyor. Derin uykumuzu sabaha karşı yağmurun sesi bölüyor. İpte çamaşırlarımız vardı, toplamamız gerek. Camdan baktığımda Kemal Bey’in çoktan eşyaları toplamış olduğunu görüyorum. Eliniz dert görmesin.
Tekrar uykuya dalıyorum.
Kocapınar - Akbaş
Uzaklık: 52,20 km
Süre: 4 h 25’
Ortalama hız: 11,8 km/h
Rakım: 117 – 396 m
Hava sıcaklığı: 24 – 36 °C
26 Eylül 2010, Pazar / Akbaş
Yatak rahat geliyor ve uyanmamız 8:40’ı buluyor. Halbuki erken kalkıp Gülay Hanım’la etnografya müzesinde fotograf çekecektik.
Hemen yüzümüzü yıkayıp Kemal Bey’in bahçede hazırladığı nefis kahvaltı sofrasına oturuyoruz. Domateslerin yanına doğranmış kelek, nefis gidiyor. İlk defa bu şekilde yemiş oldum. Biberler domatesle pişirilip ekmeğe sürülmek üzere hazırlanmış, sos gibi. Cevizler, üzümler, bal ve reçeller kapların içinde. Köy ekmeği ve yumurtalar. Yanında adaçayı. Aman yani. Biz evimizde bile böylesini hazırlayamıyoruz. Kemal Bey, nasıl söylesek, elinize gönlünüze sağlık olsun. Tıka basa doyuyoruz. Birazdan Gülay Hanım da aramıza katılıyor ve bir başka komşu da gelince çok güzel anıların tanığı oluyoruz. Herkes kendi yaşamından kesitler sunuyor. Hayat böyle işte. Dünyanın dört tarafından gelip bir masa etrafında buluşulan-paylaşılan zaman.
Gülay Hanım bizi köyde gezdiriyor. Eski sokaklar, evler, koca bir değirmen taşı... Kadınlar fırınları yakmış ekmek pişirme hazırlığındalar. Kocaman tepsilerde börekler, kabak tatlıları sıralarını beklemekte.
Bir değirmende mısır öğütülüyor. Ebru atölyesindeki mermer üzerine yapılan denemeleri ve başarılı sonuçları görüyoruz. Bu köyde herkes üretiyor. Ortak bilinç gelişmiş. Gülay Hanım herkesi hareketlendirmiş.
Sonra etnografya galerisine geliyor sıra. Eski bir ilkokul, hatta TC’nin ilk mekteplerinden olan bu binada 62 yıl eğitim yapılmış. 1991’de ise öğrenci yetersizliğinden kapatılmış. Her köşedeki saklı tarihi dinliyoruz. Büyük bir gayret ve çalışma örneğiyle karşı karşıyayız. İstenildiğinde her şey olabiliyor.
Buraya geldiğinizde mutlaka ziyaret etmelisiniz.
Tanıtım videosu ve haber için: Akbaş köyü , Viraneden Müzeye
İnternet sitesinde kullanılmak üzere detaylı fotolar çekiyorum. Daha sonra onları bilgisayara aktarıp hafif bir düzeltmeyle izlenir hale getireceğim.
Sonrasında köydeki başka evleri ziyarete gidiyoruz Gülay Hanım’la. İnsanlardaki bilinç karşısında hayranlığımı gizleyemiyorum. Sahip oldukları değerlerin farkındalar. Her şeyi muhafaza etmişler.
Köy turumuzu tamamlayıp kahve keyfinde misafirlerle tanışıp Gebe Böreği’nin tadına bakıyoruz. Yufka, otlar ve makarna var içinde. Bir de soğan. Tepsiyi bitirirdim, durdurmasaydım iştahımı : ))
Akşam kalmamız için davet almak çok hoş Gülay Hanım’dan. Bu arada konuştukça-paylaştıkça ortak dostlarımız da çıkıyor. Çok eski ve çok sevdiğim arkadaşım Zeyneb, ikimizin de tanıdığı. Resmiyet kalkıp Gülay Hanım, Gülay oluyor bizim için, artık senli benliyiz.
Kemal Bey Balıkesir’e gidecekti, eşi oradaydı. O nedenle eşyalarımızı toplayıp komşuya transfer oluyoruz.
Ben günün özetini ada çayı tadında yazarken Firuzan ve Gülay sohbetteler. Biraz kulak misafiri oluyorum. Din ve onun istismarı, insan psikolojisi... Konular derin.
Şu günler tam ceviz zamanı ve öylesine çok verildi ki bize, hacmi küçültmek için kabuklarından çıkarmak en doğrusu. Firuzan da boş durmuyor ve cevizleri kırıyor. Neredeyse yarıdan fazla eksiliyor hacimleri. Bunlar bizi için lezzetli bir yolluk olacak. Kim bilir hangi rampada enerjimizi arttıracak.
Akşam yemeği için salata hazırlığında hanımlar. Yanına öğlenki pilav ve bahçeden üzümler. Ve de keyifli bir sohbet. Ardından da demli birer çayla cilalayıp keyfine varıyoruz gecenin.
Daha sonra PC’de Gülay’la blog üzerinde çalışıp uykunun da bastırmasıyla üst kattaki mekanımıza çıkıyoruz.
Sabah erken çıkalım, 7 buçuk olsun. Çalar saati ayarlayıp yataklarımıza uzandık.
27 Eylül 2010, Pazartesi / Akbaş - Bergama
7 olmadan uyanıyor ve bisi giysilerimi giyiyorum. Tıraş falan derken Firuzan da kalkıyor ve sessizce hazırlanıp evden çıkıyoruz. Ev sahibesini uyandırmama gayretindeyiz.
Sevgili Gülay, harika dostluğun ve konukseverliğine tekrar teşekkür etmek isteriz.
Akşam yağmur iyi yağmış. Gök gürültüsü bir ara uyandırdı beni. Firuzan’ın yattığı odadan sesler geliyordu. Anlaşılan o da uyanmıştı. Sonra öğreniyorum ki çatıdan damlayan sulara çözüm aramış ve banyodaki havluları kullanmış. Ev tamamen ahşap geçme. Bazı yerlerden sızdırıyor demek ki!
7:45 gibi yeniden yollardayız. Köy kahvesinin önünden geçerken bize el sallıyorlar. Burada (Akbaş) 2 gün geçirdik. Hiç hesapta yoktu. Çok mutlu olduk. Herkese ayrı ayrı şükranlarımızı sunarız.
Havada güzel bir serinlik var. Gece yağan yağmurdan kalma. Yolumuz çam ormanlarının içinden geçmekte. Reçine kokusu burnumuzu yakıyor. Öylesine yoğun ki!
Çok geniş değil yol, asfalt iyi sayılır. Hafif çıkış ve sonrasında keyifli bir inişle devam ediyoruz pedallamaya. 346 m’den 193 m’ye indik. Düzlüğe geldiğimizde tarlalar kırmızı salçalık biberlerle dolu. Zaten iki gündür gecen kamyonların kasaları dopdoluydu bunlarla.
Evet, günlerdir dinlediğimiz Güngörmez köprüsünden geçip sağa Ivindir’e doğru sapıyoruz.
Yol burada kalabalıklaşıyor. Kenarlardaki tezgahlarda bahçelerden çıkan sebzeleri pazarlıyorlar. Birazdan gelen sapaktan sola sapıyor ve Ivindir’e giriyoruz. Küçük bir ilçe. Saat da 9’a gelmiş, gün tam başlamak üzere. Daha yeni ise gitmekte olanlarla karşılaşıyoruz. Sokaklar gece yağan yağmurdan halen ıslak. Bir küçük şehir turu atıyor ve Korucu / Bergama yönüne devam ediyoruz. Çıkıştaki bir okulun öğrencileri teneffüse çıkmışlar, bize hello çekiyorlar.
Rakım İvindi’den (279 m) beri yükselmekte ve devam edecek. Yol kıvrılarak bizi 5 km sonra Yağlılar köyüne getiriyor. Burada kahvaltımızı etmek üzere içeriye giriyoruz. Caminin bulunduğu meydana bakan kahvelerden birini seçip, daha doğrusu açık olanı seçip bisikletimizi duvara dayadıktan sonra, onlar daha sormadan hayat hikayemizi okuyup boş bir masaya yerleşiyoruz. Çaycı da zaten durumu çakıp hemen gazeteleri getirmiş ve soframız kurulmuş oluyor. Malumunuz kahvaltı sofrasının örtüsü gazete kağıdı. Hem okuyor hem yiyorsun. Bir taşla iki kuş : ))
Yanımızda bolca kahvaltılık var: peynir, zeytin, biber, üzüm falan. Hepsinden yiyoruz. Üzüm özellikle çok güzel yakışıyor kahvaltıya bu sabah. Çaylar 25 krş. halen köylerde.
Yarım saat süren kahvaltı sonrası Yağlılar’dan (318 m) ayrılıp Mallıca’ya çıkıp (415 m) Korucu’ya doğru indik (382 m). Yol boyunca ağaçlandırma çalışmalarına, duvar edebiyatının örneklerine bolca rastlıyoruz. Fazla trafiğin olmaması dar olan yolun durumunu rahatlatıyor. Kenarlarda banket yok, dikkat edilmeli.
Korucu, bir orman köyü, her yer kütük dolu. Kereste atölyeleri, marangozhaneler. İlçenin merkezine girmeden sola Bergama’ya doğru devam ediyoruz. Buraya gelirken dev saman yüklü kamyona tekrar çıkıyor karşımıza. O bizi, biz onu selamlıyoruz. Yol arkadaşı olduk. Böyle bazen aynı aracı defalarca görebiliyorsun. Hele yük taşıyorsa.
Ağaçlarla kaplı güzel bir yol boyunca irtifa kaybederek Büyükyenice’nin dışından geçip, Döşeme sapağından sonra yavaş yavaş yolumuz dikleşmeye başlıyor. Akbaş’ın kahvesinde bizi bu rampayla ilgili uyarmışlardı. Merak içinde neyle karşılaşacağımız bekleyerek çıkıyoruz ağır ağır, Duğla’ya kadar. Bitti sanırken, daha devam ediyor rampa. Bu şekilde turumuzun ikinci 600 m rakımına ulaşıyoruz. Tam tamına 604 metredeyiz, 14 km boyunca çıktık (Rakım değerlerinde, kullanılan ölçüm aletlerine bağlı küçük sapmalar olabilir).
Nefis bir manzara var tepe noktasında. Bir kaç foto çekip düzlükte devam ediyoruz sürmeye. Tadilat geçiren Menteşe Kaplıcaları’nın yakınından geçiyoruz. Tepemizde yağmur bulutları, bizi pas geçiyor. Rüzgar bize karşı estiğinden pedallamak da oldukça zorlaşıyor. Derken, yolu geçmeye çalışan bir kaplumbağa bizi durduruyor: Geçmeme yardımcı olur musunuz? demiyor tabii. Ama biz ezilmemesi için onu karşıya geçirip, yeşilliğe bırakıyoruz. İyi mi ettik, bilemiyorum? Umarım işine yaramıştır.
Bundan sonra irtifa kaybederek - hafif çıkışlar da olsa – İneşir’e doğru inmeye devam ediyor ve Dereköy’de az yükselip sonrasında gene iniyoruz 130 m’lere. Neticede 130 m yükseklikte uzunca bir süre pedal basıyoruz. Sert esen karşı rüzgar zaman zaman bezdirmekte.
Bu yol üzerinde olduğu söylenen bir kaplıcayı arıyor gözlerimiz, Paşa Ilıcası. Hatta uygunsa orada kalmak aklımızın bir köşesinde. Ne var ki bir türlü çıkmıyor ortaya.
Bir ara sıkıntıdan ölüyorum, yol çok uzadı ve halen Bergama gelmedi. Sabahtan beri 80 km’yi geçtik. Nerede bu Bergama? Hiç bir köy de gelmiyor ki duralım çay içelim. Tempodan düşüyor, gerilerde kalıyorum. Firuzan’ı sık sık beklemek zorunda bırakıyorum. Arada sinirlenip kuvvetlice asılıyorum gene pedallara ama bu kadar uzun da binilmemeli. 70 km bence tadında, biz çıktık 90’a. Yetti gari!
İyicene alçaldık (45 m), kocaman bir ovanın içinden geçmekteyiz. Yol ayırımında sağ Bergama diyor, umarım artık yakınızdır. Büyükçe bir pazarın kurulmuş olduğu bir alana geliyoruz. Kalabalık var, millet alış verişte. Çay, çay... Artık sinirlerim iyicene gergin. Aranırken, içerlerde bir yerde bulduğumuz seyyar çaycıya yerleşiyoruz. Üzümleri de çıkartıp çayla siliyoruz ortalıktan. Ohh, dünya varmış!
Çaylar 35 krş, haftaya tekrar bekleriz diyorlar (haftada bir kurulan bir pazarmış). Gülüşmeler ve bakkalın tarifini alıp devam ediyoruz merkeze doğru. Burası Bergama’nın mahallesiymiş. Soda içmek için girdiğimiz bakkal, bize çadır kuracağımız ve yemek yiyebileceğimiz yerlerin tariflerini veriyor: Karavan Kamping (merkezden 2 km sonra İzmir yolunda), Sarmaşık Lokantası (merkeze girişte kasabın yanında). Bu faydalı bilgilere teşekkür ediyor ve şehir trafiğinin içinden merkeze doğru devam ediyoruz.
Birazdan Bergama’nın kalabalığı karşımızda. Turistik dükkanlar, halıcılar, antikacılar, pansiyonlar ve turistler.
Sarmaşık Lokantası’nı bulmamız zor olmuyor ama önünde bisikletleri park edebilmek zor oluyor. Zor, zora karşı durumları. Çocuk ile adam bir türlü doğru dürüst yer göstermeyince, “Aman be, başka yer mi yok!” diyerek başka lokanta arıyoruz. Sonunda bir tarifle bulduğumuz Bergama Sofrası’nda karar kıldık. Çığırtma (bir nevi patlıcan, soğan, biber ve sarmısaklı bir yemek), pilav, yoğurt (koyunmuş) ve soğan+acı biber (ki gerçekten acıydılar) siparişlerimiz. Tamamı 11,5 lira tutuyor. Temiz bir yer, açık mekanı var... veee bisikletini rahatlıkla önüne çekebiliyorsun. Tavsiye olunur.
Kahve içmek, hem de tatlı bir şeyler yemek için kalkmaya hazırlanırken Firuzan da birisiyle sohbette. Lokantanın aşçısı Mustafa Bey, bisikletle ilgili övücü şeyler söylerken, Karavan Kamping’in hemen yanı başında, belediyeye ait “Güzellik Ilıcası” diye de bir yerin olduğunu ve belki de ücretsiz kalabileceğimizi öğreniyoruz. Helva yemek için en iyi adresin de Salebcioğlu olduğunu ekliyor. Tatlı ve samimi bir insan, güleryüzlü ve iyilik temsilcisi. Yanından ayrılıp önce helvacıya gidip hem susamlı (12-TL/kg) hem sade helvadan (9-TL/kg) alıyoruz. Kahve içebileceğimiz mekan ararken, Çukurhan diye, elden çıkmakta olan eski bir hanın içindeki çay ocağına yerleşiyoruz. Çaycıyla sohbet ederek neredeyse yıkılmakta olan üst katlarını gezdik. Arayıp da bulamadığımız, bize kaplıca olarak tarif edilen yerin (Paşaköy Ilıcası) Allianoi olduğunu, geride kaldığına üzülerek öğreniyoruz. Bileydik daha dikkatli bakınırdık. Aklımızda Allianoi’e uğramak vardı. Fakat yolda burayı tanıtan tek bir levha bile yoktu. Denildi ki, eylemcileri yanıltmak için sökülmüş. Herhalde kimse görmesin de, rahatça gömelim düşüncesindeler. Kendi gönüllerinden uzak olanı, bizim gözlerimizden de ırak tutuyorlar. Biz anladık.
Handan çıktıktan sonra, kampa gitmeden önce domates, biber gibi şeyler almak üzere manavların bulunduğu küçük bir meydandaki peynirciden lorlu turşu (acı biber turşusu katmışlar peynire), tuzsuz lor ve Bergama Tulumu alıyoruz. Yerimiz olsa, daha çok alacak şey vardı bu dükkanda.
Sonra domates - ama kilosu 2,5 olmuş bu arada, artık zamanı geçiyormuş - 2 liradan tarla hıyarı, acı ve tatlı biberler alarak kamp yolunu tutuyoruz. Bergama içinden geçerken etrafın güzelliği etkileyici. Bu ilçeyi çok beğeniyor Firuzan. Buna ben de katılıyorum. Daha fazla zaman geçirmek gerek ara sokaklarında.
Yoldaki kuruyemişçiden cevizli sucuk alarak, ki bunlar yolda enerji veren en güzel gıdalar bizim için, belediyenin bahçesine varıyoruz.
Allianoi'nin küçük bir termal merkezi olduğu sanılmaktadır. Sıcak sudan bu dönemden itibaren yararlanılıyordu. Helenistik Çağ'a ait sadece birkaç arkeolojik ve nümismatik eser ele geçmiş olmasına rağmen Allianoi merkez yerleşiminde Helenistik mimariye rastlanılmamıştır. Roma İmparatorluk Dönemi'nde (İ.S. II. yüzyıl) kült merkezinde, Anadolu'nun pek çok merkezinde ve Pergamon'daki Asklepeion’da olduğu gibi büyük bir bayındırlık faaliyeti yaşanmıştır. Kült merkezinde mevcut binaların büyük bir kısmı bu döneme aittir. Ilıcanın yanı sıra, köprüler, caddeler, sokaklar, insulalar, geçiş yapısı, propylon, ve nympheum bu dönemde planlanır…
|
Devamı: Allianoi , fazlası için Paşa Ilıcası
Güzellik Ilıcası; kocaman yeşil bir alan. Belediye belli ki bakıyor. Sağda solda insanlar mangal ve semaver durumundalar. İlk gördüğümüz garsona kalma imkanını soruyoruz. Bizi müdür Ömer Bey’e yönlendiriyor. Güleryüzlü bir müdür olan Ömer Bey bize kalabileceğimiz yerleri göstererek yardımcı oluyor. Kendisi de yüksek tahsilini İstanbul’da yapmış, Marmara Üniversitesi’nde, yıllar önce. Bu da bir yakınlaşmanın başlamasına sebep oluyor.
Bahçenin derinliklerinde kendimize bir yeşillik seçip çadırımızı kuruyor, eşyalarımızı havalanması için sandalyelerin üzerine koyarak pamukluları giyiyoruz. Malumunuz bisiklet giysilerinin tamamı sentetik, o nedenle bir süre sonra artık fazla geliyor ve pamukluları özlüyorsun. Onları giymek bir keyif oluyor.
Neyse sonunda bir semaver çayla bahçedeki masada, ben bilgisayarda günün özetini çıkartırken, Firuzan da bana aldığı notlardan bilgileri aktarıyor. Bu şekilde biraz zaman geçirdikten sonra, artık dinlenme vakti geldiğinden hafiften çadıra çekilmek üzere eşyalarımızı topluyoruz.
Yorgun olduğumuzdan uykuya çabucak dalıyoruz. Üç gibi tahmin ediyorum, Firuzan’ın beni dürtmesiyle uyandım. Dışarıda bir hışırtı vardı. Tam da duyamıyorduk. Çimlerin üzerinde bir şeyler yürüyor gibiydi. Yavaş yavaş bize doğru yaklaşan sesten, dışarda bir varlığın, bir şeyin çimi koparmakta- hatta yemekte olduğunu anladık. Biraz ürküten bir durum. Merakla ve de endişeyle şöyle kafasını çadırdan çıkartıp bakınca Firuzan, bir atın çimlerde gezindiğini ve otladığını görmesi rahatlattı ancak endişelendirdi de. Ağır ağır bizim çadıra doğru yaklaşıyordu. Bu bizi fark etmedi mi acaba, ya gelir de çadıra çıkarsa diye az panik olmadık. Ne ederiz diye düşünürken ellerimi şaklatınca çıkan sesten ürküp kaçtı. Daha sonra tekrar geldiyse de artık yöntemi biliyorduk: Elimizi çırpınca kaçıyordu.
Bahçe kapısı açık kalmış olmalı ki, bol yeşil çimler onu içeri çekmişti. Umarım ziyafetine engel olmadık.
Güzellik Ilıcası: Bergama’ya 4 km. uzaklıkta bulunan Güzellik Ilıcası, kubbeli ve iki mermer havuzlu bir kaplıcaya sahiptir. Bergama Kralı Eumenes döneminde kurulduğu belirtilen kaplıca Eskülap Banyoları adı ile yüzyıllarca ününü sürdürmüştür. Bugün ağaçlık bir alanda bulunan kaplıca bitişiğinde Bergama Belediyesi’ne ait bir otel ve bungalovlar bulunmaktadır. Kaplıca su sıcaklığı 35ºC dolayındadır. Sodyum bikarbonat ve sülfat bulunan kaplıca suyunun romatizma, nefralji kalp hastalıkları için iyi gelmektedir. Tarihte Kleopatra'nın da Bergama'yı ziyaretinde bu kaplıcada yıkanarak güzelleştiği rivayet edilir. Kaplıca suyunda 1,5 éman değerinde oldukça yüksek radyoaktivite bulunmaktadır.
Akbaş - Bergama
Uzaklık: 95,83 km
Süre: 7 h 28’
Ortalama hız: 12,8 km/h
Rakım: 30 – 599 m
Hava sıcaklığı: 18 – 33 °C
Garmin yol bilgileri için: Akbaş-Bergama
28 Eylül 2010, Salı / Bergama - Gaziemir
Sabah 7 de uyanıp yüz yıkama, tıraş olma gibi işleri bitirip eşyaları toplamak sonunda Güzellik Ilıcası’ndan ayrılma saatini 8:50 yaptı.
Toplanma sırasında yanımıza gelen güvenlik görevlisi, ki Malazgirtliymiş, bize 2 fincan 3’ü bir arada getirince biraz sohbet ettik. 86’da gelmiş Bergama’ya. 2 hafta önce de Allianoi’u protestoya gelen bisikletliler de burada kalmışlar. Ama ne eğlendiler diyordu. Bergama’da kiminle konuştuysak Allianoi’un örtülmesine karşıydı. Hal böyleyken hükümet niye gömmekte ısrar ediyor ki?
Çıkışta müdür Ömer Bey’le tekrar karşılaştık ve çok teşekkür ettik, bize kamp kurma olanağı sağladığı için. Sonra dümdüz pedallayarak ana yola bağlandık.
Sabah olmasına rağmen arabalar vızır vızır gidip geliyordu. 8 km sonra Çanakkale – İzmir ayrımına geldik. Buradan artık dümdüz İzmir’e varacaktık, yaklaşık 90 km yolumuz vardı.
Sağımızda pamuk tarlaları. Güneş halen yatık, gölgelerimiz pamuk kozalarının üzerinde uçuşuyor. Bir kaç gölge resmi çekiyorum. Sabah enerjisiyle asılıyoruz pedallara. Ama karşı rüzgar da hızımızı kesmeye hazır, üfleyip duruyor.
Bu şekilde 1,5 saat kadar pedallayıp Yenişakran köyünde, solda kamyonların yoğun olarak park ettiği kahveyi seçip kahvaltı için yanaştık. Bisikletleri uygun bir yere park ettikten sonra masamıza serilen gazete üzerine yiyeceklerimizi çıkartıyor, 2 çay ısmarlıyoruz. Kahvaltı sırasında yan masadaki Bekir Abi bana kendi bisikletindeki taşıyıcı ayağı gösteriyor. Uzunca bir demir çubuk monte etmiş bisikletine ve istediği acıya getirerek yük ne olursa olsun taşıtabiliyormuş. 250 kg bile taşıdı diyor. İyi çözüm bulmuş gerçekten. Sohbet yaş tahminine geliyor ve 39 doğumlu olduğunu öğreniyorum. Bisikletiyle Ayvalık’a bir günde gidip geliyormuş, 93 km. Günde hiç binmezse 35 km bindiğini ve sigara içmediğini söylüyordu. Maşallah doğrusu. Lastiklerden söz açılınca, birisi ona çift iç lastik gibi bir hikaye anlatmış. Herhalde içe takılan şeriti kast ediyordu. Derken, konuşmaya Karayolları’ndan emekli Aydın Bey katılıyor ve bize teferruatlı bir yol tarifi veriyor. Biz Muğla’ya Bafa gölünden gitmeyi düşünürken, yolu uzatmayın ve dikleştirmeyin diyor. Torbalı–Aydın–Yatağan üzerinden çok daha rahat olacağını söylüyor. Biz de bu eski karayolu personelinin tavsiyesine uyup yolumuzu değiştiriyor, bugün Gaziemir’e varmayı planlıyoruz.
Sularımızı doldurup bir de hatıra resmi çektikten sonra yeni dostlarımızdan ayrılıyoruz.
Gene asfalttayız. Yoldaki trafik hiç hafiflemiyor. Sürekli bir gürültü geçiyor yanınızdan. Aliağa yakınlarındaki yol çalışması nedeniyle tek şerite düşüyoruz. Bir miktar eski yoldan gitsek de sonra trafiğin içine girmek zorundayız. İş makineleri çalışıyor. Eski asfaltın kesitine bakınca katmanları görebiliyorduk. Kaç kere yenilenmiş?! Arkeolojik kazı gibi, üst üste.
Bu yoldan aklımda kalan çok rahatsız edici, çok gürültülü olduğu ve asla tavsiye edemeyeceğimdir. İzmir’e ulaşmanın başka yolu olmalı. Trafik sıkıştı, arabalar sanki tren vagonları gibi peş peşe gelip durdu. Bunun dışında yol üzerindeki çöpler içler acısı. Ülkemiz insani hiç mi hiç çevresini düşünmüyor. Her şeyini sokağa, caddeye, tarlaya boşaltmış. Üzülmekten ve kızmaktan başka yapabilecek bir şey olmaması daha da beter.
Yorgunluk belirtileri, selenin yapışması, bir mola, bir bardak çay diye bakınıp duruyoruz. Her nedense her şey karşı şeritte. Bizim tarafta 2 - 3 benzinci istasyonunda lokantalara rastlıyoruz ama aradığımız bu değil. Bir köy kahvesi, sıradan bir yer olsun. Sonunda Menemen Türkeli’nde, böyle bir yeri köşe başında bulunca, yerleşiyoruz masaya. 6 çay, 4 soda eşliğinde ekmek+peynir ve helvayla enerjimizi geri kazandık. Çaylar da sodalar da aynı fiyat: 50 krş.
Yeniden yollara dönüp, gene sinir bozucu araç sesiyle devam pedallamaya. Başka da yol bilmediğimizden mecburen bu şekilde oflaya puflaya ilerleyip İzmir’e giriyoruz. Artık tam bir kaosun içine düştük. Sağa sapan yolları geçmek-yarmak bir beceri istiyor. İzmirliler hızlı ve yakın sürmeyi seviyorlar. Sık sık arkalarından el sallıyorum. Anlayana! Yollarda da güvenlik şeridi düşünülmemiş. Çizgi sıfır noktasında bitiyor, üstelik de kenarlar cam kırıklarıyla dolu. Yani bir felaket şehri olmuş İzmir.
Aldığımız tarif üzerine ana yoldan hiç ayrılmayıp dümdüz Gaziemir’e varacakmışız. Biz de devamlı düz giderek, önce Yeşildere’de kayadaki Atatürk kabartmasının karşısındaki bir kahvede son molamızı verip, Karabağ’ları da geçtikten sonra nihayet Gaziemir’e ulaşıyoruz. Bittik ama! 114 km yol, üstelik gürültülü ve kalabalık bir trafik içinden sürmek bizi hayli yıprattı. Bu gece çadırda kalmayalım diyor Firuzan. Hemen onaylıyorum. Şöyle bir banyo iyi gelir. Neresi olsun, bir otel veya pansiyon. Otel 80 liraydı, pansiyonlar 40, 50 ve 70 TL. Ünaten Oteli’nde karar kıldık (konaklamaya bu kadar çok ödemek acı geldi doğrusu). Banyomuzu da aldıktan sonra karnımızı doyurmak için çarşıda dolanıp Defne Yemekevi’nde zevkimize uygun kereviz, yeşil fasulye, semizotu, pilav, yoğurt, azıcık turşu, biberli roka ve soğanla başlayıp dolma kadayıfla sonlandırıyoruz. Biraz abartmış mıyız? 19,5 lira tutuyor hepsi.
Daha sonra otele dönüyoruz, az TV ve uyku vaziyeti.
Bugünkü yolumuzda abartılı bir tırmanış olmadı genelde. 30 m en fazla yükselip inildi. Ancak İzmir’den sonra Gaziemir’e doğru 143 m’ye çıktık. Bakalım Muğla'ya kadar neler göreceğiz.