13 Temmuz 2018

[bisikletle]Türkiye: Kommagene Krallığı (Erzurum-Aşkale)

11 Temmuz 2018, Çarşamba / Erzurum – Aşkale,  53 km. (4. gün)

Sabah 6 gibi uyanıp biraz oyalanıp buçukta eşyaları yerleştirmek üzere hareketleniyorum. Bugün esas pedallama başlıyor. Bir saat sonra neredeyse hazırdım. Bisikleti yüklemek, iki gecelik ödemeyi yapmak (104,-) DSİ’den ayrılış saatimi 8 yapıyor. Hava açık, bulutsuz bir gün. Sabah erken daha sıcak değil, güzel bir serinlikte Erzincan yoluna giriyorum. DSİ’nin hemen yakınından başlıyor. Güvenlik şeridi var, hatta sağdan giden mavi bir bisiklet yolu da işaretlenmiş. Asfalt sıcak dedikleri kaymak. Hafif de yokuş aşağı iniyorum. Çok keyifli bir başlangıç. Trafik var, daha çok bana doğru. Ama yanımdan geçenler de az sayılmaz. Bu yol aynı zamanda üniversitenin, havaalanının yolu. 1,5 kilometre sonra bisiklet yolu sonlanıyor. Herhalde “numune” olarak düşünülmüş. Sağda bir stadyum, sonra buz hokey salonu geliyor. Erzurumspor da 1. Lig’deymiş. Pek takip etmem futbol karşılaşmalarını ama başarılar diyelim gene de.

Sağda solda tarlalarda otlar biçilmiş balyalanmış bekliyor. Geniş otlaklar var, büyük baş hayvanlar kahvaltılarını etmekteler. 14,4 kilometrede Aziziye ilçesi geliyor, burada bir ılıca da var. Ayriyeten bir de şeker fabrikası. Bunu da sattılar mı dersiniz? Özelleştirmelere tam gaz devam eden hükümet, çeşitli kentlerdeki Hazine’ye ait 9 taşınmazı daha satışa çıkardı. Özelleştirme Yüksek Kurulu (ÖYK), Türkiye Şeker Fabrikaları’na ait Erzincan Şeker Fabrikası ile Erzurum Şeker Fabrikası’nın 287 milyon lira bedelle en yüksek teklifi veren Albayrak Turizm Seyahat İnşaat Ticaret A.Ş’ye satışına onay verdi.

Şeker-İş Sendikası Genel Sekreteri Fevzi Şengül: “İki fabrika bakkal dükkanı gibi satıldı. Şeker kotaları toplamı 77 bin. 287 milyon tekinin kota değerini bile karşılamıyor.” dedi.

Erzurum’dan uzaklaştıkça trafik hafifledi. Batı yönüne gidiyorum, güneş sırtımda. Yolum bugün 50 kilometre kadar, Aşkale’ye gideceğim. 2. Dünya Savaşı’nda çıkartılan Varlık Vergisi’ni ödeyemeyenlerin yollandığı çalışma kampına. Başlangıç için fazla uzun olmayan düz bir yol. Ama yarın güzel bir tırmanış beni bekliyor. 

24,4’üncü kilometredeyim. Solda, karşı şeritte 2 yıldız Koza Otel Dinlenme Tesisi var. İcabında kalınır demek ki. Sağımdan geldiğim tren yolu gidiyor. Gelirken dikkatlice çevreyi incelemiştim, yol nereden geçiyor gibisinden. Karşı şeritte 10-12 kişilik bir grup yürümekte. “Van minit, van minit...“ diye bana sesleniyorlar ama duracak halim yok. Bunlar mülteciye benziyor. Esmer insanlar, sırtlarında çantaları yol almaktalar. Bu insanların dramı içimi yakıyor. 

Yol ara sıra hafif bir yükselme gösterse de genelde düz veya %1-2 gibi iniyor. Zaten Erzincan Erzurum’a göre daha alçak. Başka yürüyenlerle karşılaşıyorum. Bu sefer benim tarafta, bana doğru. İkili, dörtlü gruplar. Hatta sağımda, çayırda gölge altına oturmuş bir grup da var. Acaba Suriyeli mi bunlar? Selamlaşıyoruz geçenlerle.

Jandarma çevirmesi, DUR! Yabancı sanıyor komutan önce, Türkçe karşılık verince merakla velespiti soruyor. Kısaca anlatıyorum. Sabah DSİ önünde de bir brif vermiştim. En büyük merakları fiyatı. Bazen söylemekten utanıyorum. 3 bin diyorum ama para birimini söylemiyorum. Jandarma mültecileri topluyormuş, Afganlarmış. İran üzerinden giriş yaparlar diyor. İkisini araca almışlar bile. Geride çok var, hepsini toplasanız arabaya sığdıramazsınız. Kayıt altına alıp bırakıyorlar mı? Üzücü bir durum. Egemen ülkelerin her yere burunlarını sokarak masum insanları yerlerinden etmeleri.

Yolda ilk çeşmeyi sağda, 42,6 kilometre sonra görüyorum. Saat 9.40. Erken çıkmanın faydaları. Aşkale’ye sadece 13 kilometre kaldı. Yol düz olunca işler kolay oluyor. Geldiğim tren yolu da görünüyor. Aslında Tercan’a da devam edilir, sadece 36 kilometre daha. Ama arada 2057 m. Tepebaşı Geçidi var. 

7-8 kilometre kaldı, şu benzinciye gireyim bari. Hem bir soda içer hem de seleyi şöyle bir parmak kadar yükseltirim. Çalışan gence espri yapıyorum otogaz diyerek, ancak anlamıyor. LPG diye bilirmiş. Eren, buralı ama Kocaeli’nde lise 2’de okumakta. Göç etmişler oraya. Bugünkü jandarma komutanı da memleketlerinde kalsalar diyordu göçmenler için ama aynen buradakiler gibi, herkes batıya gitmek istiyor. Batı umut dolu, iş var, fırsat var, para var. Burada kalanlar geri kalıyor. Bu da bizim ülke genelinde eksiğimiz. Doğuda iş olanaklarını yeterince açmamış olmamız. Büyük şehirlere göçü önlerdi. Şimdi İstanbul karmakarışık oldu. Ama çok yazıldı çizildi bunlar. Tekrarlamanın faydası yok.

Benzin istasyonunda civar köyden iki kişiyle gene gezinin sebebi üzerine başlıyoruz sohbete. Meraklı olmalarını seviyorum. Gelsinler sorsunlar duysunlar fikirleri olsun. Böyle işler de yapılıyor. Bana iltifat ediyorlar, delikanlı diyerek :))

Aşkale levhası önünden saat 10.15’de geçiyorum (51,8 km.). Güzel kaptırmışım durmaksızın fotosunu çektim. Çok erken daha, içeri girmeden biraz yol boyunca devam edeyim. Bir lokanta, temize benziyor. Sulu yemek de var. Bana göre sadece kuru fasulye. Anlaşılan bolca kuru yiyeceğim bu bölgede.

Telefonun yönlendirmesiyle ÖE’nin önündeyim. Binaya velespiti dayayıp merdivenleri çıktım. Resepsiyonda duran beye soruyorum: “Üzeyir bey?” Yok. “Gökmen bey? O da yok. “Peki bana yer ayırmışlardı.” — “Evet, listede isminiz var ama daha erken, oda temizlenmedi”Neyse Mehmet Bey kaydımı alıyor. Tek kişilik 16,- / süit 26,-. Sıkışık olmasın, 26 lira bir şey değil. Süiti seçiyorum. Kayıt esnasındaki sohbetimizde öğreniyorum ki altta mutfak var ve kahvaltı isteyebiliyorsun. Ben de bir yoğurtla buraya kadar geldim. Yemeğe kadar bir şeyler yesem mi? İşleten beyden bir omlet rica ediyorum. 8 liraya 3 yumurtadan nefis bir omlet geliyor. Tabak da güzel süslenmiş. Burası için hayret verici. Şaşkınlığımı ifade ediyorum. Sonra tanışıyoruz Resul Beyle. Meğer yıllarca İstanbul’da çalışmış, Levent’te Sarıyer Börekçisi’ni işletmiş. 40 yıllık aşçı. Bolca yemek üzerine, sunum üzerine laflıyoruz. Konu da bana yakın olunca zaman çabuk geçiyor. İhaleyle buranın mutfağını-lokantasını almış. Aslen buralı. Düğünler nişanlar için menüler hazırlıyor. Aşkale için belki bir gömlek büyük ama her yeni şey karşı tarafa bir şeyler gösteriyor/öğretiyor. Bizim insanımız da pek okumadığından, görerek öğrendiğinden, bu gibi işler bence pek faydalı.

Odam hazır, bisikleti salona, eşyalar 2’nci kata. Tabi burada süit olarak fazla bir şey beklememek lazım, ama çarşaflar temiz. İki bölümden oluşan mekanıma hemen yerleşiyorum. Duş ilk işim. Su akmadan üzerimden yorgunluk çıkmıyor. Biraz da uzanıyorum yatağa, hatta hafif kestiriyorum. Sonra mesajlar alınıyor-veriliyor. Şu Varlık Vergisi’ni merak ediyorum. Neymiş?

Yakın tarihimizin pek bilinmeyen veya pek bilinmesi istenmeyen gerçeklerinden biridir varlık vergisi. Belki bir çoğumuz bu lafı, yani varlık vergisi lafını duymuşuzdur, ancak tam olarak ne olduğunu, ne yaşandığını bilenimiz çok azdır.

Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün Milli Şef olduğu yıllarda, 2. Dünya Savaşı’nın hararetli olduğu dönem ve ulusal sosyalizm, yani faşizm, yani Nazizm anlayışının yaygın olduğu ve Türk-Nazi ilişkilerinin sıkı olduğu yıllar. Türk-Alman (Nazi) Dostluk Paktı imzalanıyor.
Türk-Nazi dostluk paktı 
imzalanırken, 1941

İşte tam bu yıllarda, ekonomi de savaşlar nedeniyle zor durumda iken, Şükrü Saraçoğlu hükümetinin ilk icraatı, beklentileri karşılamayan Milli Korunma Kanunu’nun yerini alacak Varlık Vergisi Kanunu’nu çıkarmak oldu. 11 Kasım 1942 tarihinde TBMM’de oturumda hazır bulunan 350 milletvekilinin oy birliğiyle kabul edilen kanuna göre, bazı varlıklı kesimlerden bir defalık olağanüstü servet vergisi alınacaktı.

Kanun Müslüman olmayan halk arasında büyük bir endişeye yol açtı. Öyle ki, bir çok Yahudi ve Ermeni vatandaşın, çıkarılan vergi borcunu ödeyemediği için taşınır taşınmaz mallarına el konulmuş, haraç mezat satılmıştı. Yüksek vergileri ödemek istemeyen, ya da ödeyecek durumda olmayan bir çok mükellef yurtdışına kaçmaya çalışıyordu. Kaçamayanlar veya kaçmak istemeyenlerden, haraç mezat satılan mallarının bedeli vergilerini karşılamayınca, bini aşkın mükellefi 27 Ocak 1943 tarihinden itibaren Eskişehir’in Sivrihisar ve Erzurum’un Aşkale ilçelerindeki çalışma kamplarına gönderilmek üzere bazı merkezlere topladılar. Aşkale’ye gönderilen 1229 mükelleften 21’i (Bir kaynağa göre 25’i.) kötü hayat koşulları ve yetersiz tıbbi bakım yüzünden kampta hayatını kaybetti. Hayatını kaybetmeyenler arasında, ruh ve beden sağlığını, üzüntüye dayanamayan yakınlarını kaybedenler oldu.

Mart 1944'de de Varlık Vergisi Kanunu yürürlükten kaldırıldı.
Varlık Vergisi aslında İttihat ve Terakki'yle birlikte başlayan Anadolu'yu Türkleştirme projesinin bir ayağını oluşturuyordu. Daha önce Ermeni soykırımı ve Lozan mübadelesiyle Anadolu büyük ölçüde gayrimüslimlerden arındırılmıştı, Trakya olayları ve Varlık Vergisi’yle Yahudilerin de ülkeden büyük ölçüde ayrılmaları sağlanmış, ayrıca ellerindeki sermaye de Türkleştirilmek suretiyle bir taşla iki kuş vurulmuştu. 

İletişim Yayınları’ndan çıkmış bir kitap var, Yorgo Hacidimitriadis’in “Aşkale-Erzurum Günlüğü (1943)”. Burada, Varlık Vergisi borcunu ödeyemediği için 22 Mart 1943 tarihinde Haydarpaşa’dan trenle Aşkale-Erzurum’daki çalışma kampına yollanmış Yorgo Hacıdimitriadis, o renkli Türkçesi ile Erzurum’daki ilk gününü şöyle anlatır: ...“4 Nisan: Pazar olmak münasebeti ile bazı arkadaşlar hamama gittiler. O meyanda [sırada] emir geldi saat birde iş başına hazır olmamız için ve saat birde ikişer kişilik kafile halinde guruba gittik... Pazar olduğundan Erzurum halkı bizi seyre gelmiş ve çokları gülümser ve hakaretli sözlerle alay ediyorlardı. Gurup binasında kazma, kürek ve el arabaları verdiler ve bina yolundaki kar ve sair pislikleri temizlememizi emrettiler. Saat 17.30’a kadar çalıştık. Bina etrafında seyirciler eksik değildi. Çalıştığımız yer arka sokak, geçitle-temizlikle alakası olmayan tam manası ile mezbelelik bir mahal [yer] idi. Öyle ki, havanın çok soğuk olmasına rağmen, kazmanın altından teafunlar [pis kokular] hissediliyor idi.”

Ayhan Aktar'ın kaleme aldığı “Giriş” bölümünü okumak isterseniz tıklayın.

Saat 5 buçuk. Biraz olsun ısı düştü. Çıkayım dolaşayım yemek de yerim. Aşkale küçük bir ilçe. Pek bir özelliği de yok. Tek özelliği işte, Varlık Vergisi sırasında çalışma kamplarının burada olması.

ÖE’deki Resul Bey beni tanıdığı Köşk Lokantası’na (Yeni adı Beyzade Lokantası.) yönlendiriyor. Ne var ki fazla bir şey yok. Az kuru, az bulgur bir de ayran ve su ısmarlıyorum. Onlar da yanına küçük kaplarda, bu bölgede adetten, ezme, Rus salatası [Amerikan da diyebilir, bunun hikayesini altta okuyabilirsiniz (*)], çoban salata gibi mezelikler ekliyorlar. Hepsine 9 lira ödüyorum. Bu arada sahibi ve de onun akrabası ile Afgan mültecilere ilişkin değerlendirmeler oluyor. Hepsini sınır dışı edeceksin diyor lokanta sahibi. Niye geliyorlar, savaşsınlar memleketlerinde... Suriyeliler de nasibini alıyor bu değerlendirmelerden. Telefonları var, üst başları var, karıları hamile... Yani pek istenmiyorlar. Olumlu tek laf duymuyorum. Biraz tersini söyleyerek farklı bakış açıları göstermeye çalışıyorum ama sanmıyorum dikkate alacaklarını.

(*) “Rus salatası” ilk 86 yılını kazasız belasız devirdikten sonra, nasıl oldu da dünyada bir tek Türkiye’de “Amerikan salatası” oldu? Amerika’da bile “Rus”, bilemediniz mucidinin adıyla “Olivier salatas”’ denirken bizim dilimize nereden girdi bu “Amerikan salatası” lafı?

Bu sorunun yanıtını yıllardır “Soğuk Savaş döneminin Amerikan hayranlığından kalma bir alışkanlık.” diyebilir, ötesine geçemeyiz. Oysaki yakın tarihimizin enteresan anekdotlarından biri duruyor karşımızda. Üstelik yeri, zamanı, kahramanları da belli.

“Mayonezle küp küp doğranmış sebzelerin uyumlu buluşması” diye özetleyebileceğimiz Rus salatası, 1860'lı yıllarda Moskova'daki Hermitage Restoran'ın sahibi de olan Belçika asıllı aşçı Lucien Olivier tarafından icat edildi. Kısa zamanda restoranın en sevilen yemeği haline gelen salatanın orijinal tarifini Olivier ölene kadar sakladı, ama dönemin şeflerinden İvan İvanov tarifin hiç değilse bir kısmını çalmayı başardı. Böylece Rus salatası, özellikle Hermitage’in kapatıldığı 1905 tarihi itibarıyla İspanya’dan Pakistan’a kadar birçok ülke mutfağına yayıldı.

İstanbul'a da 1917 Ekim Devrimi'nden sonra kente gelen Beyaz Rusların
açtığı lokantalar sayesinde giren salata 1940’ların ortalarına kadar adını Rus salatası olarak korumayı başardı. İkinci Dünya Savaşı’nın ardından gözünü Kars, Ardahan ve biraz da Boğazlara diken Stalin’den dahi habersiz, İstanbul’un göbeğinde mutlu mesut kendi halinde bir salataydı. Ta ki Washington Büyükelçimiz Münir Ertegün vefat edene kadar… Dünyanın en büyük plak şirketlerinden Atlantic Records’un kurucusu Ahmet Ertegün’ün de babası olan Münir Bey 11 Kasım 1944 günü, görevi başındayken geçirdiği bir kalp krizi sonucu hayata veda etti.

Bunun Amerikan salatasıyla ne alakası var derseniz salatayla değil ama Amerika’yla alakası var. Sovyet Rusya’sıyla Soğuk Savaş halinde olan ABD yönetimi bu ölümü diplomatik bir fırsata çevirdi ve Ertegün’ün cenazesini İstanbul’a ünlü Missouri zırhlısıyla gönderdi. Yanında da hafif kruvazör USS Providence ve destroyer USS Power gemileriyle beraber… Gerçi Büyükelçi Ertegün’ün pek iyi görüştüğü Başkan Roosevelt’in de hatırı yok değildi, ama bu da artık babanın oğluna yapacağı jestten bile fazlasıydı.

Güvertesinde Japon İmparatorluğu’nun kayıtsız şartsız teslimiyet belgesinin imzalanmasıyla İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesine sahne olmuş Missouri zırhlısı beraberindeki refakatçi gemilerle birlikte 5 Nisan 1946 sabahı İstanbul limanına demirledi. Limanda bizim emektar Yavuz gemisiyle Missouri 19'ar pare top atışıyla birbirlerini selamladılar.

İstanbullular da bu uzak yoldan gelen misafirini pek sevdi, görmek için Dolmabahçe’den Galata sırtlarına kadar sıraya girdi; ziyaretçi kartı alabilenler güvertesinde dolaştı, alamayanlar tuttukları kayıklarla geminin yanına yaklaşmaya çalıştı; Vitali Hakko’nun Şen Şapka’sı “Hoşgeldin Missour”’  yazılı eşarplar bastı; Kız Kulesi’nin üzerine dev bir “Welcome Missouri” afişi asıldı; ve o arada Rus salatasının adı da Amerikan salatası oluverdi.

Nasıl mı? Gerisini, olayın cereyan ettiği yer ve anın bizzat canlı tanığı olan yazar Orhan Karaveli’nden okuyalım. Dostu İlhan Selçuk’un Cumhuriyet’teki köşesinde: “Rus salatasının Amerikan salatasına nasıl dönüştüğü anlaşılamadı. Yasa mı çıkarılmıştı? Lokantalara tebligat mı yapılmıştı? Yoksa hınzır İttihatçılar ya da Kemalistler darbe yaparak salatanın adını mı değiştirmişti?” diye sorması üzerine Karaveli’nin kendisine yazdığı 1994 tarihli mektup şöyle: Evet, küstah Ruslara “el gemisiyle” gözdağı verilirken, yorgun ve abazan Coni’leri rahatlatmak için de İstanbul bir güzel süslenmiş, allanıp pullanmıştı. …Tatil günleri, okula dönüşten önce biz yatılıların ayaküstü bir şeyler atıştırdığımız, Galatasaray Lisesi’nin karşısındaki ünlü Levent Büfesi tam o sırada bombasını patlattı. Kocaman kocaman yazılıp büfe girişindeki camlara yapıştırılan “Rus salatası 25 kuruş”, “Sahanda çift yumurta 35 kuruş”, “Ayran 10 kuruş” gibi yazılar bir gecede sökülüp yerlerine cafcaflı bir pano asıldı: “Amerik salat 35 kuruş”. Büfeyi işleten Rum baba oğuldan kasadaki yaşlı Niko Efendi’ye o gün “Hayrola çorbacı, Amerik salat da neyin nesi?” diye sorduğumda, güngörmüş Niko Efendi saçsız başını kaşıyarak: “Sen daha o gemiyi görmedin mi? Rus salatası artık öldü. Bundan sonra yaşasın Amerik salat.” diye sırıtmıştı.

O gün, Beyoğlu’nun boyalı dilberleri cıvık bakışlarla Coni’leri tavlamaya çalışırken, çevredeki –istisnasız- bütün birahaneler, büfeler, lokantalar -aralarında anlaşmışçasına- Niko Efendi’nin Levent Büfesi’ni taklit ettiler. Kırk yıllık Rus salatası önce İstiklal caddesinde “Amerikan salatası” oldu çıktı. Sonra da bütün Türkiye’de…”

Enfes sosisli sandviçleri, muhteşem sabah kahvaltıları, zengin ordövr tabaklarıyla Beyoğlu çocuklarının, özellikle de Galatasaray Liselilerin gönlüne taht kurmuş, garsonlarının müşterilere “enişte” diye hitap ettiği, efsane Levent Büfesi meğerse bu Amerikan hikayesinin baş kahramanıymış.

Nereden nereye diyeceğiz ama burası da İstanbul, burası da Bizans. Burada Rus’u Amerik’e de çeviririz, salatasının değil adını tarifini bile ellerden sakınan Olivier’i mezarında ters de döndürürüz.

Yemek sonrası belediye ve kaymakamlık yönüne doğru yürümekteyim. Kahvelerde bolca oturanlar var. Çaylar limonlu. Sokaklar pis. Arazöz serinlesin diye ana caddeyi suluyor. İki çayla biraz etrafı izlemekteyim. Bu arada çaylar 50 krş. Gezilecek görülecek fazla bir şey kalmayınca sabah için meyveli yoğurt, bir büyük su ve soda alarak ÖE’ye dönüyorum.

Süitimin salonunda yazılarımı yazarken geçen trenin düdüğü odanın içinde yankılanıyor. Sokakta çocuklar halen koşturuyorlar. Pencereden giren keyifli serinlikte bir hava var. Uzaklardan gelen bir köpek havlaması...















Erzurum - Aşkale 
Tur tarihi: 11 Temmuz 2018
Kat edilen mesafe: 52,86 km.
Ortalama hız: 25,5 km/sa.
Bisiklete biniş süresi 2 sa 4 dk., dışarıda geçen süre 2 sa 31 dk. 
En yüksek sıcaklık  34 ˚C, en düşük  24 ˚C, ortalama 27,1 ˚C
İrtifa kazancı (çıkış) 194 m, kaybı (iniş) 403 m.
En düşük irtifa 1651 m, en yüksek 1883 m.

Garmin yol bilgileri Erzurum-Aşkale 

Relive yol bilgileri Erzurum-Aşkale 

       

Aşkale ÖE 0442 4151848


Kahvaltılık

DSİ’den ayrılış saatim 8.00

Güvenlik şeridi var, hatta sağdan giden mavi bir bisiklet
 yolu da işaretlenmiş.





Sattııım...



Erzurum, büyükbaş hayvanların diyarı.


Karşı şeritte 2 yıldız Koza Otel Dinlenme Tesisi var.








Aşkale ÖE



Aşkale


Beyzade Lokantası


Yemek sonrası belediye ve kaymakamlık yönüne
doğru yürümekteyim. 







Sokaklar pis. Arazöz serinlesin diye ana caddeyi suluyor.




















5. gün (devamı) Aşkale-Bayburt – 3. gün (öncesi) Erzurum II




[bisikletle]Türkiye: Kommagene Krallığı

Erzurum-Aşkale = 52,86 km

Aşkale-Bayburt = 77,09 km 

Bayburt-Kelkit = 83,50 km

Kelkit-Erzincan = 72,25 km 

Erzincan-Kemah = 53,05 km 

Kemah-İliç = 66,35 km

İliç-Divriği = 77 km

Divriği-Arapgir = 82,06 km

Arapgir-Keban = 43,15 km 

Keban-Elazığ = 49,81 km

Elazığ-Kale = 58,10 km 

Kale-Pütürge = 64,11 km



Nemrut-Kahta = 46,72 km

Kahta-Adıyaman = 34,64 km

Adıyaman-Gölbaşı = 66,34 km 





Kadirli-Kozan = 35,91 km

Kozan-Feke = 46,82 km

Feke-Saimbeyli = 33,29 km 


Tufanbeyli-Tomarza = 74,90 km

Tomarza-Develi = 30,76 km

Develi-Talas = 44,33 km

Talas-Kayseri = 14,68 km