Aylar öncesinden GPA için hazırlanıyorduk. 25 - 29 Ekim tarihleri arasında sürecek 5 günlük turu uzattık. Böylecene bizi 18 gün (21.10 - 08.11.09) gezdirecek ve yaklaşık 650 km kadar yol yaptıracak turumuzu 3’e ayırmak istiyorum. GPA öncesi Muğla - Akyaka, GPA3 ve sonrası Marmaris - Dalyan - Fethiye güzergahları diye.
Taze demlenen çayımızı da içip müsade isteyerek kahveden ayrıldık. Az gittikten sonra yanımızdaki incirleri yedik. Tatlı kokusuna hemen bir iki arı geliverdi. Ellerimizi de yıkayıp, aman üzerimizde tatlı birşey olmasın diyerek dikkatlice toprak yoldan inmeye başladık. 7-8 km’lik bir yol olmalıydı burası. Bazı köşelerde güzel manzaralar gördüğümüzde durup seyrederek (Gökova altımızdaydı 13:30 / 30.km, Akyaka bizi bekliyordu), resim çekerek frenleri sıka sıka yola devam ettik. Fren pabuçlarını burada tüketmeye başlamıştık. Şunu öğrendim ki yedek fren pabucu da bulundurmalıyız turlarımızda. Yoldaki taşlar zaman zaman dengeyi zorluyordu, yağmur suyunun açtığı kanallar da tekeri bazen içine alıyor gidişi bozuyordu, buna rağmen başarılı ve vukuatsız bir şekilde yokuşu bitirdik ve düzlüğe çıktık.
Gezi öncesi ciddi bir hazırlık safhası geçirdik. Pek çok eksiğimiz vardı. Bunları sırasıyla tamamlamaya çalışırken gördük ki bazı malzemeler ülkemizde ne kadar da pahalıya satılıyor. Pazardaki boşluk ve rekabetin olmayışı ürünlerin fiyatlarını bir hayli yukarıya çekmiş. Bunun yanısıra çeşit de çok az. İstediğiniz herşeyi bulamıyorsunuz, fazlasını ödemeye razı olsanız bile.
Eksiğimizin başında konaklama için gerekli çadır, mat ve tulum vardı. Malum en hafifi ama en kullanışlısı olmalıydı. Baktık 2 kişilik ve de hafif bir çadıra burada, yoktu. Olanlar 2,5 kg’ın üzerinde ve de çok pahalı. İnternetten araştırmamız sonucu Amerika’da tam aradığımız bir çadıra rastladık. 2 katlı, 3 mevsimlik ve de 2 kişilik, hem de 1,5 kg = Big Agnes. Adını nereden almış bilemiyorum ama gösterdiği performansla hakkını ödedi gezi boyunca Büyük Agnes (son bulgulara göre firma Colorado’daymış ve bu civardaki bir zirvenin adını vermiş çadırına-mantıklı). Tabii bunun getirilme meselesi vardı. Yolcu beraberinde ancak olabilirdi, aksi durumda gümrüğe takılabilirdi. Şansımıza arkadaşımız Nilgün 1 ay sonra Türkiye’ye geliyordu. Onunla temasa geçip bagajının müsait olduğunu öğrenince siparişlerimizi vermeye başladık. Aslında bu 2. girişimimiz sayılırdı. Çünkü daha önce de bir arkadaştan rica etmiştik ancak kargonun zamanında teslim edilememesinden dolayı Başak’ın gelişine yetişememiş, ürünü iade etmek zorunda kalmıştık. Burada UPS şirketinin azizliğine uğradık. Öngörülen süreyi aştılar ve bizi zor duruma soktular. Sorumlusu kimdi bilemiyorum ama burada olsa köpürürüz. Kendimizde ararız kabahati ama orada da pek ala olabiliyor (hani sanki oraları daha düzgündür diyoruz ama bazı işler bizde daha doğru. Herşeye rağmen).
Neyse eksiklerden bir de mat vardı almamız gereken ve onu da %20 indirimle bulduk Amerika’da. Hem de yeni modelini, daha korumalı ve hafif. Therm-a-Rest’in bu ürününü de ekledik sipariş listesine. Kaldı geriye tulum işi. Ben daha önce burada indirimli bulmuş ve almıştım. İstedik ki aynısı olsun, birbirine ekleriz gerektiğinde. Benimkisi sağ fermuardı, bize sol lazımdı. Aradık taradık burada, yok bu model: LaFuma Pro650. İthalatçısına gittik, Macera Cumhuriyeti: “Yeni siparişimizde var -ne zaman gelecek -bilinmiyor”. Hoppala! Hadi bekleyelim dedik, halbuki yarı fiyatına Amerika’dan getirtmek varken! Fazla da bagaj çıkartmak istemiyoruz Nilgün’e. Her neyse, bekle babam bekle. Arada gidip soruyoruz ve ekim başı tarihini öğrenebildik sonunda. Ekim geldi halen tulum yok. Aldı mı bizi bir kaygı. Başladık alternatif aramaya. Bu tulum 650 gr ve kaztüyü. Hem hafif hem sıcak. Sonunda nasıl oldu bilemiyorum bir numunenin geldiği veya olduğu haberiyle havalara uçtuk. Hemen gidip aldık (çok pahalı bir fiyata). Ancak yeni modelde Fransızlar fermuar boyunu değiştirmişler - uzatmışlar, yani bizim ekleme şansımız ortadan kalkmıştı. Hani beklediğimize değdi mi? Aslında bendekini kullandığımda gördüm ki fermuar boyu zaten hatalı seçilmiş. Ayakucuna kadar gitmeli ki içindeyken açtığında uçları çıkmasın. Halbuki şimdi ki boylarıyla geceleyin iki ucu bir araya getireceğim diye uğraşıp duruyorsun. Pro650 pro olamamış daha. Belki seneye!
Fazla bir eksiğimiz kalmamıştı. Havlularımız özeldi (küçülüp ıslandığında büyüyen ve 15 dk’da kuruyabilen), kaşıklı çatallarımız vardı. Çantalarımız daha önce alınmıştı (Deuter RackPack I ve II). Tulum, mat ve çadır da tamamdı. Giysilerimizi özenle seçtik, ne fazla ne eksik olsun istedik. Neredeyse yola çıkmaya hazırdık. Haritalar basıldı, güzergahlar öğrenildi. Nerede nasıl kalacağımıza dair bilgi derlendi. Bu arada belirteyim bize yardımcı olan herkese ayrı ayrı teşekkürü borç biliriz. Özellikle yol konusunda bilgisini paylaşan Fırat Okutucu, Feridun Ekmekçi ve Tolga Gök’e, konaklama için Dilek Bulut’a ve GPA konusunda Tuğrul Mutlu’ya. Ve de bize üşenmeden eşyalarımızı getiren Nilgün’e.
Artık tura hazırdık.
21.10.09 Çarşamba / İstanbul - Muğla (otobüsle)
Bu akşam için Kamil Koç otobüsünde yerimizi aldık. Saat 18’de Muğla’ya hareket edecektik. Çantalarımızı özenle hazırladık. Ortak yüklerimizi paylaştık. Çadır ve tamir takımı bendeydi, matlar Firuzan’da (dönüşte tartıldığımızda benim yüküm 15 kg, Firuzan’ınkisi 12 kg çıkmıştı). 1 saat öncesinde terminalde olmak istedik. Saat 16’yı geçe evden ayrıldık. Aksaray’a kadar pedalla, oradan metroyla gidecektik. Bir de bisiklet yasağı var biliyorsunuz. Mesai saatlerinde almıyorlar. 17’de mesai saati başlıyordu ve biz neredeyse 1 dk öncesinde turnikelerde olabildik. Neyse sorun çıkmadı ve geçip yürüyen merdivenlerden de başarıyla bisilerimizi indirip kendimizi vagonlara attık. Merdivenlerde yük ağırlığını çok dikkatli dengelemelisiniz, yoksa tepe taklak gidersiniz. Hani olmadı değil. Arkadaşımız Balcı Dursun Ali bunu yaşadı. Etraftakilerin meraklı bakışlarıyla, acaba yerli mi yabancı mı düşünceleri arasında Esenler otogarına vasıl olduk. Kamil Koç’un önüne varmamız sorun olmadı. Herkes bize yolu tarif etti. Hatta eşlik etmek isteyen bile çıktı. Neden Kamil Koç diyeceksiniz. Çünkü bisiklet dostu bir şirket. Ama muavinler pek de öyle değildi. Aracın gelmesini beklerken etraftakilere empati yapmaya çalışıyorduk. Sonunda beklenen otobüs geldi. Biz de hemen yerimizi alıp bisikletleri yüklemek istedik. Olur muydu, önce muavinin sonra da müdürün olumsuz yorumlarını dinlemek zorundaydık: “ Ben diğer bagajları nereye koyacam?! Gelirse bisikletleri indiririm! Parçalayıp yerleştirin!”. Halbuki sonunda görüldü ki bunlara hiç gerek yoktu. Araba genişti, Mercedes Travego. Parçalamaya bile gerek olmadan yerleşiyor bisiklet. Ne de fazla bagaj çıktı. Ama bu ya herkes önce bir zoru göstermek durumunda. Aman abi acı bize dedirtme meselesi.
Her neyse, bu engeli de atlatmıştık. Koltuklarımıza oturup 12 saatlik yolculuğun bitmesi için beklemeye başladık. Ağır ağır yol alıyorduk. Önce diğer duraklardakilerini topladık sonra otoyola çıktık. Molalar verdik bir kaç kere. İlki Kamil Koç’un kendi tesisiydi. Acıkanlar yemek - susayanlar çay içti. Çaylar 1 liradan. Marketinde de fiyatlar genelin üzerindeydi. Yani burada öpmeye çalışıyorlardı. Öyle gezinirken bize lokum tattırdılar, kendi imalatlarıymış. Yani satıcının demek istedim. Lezzeti güzeldi ama buradan birşey alınmazdı, herşey katlanmış vaziyetteydi.
Yarı uyku uyanıklık arasında geçen yolculuğumuz sonunda öngörülen saattten önce kendimizi Muğla otogarında bulduk.
22.10.09 Perşembe / Muğla
Hava öyle soğuktu ki indiğimizde. Bir karambol içinde bisilerimizi bagajdan çıkartıp sağa sola bakarken bulduk kendimizi otogarın boş meydanında. İte ite terminaldeki kahveye geldik. Gün daha ağırmamıştı. Gecenin soğuğu devam ediyordu. Kendimize gelmek, yönümüzü bulmak için bir masaya oturduk. 2 çay ısmarladık, 1 liradan. Sonra bunun ne kadar yüksek (fahiş demem lazım ya) bir ücret olduğunu gördük. Merkezinde kahvenin 35 krş’a satıldığı bir ülkede çay 1 lira. Olur mu olur, kör tuttuğunu öpermiş. Yanımızdaki sandviçleri de bitirdik. Hafiften etraf aydınlanmaya başladı. Biz de ısınmıştık, ihtiyaçlarımızı karşılamıştık (00-7 James Bond). Atladık velespitlere ve Muğla’yı sabah ışıklarında keşfetmeye çıktık. Elimizdeki bilgiyle Muğla Meslek Yüksek Okulu Misafirhanesini arıyorduk. Bulamadık tabii, bilmiyorlardı da. Hangisi diye sordular. Anlaşılan birden fazla meslek okulu varmış. Sağlık Y.O mu dediler, bilemedik. Eksik olmasın Muğla’lı dostumuz Feridun Bey bize akıl vermiş ve yardımcı olmuştu. Ona göre arıyorduk. Çok karışık sorular sonucu vazgeçtik ve kendi yolumuzu bulmaya çalıştık. Girdik şehire ve başladık otel aramaya: Otel Saray (50-TL), Tuncer Apart Otel (40-TL), Petek Hotel (80-TL), Hotel Yalçın (80-TL), 2 kişilik fiyatlar hep.
Sırayla girdi Firuzan odalarını teftiş etti. Sonunda Saray’da karar kıldık. Kahvaltı da dahildi. Tamam dedik. Bisikletler lobiye bizse duşa girdik. Kendimizi tazeleyip biraz da dinlenip çıktık sokağa. Bu otelin güzel yanı Muğla pazarının göbeğinde bulunmasıydı. Bizde de pazar merakı, belki de hastalığı olduğundan çok hoşumuza gitti bu durum. Sabah erken vardığımızdan pazar daha yeni kuruluyordu. Mallar açılıyor, tezgahlar donatılıyordu, bir bölümü de köylü pazarıydı. Keyifle izliyorduk. Bisikletsiz çıktık sokağa. Önce bankadaki işimizi halledip etrafı tanımaya çalıştık. İlk dikkatimi çeken tabii ki bisiklet park yerleri oldu. Düşünülmüş ve bir çözüm getirilmişti. Yeterli miydi, sanki tam değilmiş gibi geldi. Kilitleme sistemi pek pratik görünmedi gözüme. Ama kullanılıyordu. Gerçi daha iyisini hak ediyordu Muğla (çünkü sonra gördük ki bisiklet burada olmazsa olmaz).
Devamını Firuzan’a bırakayım anlatsın:
“Sabahın ayazı yavaştan bizi terk ediyordu. Pırıl pırıl bir güneş. Her şey ne kadar da güzel görünüyordu! Anacaddelerin birinin üzerindeki bankadan ayrılıp arasokaklara dalıverdik. Arasokaklar benim için bir sürpriz yumurta niteliğinde. İçlerinden ne çıkacağını kestiremiyorsunuz. Sonuç ne olursa olsun, hep heyecan verici keşif öncesi. Tarihi binalar restore ediliyordu. Eski Muğla evlerinin bulunduğu sokaklarda da aynı faaliyet dikkat çekiyordu. Sokaklar temizdi. İçinde kadınların da bulunduğu birçok çöp toplayan belediye çalışanına rastladık dolaştığımız sokaklarda. Etrafa serpiştirilmiş havası veren küçük kahveler, labirent kıvamındaki sokaklar, birbirinden nadide eski evler, harika bir belediye binası, müzesi ve herşeyden önemlisi hoşsohbet güzel insanlarla bezeli Muğla gönlüme taht kurmak üzereydi. Sabah kurulmakta olan pazar aklımda, sürpriz yumurta sokakları keşfe devam ettik.”
İstanbul’da bulamadığım yağmurluğu burada 8 liraya bulunca hemen üstüne atladım. İyi ki de atlamışım, gezide çok yararını gördüm. Öğlen yemeği için kendimize bir lokanta seçtik, Muğla Lokantası. Çok da güzel belirlemişiz değil mi? Nasıl yedik yemekleri ne olur sen anlat burasını:
“Sabah Tuncer Apart’a giderken zaten gözüme kestirmiştim bu küçük lokantayı. Hiç kaçırmam. Sulu yemek merakım gözlerimi süpermen görüşlü yapmıştı galiba. İçeriye girdik. Oturduğumuz masada bir tabak yeşili kırmızısıyla biber. Bir önceki müşteriden kalma herhalde dedik. Sonradan anladık ki, Muğla’da masaya ekmek getirir gibi getirilmiş biber, hem de acı. Harika bir şey bu. Muğla’ya gittikçe daha da kanımızın kaynayacağını hissediyordum. Yediklerimiz de nefisti: Önce birer mercimek çorbası içtik. Sonra yoğurt eşliğinde bir porsiyon zeytinyağlı lahana dolması. Hepsine 7,5 lira verdik.”
Karnımız doyunca sokakları, evleri falan gezmeye başladık. Yönümüzü belirlemeye çalışıyorduk bir yandan da. Saat kulesi bu işe çok yaradı. Görmesen sesini duyuyorsun. Saat başlarında ve yarım saatlerde çalıyordu. Aslında şehirlerde meydanlarda saat olması çok güzel birşey. Nedense İstanbul’da bu adet kalmamış. Taksim meydanında eskiden kumbara saati vardı ama şimdi bomboş.
Zaman fazla geç olmadan Muğla Belediye Başkanını ziyarete gidelim dedik. Ancak Osman Bey’in maalesef programı paneller dolayısıyla dolu olduğundan görüşme fırsatı elde edemedik. Nazik özel kalem müdiresi Havva Hanım bize ertesi güne randevu vermek istediyse de bizim yola çıkmamız gerektiğinden karşılıklı olarak bu fırsatı değerlendiremedik. Maybe next time diyorlar buna.
Havva Hanım'ın verdiği Muğla rehberi kitapçığını gün boyunca elimizden bırakmadık. Çok yararlandık, teşekkür ederiz.
Belediye hizmet binası 1867 Osmanlı İdari taksimatında mutasarrıflık olan Menteşe Livasının hükümet konağı olarak yapılmış. Konağın planı devrin jandarma komutanı olan Şamlı Binbaşı Hüseyin Bey tarafından Şam’daki bir konaktan esinlenerek çizilmiş. 2. katı 1889 yılında Muğla Mutasarıffı olan Cafer Bey tarafından yaptırılmış ve inşaatında Rum ustalar çalışmış. Bina, 1949 yılına kadar valilik binası, daha sonra da adliye binası olarak kullanılmış. 2003 yılında Milli Emlak Müdürlüğü tarafından Muğla Belediyesi'ne devredilmiş.
Üst kata çıktığımızda ahşap tavan döşemesi çok dikkat çekiciydi. Resmini çekmeden geçemedim. Çıkışta güvenlik personelinden aldığımız yol bilgileri epey işimize yaradı. Çok nazik ve yardımseverdiler. Muğlalıların hepsi hep ilgili oldular. Yol tarifi olsun, yiyecek içecek olsun.
Belediye binasından çıkınca hemen karşısındaki müzeye yöneldik. Bölgenin tarihine vakıf olmak açısından en çok görülmesi gereken yer demişlerdi. Burası eski bir cezaevi binasıymış. Restorasyon sonrası 1993 yılında müze olarak açılmış.
Ama önce Firuzan’a bir “Müze Kart” aldık. Bu uygulama kadar doğru birşey yapılmadı Türkiye’de. Vatandaşın müze gezebilmesi için iyi bir fırsat, sadece yıllık ücreti 20 lira. Gerçi bazı müzelerin kapsam dışı bırakıldığını duymuştum ama daha kendi tecrübemizi yaşamadık ancak bize Muğla Müzesi'ni gayet güzel gezdirdi.
Müzenin Arkeoloji Bölümü'nde Yatağan ilçesinin Stratonikeia antik kenti kazılarında ortaya çıkan eserler bulunmaktaydı. Ayrıca Yatağan’daki Lagina ve Sedir Adası’ndaki antik Cedrae şehirlerinin buluntuları da burada sergilenmekteydi.
Müzenin Turolian Parkı bölümünde ise, merkeze bağlı Özlüce köyünün yaklaşık 1 km kuzeydoğusunda Kaklıcatepe’nin kuzey yamaçlarında bulunan 3 fosil yatağından getirilen 5-9 milyon yıl önce yaşamış hayvan ve bitkilere ait fosiller sergilenmekteydi. Kazıda zürafagiller, boynuzgiller, gergedangiller, hortumlu memeliler, atgiller ve etçilere ait fosiller ve çok sayıda bitki fosili bulunmuş. Bu döneme ait canlılar ilk defa İspanya’nın Tervel Havzası’nda bulunduğundan, bu döneme Turolian denilmekteymiş.
Müzeden çıkıp belediye binasının bahçesinden geçip merdivenlerden çıkınca karşımıza sonra adının “Konakaltı Han” olduğunu öğrendiğimiz yapı çıktı. 2 katlı, pencere pencere dikkat çekiyordu. Nedir burası diye merakımızı gidermek için girdik içine .
“İçeriye bakıyor ve bir fotografla içeri ve dışarıyı sabitliyoruz. Kapılar, ne ilginçtir değil mi? İçerideyken aslında dışarıda, dışarıdayken de içeride olabiliyor insan, kimin nereden nereye nasıl baktığına bağlı olarak. Zaten herşeyi kendi penceremizden değerlendirip kapılarımızı açıp ya da kapatmıyor muyuz? Ama görüyoruz ki, Konakaltı Hanı kapıları hala misafirlerine açık. “
“Sivil mimarlık örneği olan ahşap ağırlıklı han 19. yy'a tarihleniyor. Üst kat şehre ticaret yapmaya gelen tüccarların ve mevsimlik işçilerin konaklaması için kullanılmış, alt katta ise dükkanlar, ambarlar ve dostlarımız için hayvan damları bulunurmuş. Bağdadi yapıya sahip olan bu eser, Muğla Belediye himayesinde dünyanın en saygın mimarlık ödüllerinden olan Ağa Han Mimarlık Ödülü'ne sahip Nail Çakırhan gözetiminde kültür evi olarak restore edilmiş. Mimarlık eğitimi almamış olan Nail Çakırhan ödülden sağladığı kaynağı restorasyon için harcamış.
Ellerine ve aklına sağlık.
Bu güzel eser günümüzde Muğla Belediyesi Eğitim, Kültür ve Sosyal İşler Müdürlüğü bünyesinde kültürel ve sosyal etkinliklere ev sahipliği yapıyor.”
“Nail Çakırhan anladığım kadarıyla insanı doğa ve diğer canlılarla adeta bir yapbozun parçaları gibi görebilen biriymiş. Ancak o yaparken bozmamış, olanı korumayı yeğlemiş. Bozulan sağlığı nedeniyle doktorların tavsiyesi üzerine 1970'de eşi Halet Çambel ile Akyaka'ya yerleşmiş. Burada, geleneksel mimari özelliklerini günün şartlarıyla buluşturan, çevre ve doğayla içiçeleştiren bir ev inşa etmiş. Çevreye saygılı mimariye öncülük ettiği bu yapı da ona 1983 yılında Ağa Han Mimarlık Ödülü'nü getirmiş.”
“Yaptığı ev o kadar çok beğeni toplamış ki, benzer evler yapması için özel kişilerden ve turizm işletmelerinden teklifler almış ve bugün Akyaka Evleri diye bilinen ekolü oluşturmuş.”
Nail Çakırhan (1910 - 2008)
“Can Yücel’in, “yüksek mimardan geçilmeyen bu ülkede yüksek olmayan mimar bir tek Mimar Sinan var, diyordum. Bir ikincisi var yüksek olmayan bir mimar, Nail…” sözleriyle anlattığı ödüllü mimar, şair ve edebiyatçı Nail Çakırhan öldüğünde 98 yaşındaydı.
Eklemeden duramayacağım: Arkeolog Profesör Halet Çambel Türkiye'nin ilk kadın arkeoloğu. Aynı zamanda 1936 Berlin Olimpiyatları'nda eskrim dalında Türkiye'yi temsil ederek ülkemizin olimpiyatlara katılan ilk kadın sporcusu ünvanına sahip oldu.”
Muğla güzel bir vilayetimiz. Hem insanı hem coğrafyası herşeyiyle medeni bir ilimiz. Özellikle yollarda bisikletliye duyulan saygı dikkatimizden kaçmadı. Kavşaklarda olsun, geçişlerde olsun hep dikkatli oldular, yol verdiler, beklediler. Bizi tedirgin etmediler. İstanbul gibi bir keşmekeşden gelip de böyle bir rahatlığı görünce insanın içi bir yandan seviniyor bir yandan da İstanbul için üzülüyor.
Diğer yandan şunu da gördüm ki bir şehirde üniversite varmı orada hayat var. Genç insanların heyecan dolu halleri hep canlı kılıyor şehirleri (şiir gibi laf oldu). Çeşitlilik geliyor.
Eski Muğla’yı büyük bir zevkle dolaştık. Mevsimiydi herhalde ki her evin balkonunda, penceresinde biber kurutuluyordu. Salkım salkım asılı bir kolye gibi dizilmiş kışın gelmesini bekliyorlardı.
“Muğla sokakları darlıkları ve bu yüzden bende uyandıkları samimiyetleri ile hep aklımda kalacak. Asar'ın eteklerinden kurdelalar gibi aşağı kıvrılarak inmişler. Çoğu yerde genişlikleri 2 m'yi geçmiyor. Komşu evler sokağa cephesi olmayan evlere dar geçiş şeritleri bırakmışlar ve böylece çıkmaz sokaklar oluşmuş. Meyili çok olan yerlerdeyse bu sokaklar merdivenli sokaklara dönüşmüş.”
“Türk ve Rum Evleri ile bezeli Muğla sokakları büyük çoğunluğu avlulu ve iki katlı evlerle dolu. 'Hayat' olarak adlandırılan açık ön sofalar, kuzulu kapı olarak adlandırılan avlu girişleri, ocaklar, bacalar, uzun ve geniş saçaklar, tavan süslemeleri, ahşap süslemeli verandalar, duvarlara gömülmüş dolap biçimli banyolar Muğla Evleri'nin tipik özellikleri. Rum Evleri kesme taştan yapılmış. Avlu yerine sokakla bütünleşen bir cephe ve bina düzenine sahipler. Türk Evleri'nde ise içe dönük bir yapı var. Avluya bakan pencerelerin çokluğu dikkat çekerken, zemin katlarında sokağa penceresi olan ev yok denecek kadar az.”
“Muğla Türkiye'nin Rize'den sonra en fazla yağış alan iliymiş ve Muğla bacası 28 kiremitten oluşturulurmuş. Bunları ben bilmiyordum, ya siz? İlin yağışlı iklimi, yerli halkı bacaları üzeri kapalı ve içeri yağmur girmeyecek bir şekilde yapmaya itmiş, yıl boyunca değişik yönlerden esen rüzgar da kare yüzey üzerine kurulan bacayı dört tarafa açık delik bırakan bir yapıya kavuşturmuş.”
Kahvelerinde oturduk, insanlarıyla tanışıp sohbet ettik. Onlar bize kendilerini, biz de onlara kendimizi anlata anlata bitiremedik. Gideceğimiz yollarda eskiden şöförlük yapmış olan bir amca yolların durumunu anlatırken, genç olansa artık oraların çok değiştiğini - düzeldiğini söyluyordu. Adaçayları, kekik çayları içtik, yanımızdaki mandalinaları paylaştık. Onlarsa bize çayları ısmarladılar. Çok güzel bir muhabbetle ve tembellik ederek dolanıp durduk Muğla sokaklarında. Öğlencilerin okul saati başlayacaktı ki mavi formalı öğrenciler göründü hızlı adımlarla yürüyen. Bir tanesine takıldık, laf attık. Bakalım konuşacak mı diye. Adı Aysima’ydı. Fazla da yüz vermedi ama. Herhalde geç kalmıştı ki aceleyle yürüdü gitti.
Bu şekilde dolanırken yediğimiz öğlen yemeği erimişti bile ve hafiften acıkma sinyalleri gelmeye başladı. O mu bu mu derken önümüze küçük bir pideci çıktı. Fırının önünde hararetle çalışan pidecinin çıkardığı pideler de öyle iştah açıcı görünüyorlardı ki, girdik içeriye ve 1 taneyi paylaşmak üzere ısmarladık (şöyle biraz bastırsın diye). Camdan dışarısını seyrederken yeşillikle beraber pidemiz ve ayranımız geldi. Afiyetle dakkasında temizledik ortalığı.
Tekrar yürümeye devam. Sokak aralarında dolanıp duruyoruz. Neler görmüyoruz ki. Gözümüz radar gibi etrafı tarıyor. Her ilgili şeyin fotografını çekiyoruz. Bir pansiyona rastlıyoruz: Doğan Pansiyon. Olabilir mi, kalınır mı diye şöyle bir kapıdan bakıyoruz ama pek uygun görünmüyor gözümüze. Biraz düşük kalıyor standardı.
Sonra Cumhuriyet Kadınları Derneği’ni görmek çok hoşumuza gidiyor. Pembe rengi ve logosuyla eskilerin grafik çalışmasına iyi bir örnek. Hiç kaçırmıyor resmini çekiyoruz. Motosiklet için yapılmış ilginç bagajlara rastladık, Mercedes’in bagajı gibi. Hatta BMW de gördüm diyordu Firuzan. Çok hoş.
Oradan ayrılıp devam ederken ilginç bir spor kulübü levhasına dikkatimiz çekiliyor: Rahvan At Yarışları Spor K. İlk defa duyuyordum bu ismi. Merak ettim ve araştırdım, bakın neler öğrendim:
Rahvan; atın 'tek ayak' koşma stiline verilen isimdir. Atın aynı taraftaki ayaklarının birlikte hareket ettiği ve binicisini sarsmayan bir koşu şeklidir. Rahvan at yarışları; Bütün Türkiye'de yaygın olmasına rağmen, tanıtımı fazla yapılamadığından maalesef fazla tanınmıyor. Ege Bölgesi'ne has bir yarış olarak tanınmasına rağmen Karadeniz’de de uzun yıllardan beri yapılmaktadır. Rahvan yarışlarında atlar dörtnala koşmuyor. Yürüme ile koşma arasında bir stille yarışan atlar; yarış anında dört kez ayak değiştirirse veya stili bozuk dörtnala koşarsa, yarış dışı kalıyor. Atın bu ritmik koşusunu binicileri, ''Rahvan koşan atın üzerinde kahve içsen kahvenden bir damla dökülmez'' diye tarif ederler.
Fazlasını bilmek isteyenler en alttaki bağlantıları tıklayabilirler.
Ama işin en güzeli şimdi geliyor. Ara sokalarda dolaşırken önümüze Helvacı Tahsin çıktı. İkimiz de helvayı çok sevdiğimizden hemen dükkana girip bir parça helva alıp tatmaya başladık. Beraberinde de sohbet başlamış oldu. 1958 gibi geçmişi olan bu dükkanda helvayı çifte kavrulmuş susamdan yapıyorlarmıs. Böylecene lezzeti daha güzel ortaya çıkıyormuş susamın. Bizi bu kadar ilgili görünce Tahsin Bey tahinle bal karışımından da tattırdı. Amanım bu ne lezzet böyle. Tam aradığımız şeydi. Enerji deposu. Aman dedik bir kavanoz alalım yanımıza GPA da ihtiyaç duyduğumuzda yeriz. 5 liraya küçük bir kavanozu cam olmasına rağmen taşımayı göze aldık. Karşı fırından alınan taze ekmekle de helvamızı bitirip kartlarını aldıktan sonra vedalaşıp ayrıldık. Ama inanın zor oldu dükkandan çıkmak (daha sonra tesadüfen yolumuz gene buralara geldi ve kendimizi girmememek için zor tuttuk). İstenilirse kargoyla İstanbul’a helva gönderebileceklerini söylediler. Bu güzel bir haberdi (meraklısına 0252-2141517).
Buradan çıkıp şöyle bir yan sokağa bakalım derken beni çok şaşırtan bir sokak ismiyle karşılaştım: Havana Sokak. Hayda! Küba nire Muğla nire? Hemen bir hatıra resmi çektik (asla boş geçemezdim), elimde de bin kalorilik dopingimizle. Viva Cuba, Viva Fidel.
Acaba nedir bunun sebebi? Bir kardeşlik durumu mu söz konusu? Yok mu Muğlalı bir dost bizi aydınlatacak?
Helvacı Tahsin'in karşısında yeni açılmakta olan bir otel vardı, Begonvil Apart Otel. Merakımızdan girip baktık, çok beğendik, çok güzeldi. Temiz görünüyordu ve klasik otellerden farklıydı. Bir evden devşirme yapılmıştı. Çok az odası olan bu otel de 50 liraydı. Ama daha lokantasını açamadıklarından kahvaltı veremiyorlardı. Belki gelecek sefer burada kalırız.
Çarşı içlerinde dolaşırken bisikletçi dükkanları dikkatimizden kaçmadı tabii. Bunlar öyle mahalle tamircileri değildiler, profesyoneldiler. Bulundurdukları yedek parçalardan belliydi. Bisiklet hareketi Muğla’da boşuna oluşmamış, anlaşılıyor. Teksin Bisiklet’e girdik (Mustafa Yasakçı, 0252-2125131), inceledik, hatta taşıyıcı bir ayak taktıralım istedik Corratec’e ama uymadı. Bu dükkanların sahiplerinden birisiyle Ali Kırbaş Bey'le (Kemeraltı Bisiklet Servisi, 0252-2142941) daha sonra GPA’da tanışacaktık. Bilmeden onun dükkanını da gezmişiz.
Çarşıları böyle avare avare dolaşırken burnumuza gelen kahve kokusunu takip ederek kendimizi küçük bir masada kahve beklerken bulduk. Nefis kahve sadece 35 krş’du. İnanamadık kulaklarımıza, dondum kaldım (fotoda belli). Evet böyle olmalıydı fiyatlar. Neydi o terminaldeki yamyamlar.
Biraz daha pazarı gezelim istedik ve küçük mandalinalardan alıp susuzluğumuzu giderdik. Mevsim mantar mevsimiydi. Daha sonra da sıkça rastlayacağımız Çintar mantarı kovalarda alıcısını bekliyordu. Nasıl içimiz gitti bilemezsiniz. Bir ocak olsaydı hemen alıp pişirirdik. Pazarın renkleri öylesine göz kamaştırıyordu ki dönüp dolaşıp duruyorduk içinde. Bizi hapsetti kendine. Peynirler çeşit çeşit, kahvaltılığımızı da almayı unutmadık. Yerimiz yoktu, yoksa daha çok alırdık. Sonunda ne alırsan taşıması sana düşüyor. Zaten iyicene yükümüz vardı.
Muğla`da yaklaşık 30 yıldır kurulan 500 tezgahlı semt pazarı, sebze, meyve ve otların çeşitliliği, renkli görüntüsüyle turistlerin de ilgi odağı. Perşembe günü kurulan Muğla Pazarı’nın özelliği satıcıların çoğunun kadın olması. Yaşları 18 - 80 arası değişen kadınlar kendi ürünlerini satıyor. Köylü pazarı olarak adlandırılan üretici bölümünde dağlarda, dere kenarlarında yetişen her tür otu bulmak mümkün: Devetabanı, kuzukulağı, kazyak, gerdeme, roka, börülce, deniz börülcesi, çintar mantarı ve bamya. Pazarda, Muğla`ya özgü Beylerce Üzümü, yayla kavunu ve mor domates de var. Kurutulmuş biber, bamya ve patlıcan, yeşil zeytin ve ayakta sıkılma zeytinyağı, keçi peynirinin her türlüsü ve testi peyniri de satılıyor.
Gez gez bitmeyen Muğla’da neler neler görmedik ki. Herşeyden evvel her çeşit bisiklet vardı. Eskisi yenisi, bozulmuşu, tamir edilmişi sahiplerini bekliyordu. Algıda seçicilik gözümüz bisiklet görüyordu. Keyif de alıyor insan bisiklet gördüğünde.
Kafeler, oturma mekanlarına dönüşmüş Muğla Evleri'ne baktık. Çiçek pasajının önünden geçtik. Herhalde akşamları buraları kaynıyordur. Tarihi fırınlar falan derken Muğla dopdoluydu. Elimizde mandalina torbası serseri mayın gibi dolanıyorduk. Bu defa böyle hızla hareket ettik ama gelecek sefer daha fazla zaman ayıracağız buraya.
Yeni tadlar tattık. Daha önce hiç tahinli pide yememiştim. Aslında Denizli’ye ait olduğu söylendi ama burada da yapılırmış. İnanılmaz bir lezzetti. Tok olmamıza rağmen sırf tatmak için bir taneyi Firuzan’la paylaştık. İlk fırsatta bunu tekrar yemek isterim (Ensar Pide ve Kebap Salonu, 3 liraya).
Uzun yıllardır aradığım bir otomobil modelini burada görünce çok sevindim, çok da şaşırdım doğrusu. Anadol’un “cabrio” modelini Muğla’da göreceğimi hiç beklemezdim. Kıpkırmızı rengiyle sokakta park etmiş duruyordu. Hemen önden arkadan resmini alıverdim. Bir nar tanesi gibi parlıyordu.
Akşam hava kararmadan önce bisikletleri çıkartıp şehir turu atmak istedik. İnsanın canı binesi istiyor. Şu güzel şehirde rahat rahat dolaşalım biraz da bisikletle diyerek çıkardık lobiden velespitleri. Şehir dışına kadar gidip geldik. Ara sokakları geçtik, kavşaklardan döndük az da olsa biraz çevreyi tanımaya çalıştık. Ama Muğla’ya tekrar geleceğiz. Hele şimdi dostlarımız da olunca çok daha keyifli olacak.
Akşam yemeği için kendimize Rumeli Lokantası diye bir yeri seçmiştik sabahki turumuzda. Gittiğimizde daha gelen olmamıştı. Kurufasulye benimdi, Firuzan prasalı bir yemek seçti. Ekmekler tam undan yapılmıştı. Tamamına 9,5 lira ödedik.
Ertesi gün yolumuz Akyaka’ya devam edecekti. O nedenle fazla da gecikmeden otelin yolunu tuttuk. Biraz odadaki televizyona bakarak uyuya kalmışız.
23.10.09 Cuma / Muğla - Akyaka (45 km)
Sabah erkenden kalkıp hazırlandık. Eşyalar özenle yerlerine yerleşti. Kahvaltı salonuna inip güzelce karnımızı doyurduk, kendi peynirlerimizi de katarak. Ödememizi yaptıktan sonra otelden ayrıldık (10:30). Pazarda halen kalanlar mallarını satıyorlardı. Gitmeden önce son bir hatıra resmi çektirelim dedik bu güzel tezgahların önünde. Pazarcıyı da yanımıza alarak bir pozumuzu geçenlerden çekmelerini rica ettik.
Önceki günden yol tarifini almış bir kısmına kadar sürmüştük, o nedenle zor olmadı Marmaris yolunu bulmak. Fazla bir trafik yoktu yolda. Konuşa konuşa devam ettik. Hava çok güzeldi, insanın içi neşe doluyordu. Marmaris yolundaydık ve şehir dışına kadar dümdüz giden yol az sonra dikleşmeye başladı. Daha sıkı pedal basmaya başladık. Hava serinliğine karşı giydiklerimiz artık fazla geldi. Durup üstümüzdekileri çıkartıp pedallamaya devam ettik. Tepe noktasına vardığımızda biraz serinlemek için kısacık durduk ve Muğla’ya son bir bakış atıp veda ettik (11:10 / 7,5.km).
Akyaka’ya gitmenin bir yolu anayoldan Sakar Geçidi'nden gitmekti. Ama biz köy yollarından giderek ulaşmak istediğimizden Yerkesik’e gidip sonra da daha karar veremediğimiz Kuyucak veya Kızılağaç üzerinden devam edecektik. Arkadaşlar bize bagajla Kuyucak’ı önermediler ama. Yolun son 8 - 9 km’si toprak ve dik inişliymiş. İçimizden de anayoldan gitmek hiç geçmiyordu. Acaba denesek mi diye düşüne düşüne saldık kendimizi rampa aşağıya. Yarım saatte çıktığın yokuşu 3 dakikada inmek de pek sevimsiz oluyor. İstiyorsun ki sürsün bu iniş ama ne gezer hemencecik Kerimoğlu Türküsü Evi tabelasını da görüp sağa sapıverdik.
Burada daha sonra anlayacağımız bir yanlışlığı yapmışız. Aslında kafamızda Akkaya üzerinden Yerkesik’e gitmek vardı ama biraz daha uzun ve dolanan yola girmişiz bu durumda ve Gülağzı - Doğanköy üzerinden gitmekteydik. Ancak bu yolu da böylecene görmüş olduk.
Anayoldan saptıktan yaklaşık 4,5 km sonra Gülağzı’nı geçtik ve 2,5 km daha gidince Doğanköy’e geldik. 6 km sonra da Yerkesik gelmekteydi.
Çok keyifliydi buraları. Bir kere anayol trafiği kalmamıştı. Sakın bir günde güneşli bir havada ilerliyorduk. Sağ sol tarlalar, çalışan çiftçiler. Her gördüğümüzle selamlaşıp el sallayıp devam ettiğimiz yollar bizi bir yığın mevkiilerin yanından geçirdi: Söğüş Gölü, Hacı Efendi Eren, Musalla, Mavlu Kuyu, Dut Dibi diye diye mevkiileri geçip durduk. Neydi bunlar, mahalle miydi anlayamadım! Solda jandarma göründü, öncesinde güzelim bölgeye yapılmış kocaman apartmanlar. Yerkesik Konutları’ymış, hepsi satılık. Kim oturur böyle yerde apartmanda ki?!! Bazı zevkleri anlamak mümkün değil.
Sonunda yol bizi Yerkesik’e çıkardı (R 649 m). Belediyeydi burası. El değmişti sokaklarına. Bir düzen getirilmiş. İçinden dümdüz geçerek Türküevi’ne doğru devam ettik. Çok şey duymuştuk burayla ilgili. Molamızı da orada verelim istedik. Ören’e doğru sola döndük. Zaten hep Ören levhasını takip ettik. Yerkesik’i geride bırakmıştık, yol hafif bir çıkış yaptı ve sonra tekrar düzeldi. Etraf müthişti, hava şaheneydi. Daha ne isteyebilirdik? Bisikletlerimizin üzerinde keyfimiz yerindeydi.
3 km sonra Türküevi’nin levhasını gördük (12:45 / 24.km). 3 yol ayırımdaydı. Sağdan gidersen Kıran’a, soldan gidersen Kuyucak’a varıyorsun. Mezarlığın yanından gireceksiniz demişlerdi zaten. Biz tam sağ yapmalıydık. Elimizdeki haritadan durumumuzu tespit etmeye çalışırken bizi gören bir baba oğul arabalarını durdurup yardımcı olmaya çalıştılar. Baba bal üreticisiydi, Necati Bey. Hoş sohbet bir zat. Oğlu Mert Bey biyologtu ve Muğla Üniversitesi’nde doktora yapıyordu. Ayak üstü onlarla yaptığımız sohbet ve hatıra resimlerinin çekilmesiyle ayrıldık ve Türküevi’ne doğru giriş yaptık.
Saptığımız yolun üzerinde “en güzel minare”yi de böylecene görmüş olduk. Minimal bir tarzdaydı. Gereksiz hiçbir fazlalık yoktu üzerinde. Bir iş ancak bu kadar yalın çözülürdü. Bir resmini çekip, Türküevi'nin kapısına acaba bu mevsimde açık mıdır diye merakla yaklaştık. Açıktı ve çardakta bir hanım oturuyordu. Selamlaşıp yanına vardık ve tanışarak sohbete girdik.
Türküevi’nin işletmesini kocası Hamit Bey’le 1,5 yıldır üstlenmişler. Bize Kerimoğlu’nun hikayesini anlattı. Bir masal gibi hayranlıkla dinledik ve sorular sorduk. Sadece bununla kalmadı dinlediklerimiz. Bir de ilginç hikaye daha anlattı bu yakınlardaki falcıyla ilgili ki bunu Firuzan’dan dinleyelim:
“Hanımın adı Havva. İstanbul’a askerliğini yapmak için gelmiş olan birine gönül vermiş. Askerlik bitince, Havva Hanım da aşkının peşinden Kuyucak’a. Evlenmişler. Çok iyi fal baktığı söyleniyor. O kadar iyi ki, insanlar randevu almak için birbirleri ile yarışıyorlarmış neredeyse. Nurcan Hanım’ın anlattığına göre, onları çeşitli şehirlerden arayanlar da varmış, hemen gidip, falcıdan doğrudan randevu alsınlar diye. Falcının evinin onu arabalarla dolup taşıyormus. Geçmişe dair herşeyi biliyormuş. Anlaşılan su falına bakıyor. Gördüğü rağbete bakılacak olursa gelecekle ilgili söyledikleri de pek boş olmasa gerek.”
Sonra bahçede bulunan müzesini gezdik. İçeride canlandırma resimler vardı efsaneyle ilgili. Öldürüldüğü kurşun. Duvarlarda olayları anlatan yazılar ve çeşitli açıklayıcı bilgiler asılıydı.
Karnımız acıkmıştı. Neler yiyebilirdik: Sac böreği varmış. Hem de köy peynirli ve otlu demez mi. Acele 2 tane sipariş ettik. Mutfakta yanına giderek çalışmasını izledik. Nasıl maharetli ellerle hazırladığına tanık olduk. Hamuru açtı incecik. Sonra malzemesini yerleştirdi ve kızgın sacın üzerinde iki yüzünü de pişirerek çabucacık hazırlayıverdi börekleri Nurcan Hanım.
Bahçedeki masaya kırmızı beyaz kare örtü serildi, tertemiz ütülenmiş. Kocaman sac börekleri geldi, beraberinde kekik çayları. Kırmızı acı biberler de saksıdan. Afiyetle karnımız doydu. Kekik çayına doyamadık birer tane daha istedik. Nasılsa bahçede sebil.
Az sonra oğlu Ali de okuldan gelince biraz da onunla konuştuk ve ayrılmadan önce gene bir yol tarifi aldık. Biraz fotografçılık oynadık ve makro çekimler yaptık. Sonra bir de hatıra resmi çekip veda ettik (14:30). Ama gitmeden önce Nurcan Hanım Firuzan’ın avucunu küçük acı biberlerle doldurmuştu, yolluk olsun diye. Çay 1 lira, sac böreği 3 liraydı. Aslında beklediğimin üstündeydi ama sezon darlığını düşünürsek belki de normal sayılırdı. Gerçi ben kekik, adaçayı gibi doğada yetişen ve koparılıp kullanılan bitki çaylarından siyah çay parası almalarını fazla buluyorum. Maliyeti sıfır neredeyse.
Artık öyle bir kavşaktaydık ki Kızılağaç desek geri gitmemiz gerekecekti. Hadi dedik ne olacak, olmadı elimizde ineriz yokuşu diye Kuyucak üzerinde karar kıldık. Ancak öncesinde az ileride olduğu söylenen bir vadıyı görelim istedi Firuzan. Öyle bir yermiş ki ağaçların kökleri gözüküyor, dallarından sular damlıyormuş. Çok ilginç bir açıklamaydı bu. Haydi o zaman Kıran yoluna saptık. Ama in-çık ve sonra aynı yolu geri dön durumları bana ters geldi. Hele de 4 km olduğunu öğrendiğimde 8 km boşyere gitmek istemedim ve vaz geçtim (gelecek sefer söz buradan gideriz Akyaka’ya). Geri dönüp Kuyucak’a saptık.
2 km ileride önümüze çıkan kubbeli sarnıçtan sola sapsaydık Yenice ve Küçük Kuyucak’agiderdik. Ama biz düz devam ederek Büyük Kuyucak’a gidecektik. Yaklaşık 5 km yol. Buradaki çıkışlarla 865 m’ye yükseldik. Ama çok güzel orman yolundan ilerliyorduk. Çam kokusu, havanın temizliği ve serinliğini içimize çeke çeke keçi sürülerinin yanından geçip bir inişle 760 m’deki Kuyucak’a geldik (15:40 / 35.km). Buraları bal cennetiydi. Zaten bizi de arılar konusunda uyarmıştı dostlarımız. Aman dikkat denilmişti. Ağzınızı açmayın. Sımsıkı kapattık biz de.
Kuyucak köy kahvesine vardığımızda dışarda oturanlarla selamlaşıp kendimizi tanıtarak sohbete başladık. Onlar bizim hikayemizi bizse onların hikayesini merak ediyorduk. Nereden geliyor nereye gidiyorduk. Anlattık niyetimizi. Burdan sonrası toprak, dikkatli olun dediler. Ama esas dikkatinizi aşağıya indiğinizde verin, çünkü arıcıların en yoğun olduğu bölgeye gireceksiniz diye de uyardılar. Ne dedik kovan sayısını duyunca, inanamadık. Gördüğümüzde de şaşkınlık geçirdik. Bu sene bal bolmuş ve 3 kere kesmişler. İlkini 120 liradan sonrasının fiyatı düşmüş 80’e.
Unutmadan, Havva Hanım’ın bahsini kahvede de ettiler. Onlar da söyledi, çok iyi fal baktığını. Hiç korkmuyor musunuz geleceğinizi öğrenmekten diye sorduk. Yoo dediler.
Şöyle bir başımızı geriye döndürüp indiğimiz dağa ve yola son bir bakış attık. Fena sayılmazdı yaptığımız yol diye sevindik. 800 küsur metreden neredeyse sıfır metreye inmiştik.
Az gittikten sonra ne görelim: gözün görebildiği heryer kovan doluydu. Etrafta çalışan arıcılar, yolu geçen arılar ve havadaki vınlama sesi. Müthiş bir yer. Büyük bir bal fabrikası. Ağzımızı sımsıkı kapatarak burayı da aştık ve bir yol ayırımına geldik. Sola dönen yol Akyaka’ya gidiyordu. Aslında buradan devam etmemiz gerekiyordu. Sağ İskele Motel ve Çınar Plajına da gidiyordu. Akyaka’ya girmeden şu plaja bir bakalım dedik ve sağa döndük (sonradan anladık ki bu kıyıdan giden yolmuş ve ileride üstten giden bizim geldiğimiz yolla birleşiyormuş).
Nasıl olduysa Firuzan kenarda duran sonradan adının Halil İbrahim olduğunu öğrendiğimiz beye birşeyler sordu. Neler konuştuğunu kendisinden dinleyelim, çünkü sonrasında aldığımız bilgiler doğrultusunda olaylar gelişti.
“Çevrede kalabileceğimiz pansiyon, apart var mı diye sorduğumda sezonun kapandığını söyledi. Kamping gibi bir yer var mı peki? Çadır kurabilirdik. Tamam, dedi. Yola devam edin, ileride bir karavana göreceksiniz, Gazeteci Ekrem Bey’in karavanası. O size yardımcı olur, oralarda çadır kurabilirsiniz. Güvenli bir yer gösterir size, dedi. Teşekkürler, iyi akşamlar diyerek ayrıldık.”
Evet bunun üzerine kamp kuracağımız yere doğru yöneldik. 2 - 2,5 km kadar gittikten sonra Çınar Plajı'nı geçince solda bir karavan gördük. Önünde de 06 plakalı bir Renault araba. Bisikletlerden indiğimizde bizi köpekler karşıladı. Firuzan hemen ilişkiye girerek onları sakinleştirdi. Ekrem Bey de sahilden bize doğru, birşeyler söyleyerek hareketlenmişti. Biz de kendisine doğru gittik ve ne sebeple geldiğimizi anlattık. Çok samimi bir insandı, hemen tanıştık. Yanında arkadaşı Aysel Hanım vardı. Bize çadırı kurabileceğimiz bir yer gösterdi. Bisikletleri istersek kendi karavanına bağlayabileceğimizi önerdi. Hatta bir içkiye bile davet etti. Ama bizim pek yiyeceğimiz yoktu yanımızda. Karnımızı doyurmak için Akyaka’ya gitmemiz gerekirdi. Ancak önceden çadırı kuralım dedik, nede olsa ilk gecemiz olacaktı. Daha tecrübemiz bile yoktu. Aslında gelmeden önce Bayramoğlu’nda bir gece kalalım - test edelim istemiştik ne var ki İstanbul’da havalar yağışlı geçmişti. Her neyse kurup eşyaları da içine koyarak bastık Akyaka’ya. Vardığımızda hava kararmaya başlamıştı bile. İlk gördüğümüz lokantaya sulu yemek sorduk ama ancak öğlenleri bulunurmuş cevabını alıp bir başkasını aramaya koyulduk. Biraz daha içerde olan bir lokantada bizi doyuracak şeyler bulduğumuzdan buraya yerleştik. Çorba arkasından zeytinyağlı fasulye ve salata akşam yemeğimiz oldu. Buradan 23 lira ödeyerek ayrıldık. Garson çok samimi ve cana yakın birisiydi. Bize acı biber buldu, hatta götürmemiz için fazlasını da verdi. Yemek sonrası Şok’dan bazı ihtiyaçlarımızı karşıladık ve çadırın yolunu tuttuk. Öncesinde caminin çeşmesinden mataralarımızı doldurduk, suyunun güzel olduğunu öğrenmiştik. Mısır ekmeği de aldık sabah için. Tabii yolun üzerindeki bir başka bakkalın kapalı olduğunu görüp tekrar geri dönmek zorunda kalmamız havayı biraz germiş olsa da kısa sürede meseleyi geride bırakarak konaklama yerine vardık. İstanbul’dan şarjlı piller almıştık, AAA tipi. Ancak Firuzan’ın Trek marka ön farına taktığımızda bir çalıştı bir çalışmadı. Garipti durum, sonradan tekrar eski pilleri taktığımızda fark ettik ki milimetrik boy farkından temassızlık oluyordu ve yanıp sönüyordu, vaz geçmek zorunda kaldık şarjlı pillerden bu durumda.
Çadırımıza varıp bisikletleri de köşeye bir yerde birbirine bağlayıp geceliklerimizi giyip, tabii dişler falan fırçalandı, uyumaya hazırdık. Ancak ilk defa bu şekil bir yerde kaldığımdan dışardaki sesler öylesine içerdeymiş gibi geliyordu ki her sesten bir anlam çıkartmaya başladim. Köpekler bizi koruma altına almışlardı ama gene de huysuzlanıyordum. Yola yakındık ve ara sıra geçen arabalar ve bazı hayvanların çıkardığı garip sesler karşısında uzun zaman uyuyamadım. Hatta bir ara köpeklerin çok havlaması karşısında meraktan veya tedirginlikten çıkıp bakma ihtiyacını bile gösterdim. Ancak bütün bunlar benim hüsnükuruntumdu. Hiçbirşey olmadan sabahı bulduk. Çadırın fermuarını açıp temiz havada güzel bir gerindikten sonra azıcık karnımızı kuruyemişlerle doyurduk. Eşyalarımızı havalanması için iplere astık.
Telefonları açıp Hasan’ın ve Emre’nin aramalarını bekledik. Öyle ya Hasan 18 otobüsüyle gelecekti, Emre 22:30’la. Bugün akşamüstü GPA buluşması başlayacaktı. Yarın da yola çıkıyorduk. Yanımızdakilerle bir kahvaltımsı yaptık, peynir-ekmek-meyva suyu. Komşularımız da kalkmışlardı. Gece yapamadığımız sohbeti sabah yaptık. Uzun zamandır karavanda yaşıyormuş Ekrem Bey. Hatta karavanı burada bırakıp işi gereği gitmesi gereken yerlere gidip sonra tekrar dönüyormuş. Yerel idareyle de tanışıklığı onu bu bölgenin korumacılığına kadar götürmüş. Buranın sorumlusu ve sahibiydi. Bozulmasını değişmesini istemiyordu. Bu güzel sohbette bugün Bozburun’a gezmek için gitmeyi planladıklarını öğrendik. Ehh arabayla bu iş kolaydı. Bizim de aklımızdan oralara gitmek geçiyordu. Bakalım nasıl olacaktı?
Firuzan senin çadır gecen nasıl geçti?
“Uykuya dalana kadar denizin dalga sesini dinledim. Dışarıda uyumak ne kadar da büyük bir keyif diye düşündüm. Tabii, şimdilik tuzumuz kuruydu. Yağmur yoktu, çamur yoktu. Gecenin ilerleyen saatlerinde yoldan geçen araba ve kamyonların sesine uyandım. Sanki çadırın üzerinden geçeceklermiş gibi yakından geliyordu motorlarının sesi. Köpekler de havlıyordu çoğu zaman. Ekrem Bey’in söylediklerini aklıma getirip, köpeklerin kaplumbağa filana havladıklarını varsayarak, çok fazla endişelenmemeye çalıştım. Sabah uyanıp dışarıya baktığımda çadırda zaman zaman yaşadığım tedirgin dakikaları çoktan aklımdan çıkarmıştım bile. Tertemiz bir hava ve masmavi bir deniz işte tam orada, ayakucumuzdaydı!”
Buranın avantajlı yanı çok yakında WC ve duş olmasıydı. İlerideki izci kampı için herşey hazırlanmıştı. Biz de ihtiyacımızı oradan hallettik. Az sonra Hasan’ı aradım ve geldiğini öğrendim. Bulunduğumuz yeri tarif ettim. İlerleyen saatlerde de Emre geldi. Sonra ikisi birlikte bize geldiler. Deniz burnumuzun dibindeydi ve bizi çağırıyordu. Mayolarımızı giyip sulara atladık. Dalga dalga ısısı değişen bir suydu. Herhalde bazı yerlerde soğuk su karışıyordu ki bir sıcak bir soğuk oluyordu. Yüzerek şakalaşarak oyalandık suda. Sonra duşumuzu alıp kurulanıp Akyaka’ya gitmek üzere hazırlandık.
Yolda bize burayı tarif eden Halil İbrahim Bey’le tekrar karşılaşıp onda bir çay içtik ve teşekkür ettik yardımına. Bir de ilk defa aileye mahsus mescit görmüş oldum, hem de kadınlar içinmiş. Nasıl oluyorsa, kadın aileler mi demek istemişti imam?!!! Ancak çok güzel bir sesi vardı ezan okurken müezzinin. Yalnız bu küçücük yer için çok fazla açmıştı sesini. Bu işin bir normu vardır herhalde de kim dinler!
Emre ve Hasan buluşma noktasını biliyordu. Onların önderliğinde Yücelen Kamp Alanı’na doğru pedallamaya başladık. Yolumuz uzak sayılmazdı, 2 km sonra kampta olacaktık. Gezimizin bundan sonrası GPA olarak devam edecekti.
Bu şekilde Muğla'dan Akyaka'ya gelmiş ve 45 km kadar yol almıştık. Muğla ayrı bir keyif vermişti, Akyaka'ya köylerden, dağlardan inmek farklı bir tecrübe katmıştı. Heyecan içinde yarın başlayacak GPA'yı merak ediyordum (GPA3).
Yol: Muğla > Gülağzı > Doğan > Yerkesik > Kerimoğlu (24 km) > Kuyucak (35 km) > Akyaka Çınar Plj. (45 km)
Kaynakça:
http://www.mugla-bld.gov.tr/mugla/gezirehberi01.html
İlginizi çekebilir Sanat, Garip Bisiklet Yolları, Cesaret
İlginizi çekebilir Sanat, Garip Bisiklet Yolları, Cesaret