14 Eylül 2023, Perşembe / Konya III (12. gün)
Yatağım rahat, güzel uyuyorum. Rüyalar bile görüyorum. Nevzat Dayım benimleydi. Başka şeyler de gördüm ama hatırlamıyorum... Rüyalar farklı biçimsel dünyalar gibi görünse de sembollerin gerçeklikte bir anlamı olabilir. Ve rüyaların ne kadarını hatırlayabilirsek, sembollerin anlamını da çözebiliriz. En iyi yöntemlerden biri rüyanızı düşünmektir. Uyandığınızda birkaç dakikalığına rüyanızı ve detaylarını düşünerek hafızanızdan silinmeden zihninize kaydedebilirsiniz. Rüyanızı birine anlatmak ya da yazmak da kaydetmenize yardımcı olabilir. Bu yöntem bir süre sonra rüyalarınızı daha kolay hatırlama alışkanlığı yaratacaktır. Bazen rüyalarımızı sonradan hatırlayabiliriz, hatırlatıcı bir olay ya da söz unutulan rüyayı hafızamıza geri çağırabilir. Not almak faydalı bir yöntem olacaktır... denilmiş. Ama yapmadım. Araştırmalara göre her gece 6-7 rüya gördüğümüz, uykumuzun hızlı göz hareketi REM ve hızlı olmayan göz hareketi nREM döngülerinden oluştuğu ve rüyaları REM uykusundayken gördüğümüz söyleniyor ve “hatırladığımız rüyalar, uyku döngümüzün sonunda gördüklerimizdir. İlk REM uykusunda gördüğümüz rüya, gece boyunca katmanlar oluşturur. Son REM uykusunun bitimine doğru gördüklerimiz, rüyanın hatırladığımız bölümü olur”muş.
Bugün Sille köyüne gidece’m. O nedenle otobüs saatlerine bağlıyım. Sabah gene 2-3 parça eşyayı lavaboda yıkayıp perdeye astım. Alaeddin’den Sille’ye giden 44 numara 10.05’de kalkıyor. Buradan da 8 numara 9.45’de geçiyor. Yetişirim. Kahvaltıya 8.40 gibi iniyorum. Mideyi güzelce doldurup 9 buçuğa doğru ÖE’den çıkıp durağa yürümekteyim. Hava biraz serin. İlk durağı pas geçip dün takıldığım şeyi görmek istiyorum. Yerden 8-10 cm kadar çıkmış bir direğin kalan parçası. Anlaşılan trafik işaretiymiş, kesmişler ama ezip sıfırlamamışlar, böyle bir çıkıntıyı bırakmışlar ki insanlar takılıp düşsünler. Bunlar da beyinsiz yaratıkların işlerinden. İnsan diyemiyorum, yaratık. Böyle beyinsiz takımından bizim insanlarımız arasında bolca var. Her alanda karşınıza çıkar. Bununla ilgili bir fıkrayı günün sonunda anlatayım. (*)
Durakta bekleyen genç bir hanım ile sohbet ediyor, düşüşümü de anlatıyorum. 8 No.lu otobüs 5 dk gecikmeyle geliyor. Hızla Alaeddin Meydanına doğru yol almaktayız. 2 dk kala durağa yetişiyor ve 64 No.ya atlayıp yerimi alıyorum. İzleye izleye etrafı, 30 dk.lık bir yolculuk sonrası Konya’nın kuzeybatısına varıyoruz. Bu bölge güzel. Sille daha da güzel. Otobüsün son durağına kadar gidiyorum. Tepeye baraj göletine, mesire alanına kadar çıkıyor. Büyük ve geniş bir saha. Markette çalışanlarla birlikte giriş yapıyor, marketten 5 liraya su alıyor ve gölet kenarına iniyorum. Ortasında bir fıskiye, kenarlarda ördekler. İskelesi de var. Kayık veya tekneyle de dolaşılıyormuş denildi. Şöyle tanıtmış Selçuklu Kaymakamlığı: Sille Çayı üzerinde sulama ve taşkın kontrol amacı ile 1953-1960 yılları arasında inşa edilmiş olan Sille Himmet Ölçmen Barajı çevresinde piknik alanları, yürüyüş parkurları, çocuk oyun alanları, tırmanma parkurları yer alıyor. Öğrenciler ve izcilere yönelik olarak kullanılması amacıyla kamp alanları oluşturulan park içerisindeki gölette kayıkla gezinti yapılabiliyor... Biraz ördeklerin videosunu çekiyor eşe dosta yolluyor ve ayrılıyorum alandan. Bu sırada pikniğe gelmekte olan insanlar var. Ne ilginç, böyle hafta içi hanımlı beyli geliyor olmaları.
Yokuş aşağı yürüyorum. Bir taraftan da çevrenin fotolarını çekmekteyim. Zaman Müzesi yazısı geliyor ama müzeye benzer bir şey de görünmüyor. Sadece eski bir mezarlık girişi var. Bu mudur Zaman Müzesi acaba? Mezar taşları. Yokuş aşağı yürümeye devam. Sille’ye de yaklaşmaktayım. Çukurlarda iç içe evler. Bir daha Zaman Müzesi yazısı geliyor. Bu sefer tepelerde bir binayı işaret ediyor. Yaaa, buraya kadar geldin, geri tırman-gör diyor içimdeki ses ve mezarlığın içinden süren yoldan, eskiden şapel olan mekana giriş yapıyorum. Buradaki gayrimüslim halk, 1923 yılında yapılan mübadele anlaşmasıyla Yunanistan’a gidince, onlardan kalan bu küçük kilise, yıkık, dökük, harabe duruma gelmiş. 2012’de restore edilip nasıl değerlendirebiliriz diye düşünülürken akıllara, civarı da mezarlık olduğu için doğum, ölüm, zaman kavramı gelip bugünkü müze ortaya çıkmış.
Müzenin ilgi çeken eserleri arasında; Osmanlı ve Cumhuriyet dönemine özgü özel tasarım saatler, Osmanlı paşaları tarafından düzenlenen ve genel kullanıma tanzim edilen ruznameler, cep ve masa takvimleri ve resmi dairelerde kullanılan el yazma baskı takvimler yer almakta. Müzede ayrıca altın ve gümüş köstekli cep saatleri, THK’nın illere göre coğrafik ve ekonomik verilerin bulunduğu cetvelli takvimi, Roma dönemine dair arkeolojik güneş saati örneği ve halen Konya Hacı Hasan Camii şerifi kıble duvarında bulunan Osmanlı dönemi güneş saati reprodüksiyonu gibi birçok eser bulunmakta. Ve bir kelime takılıyor gözüme; usturlap. Ne demek? Türkçesi ‘yıldız yakalar’ anlamına geliyormuş. Araştırdığımda şunlar çıktı karşıma: Grekçe astron (yıldız) ve lambanein (almak, yakalamak) kelimelerinden türemiş olan usturlap (astrolabos), dönemin pek çok pratik ve teorik ihtiyacını gidermek amacıyla kullanılmış bir astronomi aletidir. Temel işlevi olan yıldızların yerlerini belirlemesi ve küresel astronomi problemlerini çözmesi bir yana, irtifa ölçmek, kıble yönü tespit etmek ve gündüz ve gece saatlerini belirlemek gibi amaçlara da hizmet etmiştir. Usturlap dendiğinde, gökyüzünün iz düşümü esas alınarak imal edilmiş olan düzlem usturlap akla gelir. En eski kullanımına dair iddia Eudoxous’u (MÖ 350) işaret eder. Archimedes, Apollonios ve Hipparchos gibi bilginlerce de kullanılmış, İskenderiyeli Theon’un yazdığı eserin çevrilmesiyle birlikte İslam dünyasına girmiştir... Daha fazlasını merak ederseniz > TarihHaber. Güzel düşünüşmüş bu müze. Tarihi Kentler Birliği’nden süreklilik ödülü de almış.
Zaman Müzesi’nden ayrılıp indiğim yerde sağda Aya Elena Kilisesi tüm görkemiyle durmakta. Bir öğrenci grubu gelmiş. Onlar kiliseden çıkarken ben giriş yapıyorum. Ama önce tanıyalım mekanı: Hz. İsa’nın doğumundan 327 sene sonra Bizans İmparatoru Konstantinus’un annesi Helena, hac için Kudüs’e giderken Sille’ye uğramış, buradaki ilk Hristiyanlık çağlarına ait oyma mabetleri görmüş, Hristiyanlara Sille’de bir mabet yaptırmaya karar vermiştir. Mihail Arkhankolos adına bu kilisenin temel atma töreninde bulunmuştur. Kilise asırlar boyu onarımlar görerek günümüze kadar gelmiştir... denilmiş Selçuklu Belediyesi’nin sayfasında ve devamında; Kilise düzgün kesme Sille taşı ile yapılmıştır. Avlusunda kayalara oyulmuş odalar bulunmaktadır. Kilisenin kuzeye açılan kapısından dış nartekse girilir. Burada kadınlar mahfeline çıkan iki yönlü taş merdivenler yer almaktadır. Kilisenin ana kubbesi dört fil ayağı üzerinde olup, kilise üç neflidir. Kilisenin içerisinde ahşaptan, üzeri alçı süslü bir vaaz kürsüsü ile apsisle ana mekânı ayıran ahşap alçılı kafes bir sanat şaheseridir. Kubbe geçişlerinde ve taşıyıcı ayaklarda Hz. Isa, Hz. Meryem ile havarilere ait resimler bulunmaktadır... Etkili bir mekan çıkmış ortaya. Duvarlarda azizlerin resimleri, en tepede ortada Hz. İsa ve Melekler... Fotolayıp ayrılıyorum.
Sille’nin tarihçesini okuyacak olursak: Arkeolojik verilere göre bölgede yerleşimin tarihi Neolitik Çağ'a kadar uzanmaktadır. Yerleşimin isminin kökeni konusunda çeşitli açıklamalar vardır. İlki Yunan mitolojisindeki Silen (Silene)'den geldiğidir. Yine 'Silenos', kaynayıp, coşarak köpürüp akan su kelimesinden türediği de kabul gören bir açıklamadır.
Osmanlı Döneminde Sudirhemi nahiyesinin merkezi olan Sille, etrafı dağlık, bir dere kenarında kurulmuş çok eski bir yerleşim birimidir. Kuzeyinde Debni Dağı, batısında Sulutas veya Karaburga, güneybatısında ise Takkeli Dağ (Gevele Dağı) vardır.
Sille’nin içindeki kanaldan su akmakta ve fıskiyeler çalışmakta. Kanal boyunca kahvaltılık mekanlar peş peşe dizili. Bazılarında müşteriler de var. Kimi grup şeklinde. Ama fazla bir kalabalık yok. Daha saati mi tam değil, veya günü? Neyse yürüyor, bir iki butik otel tarzı yerler görüyor, birinden fiyat alıyor, odasına 2 bin diyor. 3 kişi kalabilirmiş, tek de kalsan aynı para. Bu uygulama tek dolaşan için değil. Halfeti’de de böyle bir durumla karşılaşmıştım. Oda pazarlıyorlardı.
Sille Müzesi çıkıyor karşıma. Kırma çatısı, cumbaları ve fer pencereleri ile geleneksel Türk evi planında yapılan bina büyük bir konak görünümünde. Giriyorum, ücretsiz. Etnografya, bazen Kent Müzesi de diyorlar. İki katlı bir yapı. Birinci katının ortasında bir sofa, sofanın etrafında odalar, ikinci katta ise girişte oldukça geniş bir mekan ve etrafında odalar yer almakta. Buraları sergi mekanı olarak kullanılmış. Güzel derli toplu bir müze. Objeler dışında döner panolarla resimler yazılar sergilenmekte. Müzenin yöneticisi Sercan Beyle uzun uzun müzeye ilişkin, Sille, ilerisi için düşünülenler, geçmişte olanlar, benim yarın gitmek istediğim kelebekler parkı…, sohbet ediyoruz. Öğrendiğime göre; 1930'lu yıllarda inşa edilen iki katlı bu bina Sille'deki ilk kiremit çatılı yapılardan birisi. Uzun süre Sille İlkokulu olarak kullanılmış. Bir dönem de belediye binası, 1995-1996’lı yıllarda binada Sille Halı Kooperatifi faaliyet göstermiş. Ama esas beni şaşırtan, daha doğrusu şaşmamak lazım, böyle nice örnek var, Türkan Şoray'ın rol aldığı 1987 tarihli "Gramofon Avrat" (**) adlı filmin dans sahneleri Aya Elena Kilisesinde çekilmiş olması. Bugün müzeye dönüşmüş olan mekan o zamanlar film seti, hatta çobanların sürülerini barındırdıkları ağıl. Ateşler yakılmış, isi duvarlardaki freskleri kaplamış, kilise bakımsızlık ve sahipsizlikten fazlasıyla nasibini almış. Anlattıklarının arasında bir de çöl kraliçesi olarak adlandırılan Gertrude Bell’in (***), zamanında, 20. yy başlarında bu bölgeyi de içine alan keşif ve casusluk turlarında bolca fotoğraf çekerek Anadolu’nun arkeolojik haritasını çıkarmış olması. Odaların birindeki bazı fotolar ona ait.
(**) Yusuf Kurçenli’nin Gramofon Avrat filmiyle gündeme gelen “oturak alemi”, kökeni neredeyse Selçuklulara uzanan, Konya’ya ait bir hasat mevsimi eğlencesi. Eşini, dostunu eğlendirmek isteyen ev sahibi; saz ekibi ve dansçı kadınlarla tertip ettiği geceye, ‘barana’ denilen dost meclisini davet ediyor. Eve yalnızca davetli erkekler girebilirken, gece boyunca kurulu sofranın yemeklerini köyün kadınları hazırlıyor. Dans etmek için gelen ‘oyuncu kadınlar’ ise ev sahibinin koruması altındaki kesin kurallar çerçevesinde konuk ediliyor. Kadının istemediği herhangi bir dokunuş yasak, sevişmek yok, gecenin sonunda ev sahibinin vereceği dışında para çıkarmak ayıp.
(***) Gertrude Margaret Lowthian Bell (1868–1926), Birinci Dünya Savaşı yıllarında İngiltere adına casusluk yapan Gertrude Bell bir çok Arap aşiretini Osmanlı'ya karşı kışkırtmayı başardı. Irak sınırlarını kendi elleriyle çizdi, Irak tahtına Kral Faysal'ı o geçirdi.
Avcılar Derneği kahvesinde içilen 2 çay (3-) ve soda (5-) sonrası otobüs saatine kadar biraz içerlere tepelere çıkıyorum. Buraları aşağılardan daha güzel. Toparlanmış binalar var. Camiler özellikle iyi konumda görünüyor. Kiminde minare de yok. En tepede, merakından yanıma gelip sohbet eden İbrahim Bey, ziraat mühendisi, eşi Giresunlu, çocukları torunları İstanbul’un çeşitli semtlerinde; Ümraniye, Kâğıthane, Kurtköy…, sayıyor. Davet ediyor, gelirsen kalırsın diyor. Laf lafı açıyor, Sille ile ilgili değişik bilgiler veriyor; genel olarak İç Anadolu'da Kapadokya, Kayseri ve Karaman köylerinde yaygın şekilde konuşulan bir Sille Ağızıolması. Nasıl bir şeyse? Sille Taşı; bu yörede çıkan Volkanik ve Andezit özellikleri taşıyan bir taş çeşidi. 2000 derece ısıya dayanıklı olması nedeniyle tuğla ve kiremit fabrikalarında, kireç ocaklarının fırın yapımında kullanıldığı, ayrıca yapı taşı olarak da tercih edildiği, yöredeki pek çok eski bina ve Konya camilerinde yaygın olarak kullanıldığı... Bir de Sille Halısı; gene bu yörede dokunan özel desenleri, kompozisyonları ve kullanılan kök boyaları ile dikkat çeken halı çeşidi. Boyamada kullanılan Cehrî (Rhamnus petiolaris) bitkisinden elde edilen doğal renk en belirgin özelliği ile Sille Beş Göbek halıları en değerli halılar arasında kabul edildiği, ayrıca halı at eyeri örtüsünün sadece Sille'ye mahsus olduğu... Yani yani, ne desem? Güzel bilgiler bunlar. Bir de sille, kelime olarak “sille tokat” şeklinde kullanılmıyor mu? Farsçadan türeyen sille için TDK; “elin iç yüzüyle vurulan tokat” demiş.
Daha fazla tepelere çıkmıyor inip durakta otobüsü beklemekteyim. Saat 15 otobüsüne binip Konya yolunu tutuyoruz. Geldiğimiz yoldan geri. Bir ara Özceylan bisikletçisinin yakınından geçiyorduk, insem baksam mı diye düşündüm. Bir kaç kez internet üzerinden alış veriş yapmıştım. Fiyatları diğerlerine göre daha makuldü. Ama vaz geçiyorum. Sonra geri yürümek uzun sürecek. Biraz dışta, farklı bir yerde.
Kültürpark Meydanı’nda (****) iniyor İl Halk Kütüphanesi’ne doğru yürüyorum. Bakalım burada ne var? “Türkiye Selçuklu Hanedan Sergisi”. Dar-ül Mülk Sergi Sarayı yazan mekanda rehber hanım eşliğinde Alaeddin Tepesinde yatan Selçuklu sultanlarının balmumu heykellerinin hikayesini dinliyorum. “Anadolu Selçuklu Devleti'nin hanedan türbesinden çıkarılan naaş kalıntılarının DNA ve anatomi analizi yapılarak 12'si sultan, 17 hanedan üyesinin yüz ve beden görünümü ortaya çıkarıldı. Bunun için İstanbul Adlî Tıp Kurumu’nun yanı sıra Türkiye Atom Dairesi Başkanlığı’ndan yardım alındı. Saç, göz, deri ve yaş konularında alınan sonuçlar ile tomografilerden elde edilen bilgiler kafataslarının üç boyutlu kopyalarına işlendi ve Alâeddin Tepesi’nde bulunan on üç Türkiye Selçuklu Hükümdarı ile iki kadının ve diğer hanedan mensuplarından bazılarının kafatasları etlendirildi! Ve nihayet, projenin bir başka aşamasına geçildi. Silikon heykellerin ardından müzelerde ve özel koleksiyonlarda bulunan dönemin tekstilleri üzerinde iplik, doku ve renk analizleri yapıldı; minyatürlerden ve eldeki az sayıdaki örneklerden istifade edilerek Konya Olgunlaşma Enstitüsü’nde yeni dokunan kumaşlardan silikon heykeller için elbiseler dikildi…” Müthiş. Anadolu’da 1077 ile 1308 yılları arasında hüküm sürmüş Selçuklu Devleti’nin hükümdarlarının önünden geçmekteyim. Çok etkileyici. Öyle ki, sanki canlanıp hareket edecekler, konuşacaklarmış gibi karşımdalar. 8 yıllık bu çalışma 2 yıl boyunca açık kalacakmış. Sonra?
(****) Geçmişi XVII. yüzyıla kadar uzanan Kültürpark’ın nüvesini oluşturan Dede Bahçesi; Selçuklu Döneminde, bugün sadece türbesi ayakta kalan Tacülvezir Külliyesi’nin güneyinde ekim ve yaylım yeri olarak kullanılan bir tarladır. Dede Bahçesi, 1945 yılında yapılan imar planında korunmuştur. 1954 Yılı İmar Planı’nda ise alanın büyük bir bölümü çocuk bahçesi, hayvanat-nebat bahçesi olarak ayrılmıştır. 1967’de hazırlanan imar planında bu alan fuar ve kültür parkı olarak düzenlenmiştir. Bu plan esas alınarak fuar alanının projeleri hazırlatılarak düzenlemelere başlatılmıştır. 1970 yılında ilk etap “Konya Fuarı ve Kültür Parkı” olarak hizmete açılmıştır. Daha sonra 1986 yılına kadar çeşitli zamanlarda alanın genişletme çalışmaları devam etmiştir. 1980’li yılların sonlarında fuarın kuzeydoğu yönünden geçen raylı sistem güzergâhı, fuar ve kültür park alanının genişlemesini durdurmuştur. 1992 yılında yeni bir proje hazırlatılmış, ancak bunun bir bölümü uygulanabilmiştir. Daha sonra fuar alanı, yeni bir düzenleme sürecine girmiş ve Konya Fuarı uygulamasına son verilmiştir. Yeniden projelendirilen bu alan, yeni yapılanma ve düzenlemeler sonrası “Kültürpark” olarak hizmete açılmıştır. İl Halk Kütüphanesi de daha kapsamlı ve modern olarak bu alanda yeniden inşa edilmiştir... Öff be...
Dar-ül Mülk Sergi Sarayı’nı gezdiren genç hanım turizmde yüksek lisans yapmış, rehber. Beni Taşbina’ya yönlendiriyor. Multivizyon Konya tanıtımı varmış orada; goKonya. Binayı dıştan görmüş ama girmemiştim. Bu bir fırsat diyor ve oraya yöneliyorum. Bir başka genç rehber hanım (Melda Hn.) bu sefer beni gezdiriyor ve açıklamalarda bulunuyor. Hoş böyle gençlerle olmak. Binanın yapımına 1917 yılında başlamış ve 1922 yılında bitirilmiş. Konya Dar'ül Muallimat Mektebi (Kız Öğretmen Okulu) olan bina daha sonra Selçuk Üniversitesi’ne tarafından kullanılmış. Bugün 6 odası Konya Dijital Tanıtım Merkezi. Gastronomi ve El Sanatları Odası’nda konu yemeklerden açılınca, vejetaryenlik, etsiz nerede yenir gibi soruyorum. Bana Millet Parkında 40ikindidiye bir lokantayı öneriyor. Fiyatları çok turistik olmayan, resmi konuklarını da orada ağırladıklarını anlatıyor ve şiddetle tavsiye ediyor. Bu arada kendisi de vejetaryen besleniyormuş. Buna ne denli mutlu olduğumu bilemezsiniz... Bisiklet konusu açılınca ben de gezimi paylaşıyorum. Daha dün iki Fransız bisikletçinin geldiğini ve Kapadokya’ya devam ettiklerini anlatıyor.
Sözü edilen Millet Bahçesine doğru yol almaktayım. Oldukça da uzak. DSİ’nin yakınlarında. Oralardan geçmiştim dolanırken. Artık az çok konum bilgisine sahibim, 3’üncü günümde. Bu arada, etrafta asılı bez afişlerde yazılana göre bir Velespit Müzesi kurulacakmış Konya’da. Şöyle tanıtılmış: Yine Meydan Evleri bünyesinde hayata geçecek Velespit Müzesi içerisinde ise “Minyatür Bisiklet Sahneleri”, “Bisikletin Tarihi Sergi Odası”, “Bisikletin Mekanizması Sergi Odası”, “Konya’da Bisiklet Temalı Sergi Alanı” gibi; bisikletin sanatla birleştiği ve hikâyesinin anlatıldığı birçok alan yer alacak. Müzede ayrıca Konya’da bisiklet kullanımının tarihsel gelişiminin, bisiklet hafızasının ve kültürünün anlatıldığı; bisiklet yollarının gelişimini gösteren haritaların ve modifiyeli bisikletlerin yer aldığı materyaller de sergilenecek... Sokaklar kalabalık. Gençler fazlasıyla ortalıkta. Konya’da üç üniversite var bildiğim kadarıyla. O nedenle bir öğrenci şehri. Etrafı izleye izleye geldim, 40ikindi’de yerimi alıyor ancak etsiz pek yemek yok menüde. Sadece zeytinyağlılar var. Şimdi onları tatmak istemiyorum. Sille’deki bey yağ somunu’ndan söz etmişti. Ben yağ denilince kuyruk yağı falan sanmıştım. Hani Konyalılarda bir et merakı fazlasıyla olduğundan. Ama değilmiş. Bolca kullanılan tereyağından dolayı adı yağlı somun’muş. İçinde küflü peynir ve siz ilave ne istiyorsanız ekletebiliyorsunuz demişti. Bu et-kıyma da olur sebze falan da olabilirmiş. Konya pizzası da deniliyormuş. En ünlüsü de Vedat Milor tarafından meşhur edilen Pideci Hasan Şendağlı. Her yerde gözüme ilişti bu yağlı somun. Merak edip onu tatmak üzere pideciyi Google’a işaretleyip yürümekteyim. Aziziye Camii yakınlarında demişti. Bir de MKM tarafında yerleri varmış. Az kaldı oraya kadar yürüyecektim, daha uzak. Ama yakındakine gidiyor ve sebzelisini ısmarlıyorum. Yanına ezme, turşu biber ve maydanoz ikram ediyorlar, bir de acılı şalgam ısmarlıyorum (145-). Çok lezzetli gerçekten. Vedat Milor bunu İtalyanların ‘calzone’ kapalı pidesine benzetmiş.
Afiyetle doydum, bir de kahve içsem. Ama şu Kadınlar Pazarı’nı merak etmekteyim. İşaretleyip kolayca buluyorum. Büyükçe bir çarşı. Yiyecek ile dolu. Sebzeler, meyveler, peynirler, zeytinler, bakliyatlar... Süper bir yer, bayıldım. Tam benlik. İstanbul’da olsa hiç çıkmam : )) Hele de Konya’nın Yeşil Tulum denilen doğal küflü peyniri, kilosu 130 TL idi. (...) Alaeddin’e doğru yürümekteyim. Sahip Ata Müzesi’ne denk geliyorum. Arkeoloji Müzesine giderken camisini gezmiştim. Müzeyi atlamışım. Bunu yarın tamamlamam lazım. Merak ettim neler var içinde? Kapısına tel bağlanıp mühürlenmiş. Güvenlik nedeniyle olduğunu öğreniyorum. Her gece mühürleyip çıktıklarına göre önemli eserler olmalı içeride.
Gene yolumun üzerinde Sırçalı Medrese’ye denk geliyorum. Kapalı denilmişti. Güvenlikçi açıyor ve girmeme izin veriyor. Biraz harap olmuş duvardaki çiniler, ama kalanlar bile zamanında ne denli görkemli olduğuna işaret ediyor. Selçuklu devlet adamlarından Bedreddin Muslih’in fıkıh ilmi okutulmak üzere inşa ettirdiği medrese iki katlı. Önceleri Mezar Anıtları Müzesi olarak faaliyetini sürdürdüğü bugünlerde ise Mevlevi tanıtım toplantıları için belediye tarafından kullanıldığını anlatıyor güvenlikçi bey. Suriyelilerden çok yakınıyor. Geceleri damlarda kediler gibi dolaşıp hırsızlık yapıyorlarmış. Birinin buzdolabını yürütmüşler adam evdeyken.
Kahve için Suriyelilerin oraya mı gitsem diye yürüyorum gene. Şems türbesine yakın. Az çok yön belirleyerek Teksas’dan (*****) ÖE’nin arkasından devam ediyorum. Yolumun üzerinde başka bir Suriyeli kahveciye rastlıyor ve 10 liraya bir espresso içiyorum. Bayılıyorum bunların kahvesine. Suriye’den kalma bir alışkanlık oldu. İstanbul’da da Suriye lokantasına gittiğimde içiyorum.
(*****) Alaeddin duraklarının oraya Teksas diyorlar. Niye ki? Taşbina’daki kişi, zamanında o bölge fazla hareketliymiş, asayiş bozukmuş, Teksas’a benzetildiğinden diye açıkladı. Merak ettim araştırdım, şöyle bilgiye rastladım: 70'li ve 80'li yıllarda Alaaddin durağının yanında bir pavyonun adı idi. Bu gün esamesi yok ama adı kaldı.
Kayalıpark durağında 8 numarayı beklemekteyim. 10-15 dk daha var, derken Adliye tramvayı yanaşıyor. Çok merak ediyordum bu hattı, atlıyorum. Hava kararmakta. Fazla bir şey göremesem de son durağa kadar gidiyor, bir büyükçe marketten iki armut ve büyük su alıp gene tramvayla geldiğim durağa dönüyorum. Tramvayda bir genç bayılıyor, yolcular telaşa kapılıyor ayıltmaya çalışıyorlar. Kimi su veriyor, kimi ayaklarını kaldırıyor, kimi 112’yi arıyor. Ben kolonyalı mendil ve bonbon veriyorum, belki şekeri düştü. Neyse ayıldı. Durakta indiğimden devamını izleyemiyorum. Herhalde düzelmiştir.
Kayalıpark durağında 8 numaranın gelmesini beklemekteyim, 18 dk diyor. Banka oturup gecenin karanlığı içinde etrafı izliyorum. Bir hayli çok bisikletli geçiyor. Çoğunda ne ışık-ne kask-ne de kendilerini belli eden fosforlu bir şey var. Öylesine gidiyorlar. Herhalde sürücüler de alışık bu duruma. Sadece bir tane gördüm bizim gibi giyinmiş.
(*) Size sabah sözünü ettiğim fıkrayı anlatayım: Adamın şiddetli başı ağrıyormuş. Gitmediği hastane, doktor kalmamış. Hiçbiri bir çare bulamamış. Sonunda, eş dost tavsiyesiyle Başkent’e gitmiş. Başının ağrısına orada bir çare aramaya başlamış. Başkent’te, dünyaca ünlü bir beyin cerrahını tavsiye etmişler. “Sizi iyileştirse o iyileştirir.” Doktor muayene etmiş. Sonrasında tahlil, film, röntgen, MR derken… sonunda teşhisini koymuş: “Sizin beyniniz eskimiş!” - “Ne!” - “Beyniniz eskimiş!” - “Aman doktor! İnsanın beyni eskir mi hiç?” - “Eskir tabii. Neden eskimesin?” Neye uğradığını şaşırmış adam. “Peki ne olacak şimdi?” - “Olacağı, beyninin iyi bir bakıma ihtiyacı var. Bakıma alacağız beynini.” - “Nasıl olacak bu?” - “Beyin ameliyatından bir farkı yok. Kafatasını açacağız. Beynini çıkarıp alacağız. On beş gün bakım yapacağız burada. On beş günün sonunda yıkayıp temizleyip yerine geri takacağız. Hem başının ağrısı kesilecek hem de beynin eskisinden daha iyi çalışacak.” - “Peki ben beyinsiz nasıl yaşayacağım?” - “Yaşarsın. Sadece on beş gün. İnsan on beş gün beyinsiz yaşayabilir.” Adam şaşkın, çaresiz de. Başının ağrısından duramıyor. Sonunda razı olmuş. Kafatasını açıp beynini almışlar. Sonra adam çıkıp gitmiş. Gidiş o gidiş! On beş gün, bir ay, altı ay… Doktor merak etmiş. Bu adam beyinsiz bir halde ne yapıyor, başına bir şey mi geldi derken… bir gün şehrin meydanında bir kalabalık görmüş. Merak etmiş. Kalabalığa yaklaşıp sormuş, “Ne var, ne oluyor burada?” - “Reis konuşuyor,” demişler. Doktor da kalabalığa karışmış. Alkış, slogan, bağrış çağrış, itiş kakış derken kürsüye kadar varmış. Bir de bakmış ki beynini aldığı adam! Adama yaklaşıp, “Beni tanıdın mı?” demiş. - “Tanıdım,” demiş adam. - “Neden gelip beynini almıyorsun kardeşim!” “Beyine ihtiyacım yok ki doktor! Görmüyor musun, ülke beni Reis seçti!”
Sille Baraj Parkı Göleti |
Sille Baraj Parkı |
Yokuş aşağı yürüyor... |
... bir taraftan da çevrenin fotolarını çekmekteyim. |
Bu mudur Zaman Müzesi acaba? Mezar taşları. |
Zaman Müzesi; tepelerde bir binayı gösteriyor. |
Zaman Müzesi |
Roma D. Güneş Saati (repro) |
Konya Hacı Hasan Camii Şerifi Osmanlı D. Güneş Saati (repro, küçük ölç.) |
Osmanlı D. Camii Şerif ve Resmi Dairelerde Kullanılan Tabut (ahşap kasalı) Saat |
Usturlab |
Dünya Usturlab |
Osmanlı D. Bronz Usturlab |
Osmanlı Ahşap Kasalı Porselen Kadranlı Duvar Saati |
Osmanlı D. Hilal Yıldız İşlemeli Salon Saati |
Masa Saatleri |
Aya Elena Kilisesi |
Aya Elena Kilisesi İçi |
Despot Koltuğu (19. yy) |
Despot Koltuğu |
İkonastasis (19. yy) |
İkonastasis |
Ambon (19. yy) / Org |
Kiborium (1901) |
Aya Elena Kilisesi İçi |
Kilisenin avlusunda kayalara oyulmuş odalar bulunmakta. |
Aya Elena Kilisesi |
Ortodoks Mezar Taşı (19. yy) |
Zaman Müzesi |
Aya Elena Kilisesi |
Sille’nin içindeki kanaldan su akmakta ve fıskiyeler çalışmakta. |
Tarihi Taşköprü |
Kanal boyunca kahvaltılık mekanlar peş peşe dizili. |
Sille Müzesi; yapı 1930’lu yıllarda ilkokul binası olarak yapılmış |
Kisve-i Şerif (Kâbe İç Örtüsü, 18.-19. yy) |
Türk Bayraklı Porselen Tabak / Mübadele Temalı Kazan (20. yy) |
Böyle eski fotolar gördüğümde o zamana geri gitmeye çalışır, insanların akıllarından geçenleri düşünür... |
İşlemeli Takunya (20. yy) |
Cam Şırınga |
Sille sokakları. |
Ak Camii (1280), Sille |
Sille'nin üst kısımları aşağılardan daha güzel... |
... toparlanmış binalar var. |
Mezaryaka Camii, Sille |
Erken Hristiyanlık dönemi mağara kiliselerinden Banaya Kilisesi. |
Orta Camii, Sille |
Siella Sillehan Otel |
Karataş Camii, Sille |
Tramvay Kafe, Konya |
Hanedan Büyüğü (1075-1086) / II. Gıyaseddin Mesut (1282-1296/1320-1308) |
II. Gıyaseddin Keyhüsrev (1266-1282) / I. Gıyaseddin Keyhüsrev (1292-1196/1204-1211) |
I. Alaeddin Keykubad (1220-1237) / II. Gıyaseddin Keyhüsrev (1237-1246) |
Keyferidun (1220-122) |
Multivizyon Konya, Taşbina |
Kültürpark |
Kırkikindi |
Pideci Hasan Şendağlı |
Kadınlar Pazarı |
Kadınlar Pazarı |
Sahip Ata Müzesi Taçkapı |
Sırçalı Medrese Taçkapı |
Medresenin içindeki çini ve sırlı tuğla bezemeler göz alıcıdır. Çok tahrip olmuş ve günümüze kısmen ulaşabilmiş çini bezemelerde çini mozaik ve sır kazıma teknikleri uygulanmıştır. |
13. gün (devamı) Konya IV - 11. gün (öncesi) Konya II
[bisikletle]Türkiye: Anadolu Beylikleri...
Bolu–Mudurnu, 50 km
Mudurnu-Nallıhan, 50 km
Nallıhan-Mihalıççık, 63 km
Mihalıççık-Sivrihisar, 69 km
Sivrihisar-Emirdağ, 61 km
Emirdağ-Yunak, 66 km
Yunak-Akşehir, 64 km
Akşehir-Kadınhanı, 76 km
Kadınhanı-Konya, 66 km
Konya-Çumra, 60 km
Çumra-Karapınar, 77 km
Karapınar-Ereğli, 68 km
Ereğli-Ulukışla, 56 km
Ulukışla-Bor, 61 km
Bor-Çiftlik, 50 km
Çiftlik-Niğde, 42 km
Niğde-Derinkuyu, 60 km
Derinkuyu-Ürgüp, 42 km
Ürgüp-Hacıbektaş, 71 km
Hacıbektaş-Kırşehir, 54 km
Kırşehir-Kaman, 64 km
Kaman-Keskin, 47 km
Keskin-Kırıkkale, 37 km
İlginizi çekebilir [bisikletle]Türkiye: Urartuların İzinde (Iğdır-Doğubayazıt)