10 Aralık 2010

Suriye: Tadmor - Şam


16 Kasım 2010, Salı / Tadmor - Basiri

Bayramınız kutlu olsun

Çadırın içi gece bayağı soğudu, girişlerini kapamalarına rağmen. Biz bir köşede, ev sahibi Ahmet ve arkadaşı diğer köşede uyuduk. Çadır kocaman ama, ev gibi. Bedevi çadırı, keçi kılından, bilirsiniz.

6’yı geçe uyandık ama tulumlardan çıkmamız 7 oldu. Hemen toparlanmaya başladık. Çadır sahipleri daha uyuyorlardı. Bugün yolumuz 90 km’ye yakın olacaktı. Palmira’dan ayrılıp Basiri’ye gideceğiz.

Kalmak için seçtiğimiz yer de tam antika. Tuvaletlere su doldurmamışlar, akmıyor, taşıdık bidonla. Bir de 200 + 25 suri veriyoruz. Haa bir mesele daha var, unuttum. Pasaportları polise bildirmeleri gerekirmiş, o nedenle (sanırım fotokopi için) 25 suri daha istemişlerdi. Neyse harekete az kala Ahmet uyandı ve bizi develeriyle resimledi. Sonra da vedalaşıp yola koyulduk Tadmor’un içinden, buranın adı buydu ama antik adıyla biliniyor dünyada, Palmira. Fakat ülkenin diğer yerlerinde yerel adını söylemek gerek, yoksa neresi diye bakıyorlar adamın suratına bön bön. Aynen bizdeki Kapadokya ve Ürgüp misali gibi.

“Çantaları bisikletime de takmış, hazırlıklarımı bitirmiştim. Dışarıya develerin yanına gittim. Onları mandalina ile beslerken iki küçük kızın anne ve babaları ile birlikte yaklaştıklarını gördüm. Develeri sevmek istedikleri belliydi. Ama nasıl yapacaklarını tam bilemiyorlardı sanırım. 5 - 6 yaşındaki çocukların kendilerinden oldukça iri cüsseli hayvanlardan korkmamaları, onlara dokunmak istemeleri hoşuma gitti. Develeri beslesinler diye onlara da mandalina verdim. Teşekkür ettiler, İtalyan bir aileymiş. Develer mandalinaları avuçlarından yedikçe çocuklar keyifleniyor, gülüyorlardı. Kim bilir nasıl hissediyorlardı kendilerini, onlar için belki 1001 gece masallarından fırlamıştı bu develer?

Develer ne kadar da sakin ve aheste hareket ediyorlardı? Bembeyaz, çok sevdim ikisini de. Meğer ilk beslediğim dişi, diğeri erkekmiş ve bu beraberlikten yakında minik bir deve dünyaya gelecekmiş. Ne kadar da tatlı olur! Görmek isterdim...”

Burası (Palmira) keyifli bir yerdi, tüm tarihi eserler geziliyor, bir açık hava müzesi. Çevresinde yerleşim olmuş. Turizmden dolayı İngilizce konuşan fazlasıyla. Sabah sabah turist otobüsleri gelmiş müze ziyaretine. Hatta Türkçe konuşanlar da yürüyordu sokaklarda. Muhakkak bayram tatilinde Suriye’ye gelen çoktur.

Uzun uzun pedal bastık Palmira’dan ayrılmak için. Sonradan anladık ki çıkış için daha kısa bir yol varmış, ama bu sayede diğer bölgeleri de görmüş olduk. Şöyle geniş bir yay çizerek, kalenin etrafından dönerek bağlandık Şam yoluna.

Hava düne göre daha sıcak ve güneşliydi. Ama hareket eder etmez serinliyordu. Derece 18 olmasına rağmen, rüzgar esince üşüyorduk. Mecburen kollukları ve yeleği giyiyorum, Firuzan’sa zaten daha kalın giyiniyordu, bana göre daha çok üşüdüğünden.

 

 
 

 

 
 


Bundan böyle Şam’a doğru yükselmemiz gerekecekti, yani artık tırmanış daha fazla olacak. Zaten bunu hemen gördük. Ama neyse ki hafif hafif, +1, +2 gibi. Bunu böyle 50 km’ye yaydığınızı düşünün.

Yolda artık güvenlik şeridi yoktu ama bayram nedeniyle mi nedir bilinmez, kamyonlar da yoktu, sadece binek araçları geçmekteydi. Onlar da sanırım bayram ziyaretinde olanlar veya gelenler. Çünkü bazılarının üzerleri öylesine yükle doluydu ki, taşınıyorlar sanırsınız.

Çöl sıcağı kendini göstermeye başladı ve yavaş yavaş kollukları, yeleği çıkartmak gerekti. Etraf da önceki günlere göre farklılaştı. Uzaklarda tepeler belirdi, sonsuzluk hissi sürüyordu ama.

Kahvaltı için kenarda bir mola verdik ve yanımızdakilerle güzelce doyduk. Mandalina sulu olduğundan öylesine güzel gidiyordu ki. Firuzan alırken amma çok demiştim. Fakat şimdi hak verdim, iyi ki fazla almış, durmadan yiyoruz çünkü, yok durarak da yiyoruz :)

35 km kadar uzaklaşmıştık ki deve yarışlarının yapıldığı bir yerin yakınından geçtik. Keşke denk gelebilseydik böyle bir gösteriye, ilginç olurdu herhalde.

Ne var ki yolumuz üzerinde tek bir istasyon, ev veya insana dair bir şey yok. Uçsuz bucaksız bir coğrafya. Yol da dümdüz, git git bitmiyor. Böyle ileride yolun ucunu görüyorsun ama bir türlü yaklaşamıyorsun, öyle bir durum. Biraz bayılttı. Yanından geçtiğimiz polis istasyonuna da girmeyince 70 km neredeyse insan görmedik.

Yok bir tane gördük. Herhalde buranın numarası bu. Yolda bir çoban gene, elindeki boş şişeyi sallıyor size, su istiyor. İnsanlık namına durup veriyorsun, yemek istiyor, sonra da sıra paraya geliyor. Bir şeyler söylüyor, anlamıyorsun. Elinle para işareti yapmaya başlıyor. Yani dilenmenin başka bir yolu. O nedenle nasıl hareket etmeli bilemiyorum ama tekrar çıkarsa herhalde durmayacağım.

Bir ara sıcağa dayanamayıp bir gölgelik görünce, hemen bisikletleri bırakıp bayır aşağıya inip ağaçların altında dinlendik. Hurmalardan yedik, mandalina ve kurabiye tükettik. Buranın kurabiyeleri de nefis. Yumuşacık, gevrek, öyle sımsıkı sert değil.

Sıcak baydı ve moralimi de bozdu. Yoruldum da. Ve epeyce geriye düştüm Firuzan’dan. Yani gidesim yok, bisiklet üstünde uykusu gelir mi insanın? Gelirmiş işte. Hani direksiyon başında uyuyanlar var ya, neredeyse ben de gidon başında uyuyacağım. Arada bir moral veriyorum kendime ve biraz daha kuvvetli basıyorum ama boşuna. Mümkün değil yetişmem. Firuzan da kaptırmış gidiyor. Sesimi de duyuramıyorum. Rüzgar ters esiyor. Bir ara noktacık olarak kayboldu ufukta.
 


Sonunda, herhalde bu yolun tepe noktasını aşıp biraz yokuş aşağıya inmeye başladık ve ilginç bir araziye geldik. Sağ sol kazılmış, çıkanlar bir yerlere yığılmış, küçük büyük tepeler oluşmuş. Solda ise kocaman bir çukur, ama dev. Hani ayda mısın, Mad Max film setinde misin, öyle bir şey. Daha sonra anladık ki burası sülfat yataklarıymış ülkenin. Sağda ileride bazı binalar. Bir kasabaya geldiğimizi sandık, çünkü haritada da adı vardı (Khneifis). Ama değilmiş, devlete ait bir işletmeymiş. Çünkü girelim dediğimiz yer bir fabrika girişi gibiydi, bariyer, güvenlik falan. Kulübenin içinden iki kişi çıktı biz yanaşınca. Selamın aleykum. - Aleykum selam. - Mümkün girmek? - Namümkün denildi ve “devleti” gibi bir laflar duyduğumda anladım ki devlete ait bir durum. Ehh ne edeceğiz şimdi? En yakın yerleşke Basiri’ye 15 km var daha. Bitmişim artık “istirahat mümkün” duymak istiyorum. Çadır, döşek, battaniye diyerek yatacak yer aramak istiyorum. Ne edelim mecburen devam edeceğiz. Bari sularımızı doldurun diye tüm mataralarımızı tazeledik. Bu serin su iyi geldi sanırım, biraz da yokuş aşağıya giden yol, -1, -2 gibi, bir roketleme yaptı bende ve 33 – 38 km gibi bir hıza çıkarak Basiri yolunu tuttuk. Ama ne uçuş, sanki az önce bayılan ben değilim. Yan yana gidiyoruz artık. Gelenler de mecburen uzağımızdan geçiyorlar. Sağda bir Bağdat Café görüyoruz, önünde in cin top oynuyor. Burada kalamayız, devam yola.

Uzatmayayım sonunda Basiri geldi. Geldi de, burası da minyatür bir yer. Mesken falan görünmüyor ortalıkta. Bir 3 yol ayırımı var. Sol Irak’a gidiyor. Sağ ise ikiye ayrılıyor, biri Humus, diğeri Şam. Ortada bir kontrol noktası, askeri kıyafetli muhafızlar geçenleri inceleyip duruma göre kontrol ediyorlar.

Muhafızların yanına gidiyoruz, meğerse polislermiş. Burada kıyafetler değişik, polis de kamuflaj giyiyor ve ayaklarında lastik ayakkabı, kafalarında poşu falan. Bazen asker mi, polis mi yoksa bu kıyafetlerle dolaşan sivil mi ayırt edemiyorsun!

Hemen, oturan 3 kişiye kendimizi tanıtıp (isim, ülke, şehir vs.) yanlarına çöküyoruz. Sehpada mırra var, bize 2 fincan ikram ediyorlar. Türk olduğumuzu öğrendiklerinden de sevgi içindeler. Bayram olmasından dolayı şeker ikramı ve nereden - nereye gibi sorular. Biz de hikayemizi anlatıp, “mümkün istirahat?” diye yer soruyoruz. Arkalarında bir toprak alan var, orası gösteriliyor. Olabilirdi, ama sonra akıllarına daha iyi fikir geliyor ve bizi yakındaki Bedevi çadırının sahibi Abu Hasan ile tanıştırıp oraya yerleştiriyorlar. Böylecene çadırımızı kurmak zorunda kalmayacak, sadece matları (döşek) ve tulumları (battaniye) çıkartarak geceleyebilecektik. Harika. Yemek için de, az ileride bir bakkal dükkanına (benzer bir yer) gidip etsiz, vejetaryen yemekler sipariş ediliyoruz.

Yarım saat sonra sofradayız. Koca bir tepsi çıkıyor önümüze. Kapasitemizden fazla yemek var. 2’şer tabak humus, ful, salata, yumurta, kızarmış patates ve ekmek ki ısıtıyorlar gaz ocağında taze olsun diye. Ardından çay, sonra mırra, arkasından gene mırra ve künefe falan derken, bari dükkandan da bir şeyler alalım diye zeytin, peynir, kuruyemiş falan seçiyoruz. Sıra ödemeye geliyor, “istemezük” diyorlar. – Olmaz! Biz de, artık bu kadar çok şey aldık – yedik rahatsız oluyoruz ve ısrarla ödemek istiyoruz. Bu sefer onlar 1500 suri diyerek bizi şaşırtıyorlar. Bugüne kadar gördüğümüzden fazla ama sen misin ısrarla ödemek isteyen dercesine durumlarla ayrılıyor (kafama ödediğimiz para takıldı ama) ve Bedevi çadırına dönüyoruz. Biraz sahibiyle muhabbet, ama sınırlı konular. Biraz dünkü Palmira festivalinden video izletme. Sonra yatmaya hazırlık ve cumba yatak.

Yola yakınız, o nedenle geçen arabaları duyabiliyoruz. Çadır sahibi küçük bir ateş etrafında arkadaşıyla sohbeti sürdürüyor.
 
 

 


 

Tadmor - Basiri
Uzaklık: 90,9 km
Süre: 5 h 49'
Ortalama hız: 15,6 km/h
Rakım: 334 – 883 m
Hava sıcaklığı: 18 – 31 °C
Garmin yol bilgileri için tıklayınız: Palmira- Basiri


17 Kasım 2010, Çarşamba / Basiri - Dmeir

Gece bayağı soğuk geçti. Baştan pek değildi, ama saat 3 gibi, hava daha da soğuyunca uyku tutmaz oldu. Ayaklarımın uçları buz gibiydi. Çoraplarımı giydim ve tulumun başlığının ipini iyicene çekip sıcak havanın içeride kalmasını sağlayarak ısınabildim ancak. Kaldığımız çadırın girişi açıktı, o nedenle soğuk hava da içerideydi. Uzun kollu giysi giymek için üşendim soğuğa çıkmaya, böyle idare ettim.

Sabah 6 gibi ayaktaydık. Bugün erken çıkıp uzun yol alarak Şam için mesafeyi kısaltalım istedik. Hazırlanmamızla birlikte 7 gibi, hem bizi misafir edene, hem de kavşaktaki polislere veda ederek yola çıktık. Ama öyle bir soğuk vardı ki, 9 ºC adamı kesiyordu. Sonradan ısınacağını bildiğimden uzun paçalı da giymedim ve üzerinde sadece kolluklar ve ince yelekle bayağı takırdadım. Basiri bu bölgenin en soğuk yeri demişlerdi zaten polisler. Yol da yokuş aşağıya indiğinden bisikletin üzerine kapanıp kendimi az da olsa rüzgardan korumaya çalıştım. Firuzan daha kalın giyinmişti ama onun da parmakları kesildi ve elini, boyun atkılarına sararak korumaya çalıştı. Ahh bir rampa gelse de ısınsak diye bakınıp durduk ileriye.

Ancak buna karşılık erken çıkmanın güzel yanı, ışığın durumuydu. Yatık geliyordu ve rengi kızıldı. Ortalık bir turuncu renk içinde. Çobanlar çoktan çıkmış, hayvanlarını otlatıyorlardı uzaklarda. Bu kadar mesafeye rağmen köpekler bizi fark edip havlıyordu. Hatta yakınından geçtiğimiz 5 köpek bize doğru koştu ama fazla yaygara çıkarmadan durdular. Burada şunu söyleyeyim, köpek konusunda bugüne kadar bir sıkıntı yaşanmadı. Öyle azgın bir şekilde peşinizden koşan, ürküten bir durum olmadı. Zaten korkmuyorsanız hayvan da bunu anlıyor ve ona göre davranıyor. Korkunuz varsa da belli etmeyin.

Bir de ilginç bir şey gördük, bu 5 köpek koşmaya başlayınca çoban da uyandı ve gocuğunun içinden bir kuzu çıkartarak kalktı ayağa. Yani üşümemek için iyi bir yöntem düşünmüş.

Yolda artık güvenlik şeridi durumu kalktı, genelde dikkatlice geçiyorlar ama her yerde olduğu gibi burada da aklı başında olmayan çıkabiliyor. Yani tedbiri elden bırakmamalı. Çünkü bazen rüzgar karşıdan esince sesi de belli olmuyor aracın ve korna da çalmazsa sürpriz bir geçiş yapıp yüreğinizi hoplatabiliyor.

Basiri 748 m yükseklikteydi, şimdi daha da yükselip gidecektik. Etrafta, uzaklarda dağlar vardı. Onun dışında kıraç, boş topraklar. Bazı yerler kazılmış, devlete ait tesisler, başka da bir şey yoktu. +2 gibi bir eğimle tırmandık. Sonunda 979 m’den geçip alçalmaya başladık. Yönümüz güneybatı artık.




Sabahki soğuk geçmiş, yerini güneşli ama rüzgarlı bir hava almıştı. Durduğunuzda sıcaktan pişiren ama hareket ettiğinizde serinleten bir hava.

Basiri’den çıkınca, herhalde 7 - 8 km sonra bir Bağdat Cafe daha gördük. Neymiş, nasıl bir yermiş diye bakmak için girdik. Turistik bir durum, hediyelik eşyalarla dolu. Bugüne kadar gelmiş geçmiş gezginlerin kartının yanına benimkini de ekledim ve ayrıldık. Burada, arkada gecelemek için bir otel de yaptım dedi sahibi. Harran’daki kümbetleri andıran bir yapı. 1000 suri tam pansiyon, adam başı.

3 - 4 km gittikten sonra bir Bağdat Cafe daha çıktı karşımıza. Anlaşılan bu civar bunlarla dolu. Bununkisinin bir de 66’sı var (Route 66 gibi numara çekmiş). Sahibiyle konuştuğumuzda Humus yolunda dördüncüsünün de olduğunu öğrendik. Zincir durumları (değil tabii!). Neyse burada birkaç yabancı vardı, müşteri yani. Biz fazla oyalanmadan ikram ettiği bir kahveyi içip ayrıldık.

20 sene kadar önce Bağdat Cafe diye bir film izlemiştim. Alman – Amerikan ortak yapımı. Çölün ortasında terk edilmiş gibi duran motel – kafeye bavuluyla gelen, kocasından tartışarak ayrılan Alman şişman bir kadının, oradaki insanlar üzerinde yarattığı değişikliği konu eder. İzlemişinizdir herhalde.

Kahvaltımızı gene yol kenarında ettik. Yanımızdakileri tüketmemiz gerekiyor. Şam’da artık tazelerini alacağız da. Ama kahvaltının yanına çay istiyor insanın canı. Alışmışız sabah çay içmeye ve buralarda kahvemsi durumlar olmadığından tesadüf gerekiyor. Bu duygu ve düşüncelerle giderken, sağdaki bir evden bize el sallayıp çağıranların yanına hemen gittik. Baba ve kızları. Kendimize çay demlettirdik ama Firuzan’ın Amerikan İngilizcesini anlayamayan kızcağız gene şekerli yapmıştı. İçilmiyor azizim, şerbet gibi çay. Ancak tek bardak alabildik ve yanımızdaki küpelerden hediye ederek ayrıldık oradan. Kızcağız çat pat İngilizce konuşuyor diye Firuzan onlara İngilizce izahat veriyor ama anladıklarını sanmıyorum. Benim Osmanlıca-Türkçe karışımı dilimi daha iyi anladıklarına eminim.

Erken kalkan çok yol alırmış lafının doğruluğunu bugün yaşıyoruz. Daha öğlen olmadan 50 km’yi geride bırakmıştık.

Bu yolda dikkatimizi çeken çok önemli bir şey vardı: fazla korna çalınmıyordu. Bayram diye mi yoksa ağır vasıtalar bu yolu kullanmadığından mı bilemedim ama daha sessiz bir seyir yaşıyoruz. Kulaklarımız rahatladı.

55 km gibi olmuştu bir yol ayırımına geldik: sol Bağdat, sağ Şam. Tabii biz sağdan gidecektik. Ahh Irak'a vaat edildiği gibi demokrasi gelip barış ortamı oluşsa da Bağdat'a gidebilsek bir gün!

Soldaki benzincide bir şeyler içebilir miyiz diye yanaştık ama avucumuzu yaladık, çünkü kapalıydı. Ne edelim bari karşıdaki polis istasyonuna uğrayalım diye düşündü Firuzan. Yanlarına gidip selamın aleykum diyerek kendimizi tanıttık. Türkiye’den olmamız onları çok sevindirdi ve bizi böyle perişan halde görünce buyurun çaya diye davet ettiler. Biraz da biz hissettirdik ama. Yalnız baştan hemen şekersiz mümkün mü diye sorduk ki Suriye usulü gelmesin.

Bize teraslarında iki sandalye, bir masa ve ocak verdiler. İçi sıcak su dolu çaydanlık ve çay. Alın istediğiniz gibi demleyin dercesine. Biz de afiyetle çayımızı demledik ve içtik. Bu arada polislerden birisi de heveslenip benim bisikletle birkaç tur attı. Bisküvi, hurma, kuruyemişle karnımızı doyurup bu nazik insanlardan veda ederek ayrıldık. İleride, 20 km sonra gene bir benzinci varmış, onu da öğrendik bu arada.

Biz öyle sakin sakin gidiyoruz ama özel otolar mermi gibi yanımızdan geçiyorlar. Kimileri selektörle bizi selamlıyor, kiminden de fotoğraflarımız çekiliyordu.

Bahsi geçen benzincide bir mola daha verdik. Kahve de vardı, 25 suri bardağı. Sonra biraz da meyve aldık buradan, hatta tatlı da. Ama artık her şeyin fiyatını soruyor, olmadı yazdırıyorum hesap makinesine. Çünkü yanlış da söyleyip yanıltıyorlar. Mesela “fifty” diyeceğine “fifteen” diyebiliyor, veya tersi. Ondan sonra problem. 50, Arapçada “hamsiin “olarak söyleniyor. Sanırım sondaki “siin” uzatmasını alıp fifty diyeceğine fifteen şekline sokuyor. Uzatmalardan gol geliyor :))

Dünkü yediğimiz kazık halen canımı yakıyor. Kendime kızıyorum ki neden itiraz etmeden ödeme yaptım. 1500 suri verdik akşam yemeğine, ki orası ve Suriye için servet. İyi bir ders aldım. Mutlaka somalı ve de gerekirse itiraz etmeli. Çünkü dünde başka bir benzincide yaşamıştım, anlatmıştım. 15 suri dedi kahveye sonra 50’ye çıktı. İtiraz üzerine düşürdü fiyatı. 50 suri’ye kahve içmedim daha. En fazla 25 verdim kahveye.

 


 

 

 
 




Akşamüstü güneşinde sanki insanın enerjisi geri geliyor ve biz gene güzel bir tempo yakaladık ve bastık pedallara kuvvetlice. Bir yandan da ileriye doğru bakınıyor, kalacak yer arıyoruz. Derken asfalt çalışması yapılmış ve yolun tamamı tıraşlanmış bir bölüme girdik. Hani bir makineyle kazıyorlar ve dalga dalga bir şey çıkıyor ortaya. İşte aynen bu durumlar. Hız kestik ve dikkatli gitmek zorundaydık. Bisiklet kanalların içine giriyor dalgalanıyor, arkada da ağırlık olunca bayağı değişik bir sürüş çıkıyor ortaya. Ama ne bitmez bir yol, 15 km sürdü ve halen tıraşlanmış. Yolumuzun üzerinde sağda (askeriyeymiş) bir binanın önündeki 2 kişiye, durup “meskun mıntıka” gibisinden bir soruyla, yani köy kasaba nerede demeye çalıştım. 7 km sonra olduğunu işitmek bizi sevindirdi. Türkiye’den gelmemiz de onları. Hep Suriye, Türkiye kardeş anlamında işaret parmaklarını yan yana getirip sürtüyorlar ve sadık diyorlar. Tabii bir de Murat Alemdar ve Memati en çok sevdikleri Türkler olmalı. Tüm Kurtlar Vadisi ekibi buraya gelmeli, her halde omuzlarda gezerler.

Dalgalı yoldan bastık ve epey gittikten sonra sağdaki evlerden birilerine sorduğumuzda 2 km kaldığını öğrendik. Evet Dmeir karşımızdaydı. Buraya kadar gelebileceğimizi hiç tahmin etmiyorduk, 117 km yol yaptık bugün, hem de rahat rahat. Sıcaklık aşırı değildi, fazla çıkış da olmadı, yani zorlayan türden.

Önce dış mahallelerinden geçip merkezine girdik. Şimdi yemek mi yesek kalacak yer mi arasak falan diye bakına bakına dolanıyoruz. Etraftan müthiş bir ilgi, hellolar mellolar, yanımızda bisikletiyle motoruyla eşlik edenler, Firuzan’a öpücükler, peşimizden koşan bebeler, yani sanki şampiyonlar geldi. Bir yerde durup bir şeyler yiyelim dedik ama rahat yok veletlerden. Bir de bisikletin orasına burasına dokunmak istiyorlar. Mecburen sert davranmak zorunda kalıyorum ki oynamasınlar.

Buradan ayrılıp daha sakin bir yere, anayolun sonuna kadar gittik. Etraf biraz sakinleşmişti. Sağımızda, küçük bir masa etrafında oturanlarca kahveye davet edildik.

“Bizim eski tanıdık “sim sim”. Taksi şoförü olan da kullanınca bu ikiliyi devamlı, soruyorum artık, ne demek bu “sim sim”. İngilizce camiasından tanıdık çıkıyor: same same = aynı aynı imiş.”

Yerleştik yanlarına, önce bir mırra, sonra bir mırra daha, sonra çay, sonra kabak çekirdeği, sonra bisküvi, sonra mandalina, bitmiyor ikramları. İngilizce konuşan birisinden Şam için otel soruyoruz. Sonunda konu, “nerede kalacaksınız burada” ya geliyor ve uzun etmeyeyim, eve davet ediliyoruz.

Aileyle oturma odalarında sohbetteyiz. Yanımdaki hacı amca bana Müslim’sen neden şort giydin diyor. Ona spor yaparken uygun kıyafet giyilmesi gerektiğini, güreşçinin mayosu gibi biz de şortla dolaşıyoruz gibisinden bir açıklama getirmeye çalışıyorum. Güvenlik midir zaruret midir, bir pasaport kontrolünden geçiriliyoruz. Belki neyin nesi bunlar diye. Tabii çocuk sayısı, meslek, yaş, evlilik, karı sayısı falan klasik konular artık. Bildiğimden, ben de onlar sormadan bunları anlatıyorum, sonra aynı soruları onlara soruyorum ki biz de öğrenelim bakalım kimlermiş karşımızdakiler.

Yakın insanlar, samimi, bize kalabileceğimiz odayı gösteriyorlar. Ama öncesinden şakalarını da yapıyorlar. Beni adamın yanına, Firuzan’ı da yaşlı teyzenin yanına yatıracaklarını söylüyorlar. Feci horlarım ama diyorum, sesini de çıkartıyorum ki ürksünler. “Dikeriz o zaman ağzını biz de” esprileriyle gülüşüyoruz. Tabii dil ayrılığı olunca konular sınırlı ama gene de biraz anlaşabiliyoruz.

Odamıza yemeklerimiz geliyor bir tepside. Salata, haşlanmış yumurta, doldurulmuş patlıcan turşusu ve yeşil zeytin. Hepsini temizliyoruz afiyetle.

Firuzan yolda üşüttü ve sesi kısıldı. O nedenle dinlenmesi iyi olacak. Ben ailenin yanına tek gidiyorum, bu nedenle.

Azerbaycan asıllı bir hanımla evlenmiş akrabaları gelmiş bayram ziyaretine. Anlaşabileceğin bir dil olması çok güzel bir duygu, her ne kadar Azerilerde bazı kelimeler farklı kullanılsa da büyük çoğunlukla benzeşiyor. Mesela kocası için yoldaşım diyordu. Anlamlı bir kelime. Hanımdan daha ayrıntılı bilgi alabiliyorum. Türkiye sınırına yakın bir yerde oturuyorlarmış, Kamışlı tarafında. Bu Kamışlı adını çok duyduk bu gezide, Nusaybin’e komşu.

Onlar gidince ben de yatmaya gidiyorum. Firuzan çoktan uyumuş. Dinlenmesi iyi gelebilir. Umarım yarına bir şeyi kalmaz.
 

Basiri - Dmeir
Uzaklık: 112,6 km
Süre: 6 h 36'
Ortalama hız: 17,1 km/h
Rakım: 648 – 979 m
Hava sıcaklığı: 10 – 33 °C
Garmin yol bilgileri için tıklayınız: Basiri-Dmeir


18 Kasım 2010, Perşembe / Dmeir - Şam

Gece en sıcak ortamda yattık, geldiğimizden beri. O nedenle tulumlar da fazla geldi tabii. Aslında soğuk ortamda yatmak çok daha keyifli. Üşümediğin müddetçe tulumun içinde çok rahat ediyorsun. İyi ısıtıyor.

Sabah erken uyandık, 6’da. Şam’a yolumuz uzak değildi, 45 km kadar. Erken yola çıkalım, erken varır rahatça otel bakarız diye hemen toparlanmaya başladık, odamız ayrı yerde olduğundan ev sahiplerini hiç rahatsız etmeden. Ama bisikletler dükkanda kilitliydi, o nedenle maalesef kalkmalarını beklemek zorundaydık. İyi de oldu, veda ve teşekkür edebildik böylecene.

7:30’da yollardaydık. Şehrin dışına çıkmak zor olmadı. İnşaatı süren otoyolun yeni bölümünden sürdük bir müddet. Sonra normal yola bağlanıp artık sanayi bölgesinde olduğumuzu çevredeki fabrikalardan anlamak mümkündü. Sadece fabrikalar değil, dev elektrik direkleri yüksek gerilimi taşıyorlardı. Akan elektrik, altlarından geçerken tellerden ses çıkartıyordu.

Geldiğimizden beri ülkenin kırsal kesimini, tarımsal bölgelerini görmüş, sonra da çöllerinden geçmiştik. Şimdi artık kentsel bölgedeydik ve sanayi kesimini görecektik.

Onların sürat yollarına (otoyol) girmek istemediğimizden yan yolu tercih ederek Duma istikametine doğru yöneldik. Karnımız da acıkmaya başladı. Ama burası artık sanayi olduğundan hiç de hoş ve boş arazi yoktu. Her yer dolu, tesis veya çöplük.

Bayram nedeniyle atölyeler kapalıydı. Etrafta da çaycı veya kahvehane yoktu. Bu şekilde araya araya Duma’yı bulduk. Şam’a 10 km kadar uzaktaki bu yer tam bir küçük sanayi yerleşimiydi. Girişimiz de sanayiden oldu. Atölyeler, parçacılar, hurdacılar vs’ler. Geçtik gittik yanlarından. Sonra bir panayır yeri çıktı önümüze. Sağımızda bir lunapark. Hemen önünde yiyecek satıcıları, Çin malı ucuz oyuncaklar ve etrafında gençler ve çocuklar. Bir yığın da at vardı bir arada. Herhalde binmek isteyenler içindi. Bebelere eğlencelik. Lunaparka önce giremedik bisikletlerle (alınmadık). Ama sonra bir gencin araya girmesiyle yasak kalktı. İçeride çaycı varmış ve oraya doğru etrafı seyrederek bisikletleri itmeye başladık. Birden Türkçe konuşan 2 velet beliriverdi yanımda. Çok matrak oldu, aniden dilini konuşan birinin çıkması, meğerse ne de önemliymiş dil. Bunlar bir şekilde Suriye’ye yerleşmiş ailelerin çocukları. Yarı Türk yarı Suriyeli gibi.

Neyse içeride, diğer girişe yakın (ana kapıydı burası) bisikletleri park edip, çaycıda 2’şer çayla kahvaltımızı yaptık. Beheri 25 suri’ydi, sallama çayın.


 

 






Kahvaltı sonrası fazla oyalanmayarak Duma’dan ayrılıp Şam yolunu tuttuk. Zaten Şam, merkezi dışında çevresi geniş bir şehir. Önce gene küçük sanayi kesimine girdik. Burada motosikletli bir genç takıldı bize. Hem sürdük hem de onu savmak için uğraştık bayağı. Yapışkan biriydi. Arkadaki su şişesini görüp, su istemeye başladı. Mecburen git çeşmeden al demek durumunda kaldım. Çok da yakın sürüyordu motoru, bolca Türkçe konuşarak kafasını karıştırmaya çalıştım. Murat Alemdar böyle durumlarda çok işe yarıyor ve esprili bir şekilde onun yerine geçiyorsun.

Firuzan’ın sesi bugün de düzelmedi, o nedenle fazla konuşmuyor, konuşsa da ne dediği anlaşılmıyordu. İletişim kurma işi gene bendeydi.

Dönüşü Kilis’ten yapmaya karar vermiştik, ay sonuna doğru. Çayırağası’nın hizmeti çok iyiydi. Reyhanlı’da karşımıza ne çıkacağını bilemiyorum. Ama yerler şimdiden dolmuş Çayırağası’nda. Nasıl iştir anlayamadım. 10 günden fazla zaman var ve yer yok.

Şam’ın dış mahallerinden geçerken ortalık, bayramdan mıdır, yoksa hep mi böyledir bilinmez, ana baba günü. Her yerde seyyar satıcılar, giyimden yiyeceğe, sigaradan elektroniğe envai çeşit eşya satılıyordu. Özellikle de içecekler rengarenk tezgahlarda.

Nihayet Şam karşımıza çıktı. Geniş bir bulvardan geçerek, palmiye ağaçlarıyla ortadan ikiye bolünmüş, ülkenin başkentine girmiş olduk. Sanırım zenginlerin mıntıkasındaydık. Arabaların modelleri ve cüsseleri büyüdü. Giyim kuşam değişti. Hıristiyanlar da vardı ki kiliseler gördük. Merkeze varmadan bir meyve suyu büfesinden kocaman birer bardak greyfurt suyunu indirdik (75 suri), Firuzan’a da iyi gelecekti bu karışım (limon da ekletmişti). Sonra eski Şam’a doğru, onların merkez medine dedikleri bölgeyi, yani şehrin merkezini sorarak ve işaretleri takip ederek (center diye yazılıydı) gitmeye başladık. Büyük meydanlardan geçiyorduk, heykellerle süslü. Fıskiyeli havuzlar ortalarında. Camiler, kiliseler, yüksek binalar, geniş caddeler, alt ve üst geçitler, eski binalar ve insanlar insanlar insanlar.

Neticede küçük otellerin (Arapça’da funduk diyorlar) olduğu bölgeyi bulduk. Buraya Merce diyorlardı ve meydanın ortasında “Hicaz Demiryolu Telgraf Hattı Abidesi” duruyordu. Sütunun üzerinde de Yıldız Camii maketi yer almaktaydı.

Ve bakınmaya başladık. Şöyle bir fiyat ve kalite konusunda bilgi edineyim diye otellerden birine girdim. 2 kişi 900 suri’ye de vardı 600’e de. Ama 600’lük gün yüzü görmüyordu, hücre yani. Demek bunu da tercih eden oluyordu. Bir de çatıda vardı 600’lük bir yer ama penceresi tam şerefenin hoparlörüne bakıyordu. Burada uyuyabilir misiniz bilemiyorum. Ne yükseklikte açıyorlar sesi pek fikrim yok ama, bizdeki gibiyse yandınız. Sabahın köründe mecburen uyanırsınız.

Laf olsun diye fiyatta tenzilat istedim, 900’lüğü 600’ye ver diye. Kabul etmeyince ayrıldım ve bir diğerine bakmak için çıkarken Antepli bir genç, tercümanlık yapıyor ve burada yaşıyormuş, takıldı. Hadi dedim, belki hanut kapar diye onunla çıktım otele ve 800’e anlaşarak Al-Doha Hotel’de 2 kişilik bir odayı tuttuk. Bisikletleri de odaya soktuk burada. Ama otel 2. katta olduğundan çıkartmak gerekti. Neyse eşyaları Antepli genç taşıdı, ona da bir yüzlük harçlık verdik ki, fazla bir şey değil. 



 

 







 
 








 
 

İlk işimiz banyo yapmak oldu. Hasrettik suya. Neyse ki otelin suyu sıcak ve boldu. Off hamam çok iyi geldi, pür-i pak olup çıktık Şam’ın sokaklarına.

Bir kalabalık ki sormayın, inanılmaz. Her yerde bir şey satılıyor. Yerler dolu, yürümek imkansız. Herhalde bayramdandır diyorum. Bu arada da bayağı Türk var ortalıkta. Bu bayram 20bin kişi gelmişiz, ikisi biziz tabii.

Başladık anayol, yanyol, çarşıları, Hicaz Tren İstasyonu derken acıkmaya. Bir kuruyemişçiden (Al Birakdar) tütsülenmiş badem ve kaju fıstığı aldık ve ondan aldığımız bilgiyle bir Arap mutfağı lokantasını (Grape Leaves) aramaya. Sebze yemeği varmış orada. Maalesef bayram nedeniyle kapalıydı ama bu vesileyle farklı bir bölgesini görmüş olduk Şam’ın. Bir sokak dolusu nargile kahveleri. Ve içleri dopdolu müşteriyle. Buranın gençlerinin merakı bu olsa gerek. Ama hanımlar çok güzel, sürme çekilmiş gözleri ve baş örtüleriyle nargile fokurdatıyorlar. Beyler ise son model tıraşları ve 3 günlük sakallarıyla onları kesiyorlardı. Bizse eli boş dönmenin üzüntüsüyle, gündüz gördüğümüz bir ful humus satan yeri bulmaya çalışarak, tekrar çarşıların içinden, karanlık yollardan kestirme geçişler yaparak amacımıza ulaşma gayretindeyiz.

Neyse uzatmayayım, yedik, içtik, doyduk ve otele geri döndük. Tekrar çıkarız diyorduk ama ikimiz de yorgun olduğumuzu fark edip odada kaldık. Firuzan zaten hemen sızdı. Ben de biraz Arap kanallarını tarayarak, reklamlarına bakarak uyuyana kadar oyalandım. Önümüzdeki birkaç gün Şam’ı keşfe çıkacağız, rahat rahat.


 


Şam, Suriye'nin en büyük şehri olup, aynı zamanda başkentidir. Şam, dünya tarihi boyunca, hiç aralıksız en uzun süre kullanılan şehir olarak anılır.
Dünya tarihindeki ilk cinayet olan Kabil ile Habil olayının Şam'ın kuzeyindeki Kasyun Dağı'nda gerçekleştiğine inanılır.
En bilinen tarihi mekanlardan biri Emeviye Cami’dir. Ayrıca, bazı Müslümanlar arasında ahir zamanda Mehdi'nin ve İsa'nın bu camiiye ineceği inancı vardır.
1516 yılında Yavuz Sultan Selim'in Suriye'yi ele geçirmesiyle oluşturulan Şam vilayetinin merkezi haline gelen Şam kenti, hac yolu üzerindeki toplanma noktası olması nedeniyle de ticari yönden önemini korumuştur.
Birinci Dünya Savaşı'nın son günlerinde İngiliz işgaline giren kent Sykes-Picot Anlaşması uyarınca 1920'de Fransa'ya bırakılmış olup, Fransız sömürgeliği yıllarında çok sayıda tahribata ve yağmalamaya uğramıştır.
1946 yılındaki ayaklanmayla Fransız sömürgesi olmaktan kurtulmuş ve Suriye’nin başkenti olmuştur.




Hicaz Tren İstasyonu

Hicaz Demiryolu, aslında Osmanlı'nın Ortadoğu'da başlayan İngiliz ve Fransız ilgisine karşılık İslam topraklarını bir arada tutabilmenin bir aracı olarak gördüğü önemli bir projeydi.

Demiryolunun inşasına ise 1 eylül 1900 tarihinde Şam'da düzenlenen resmi bir törenle başlandı. 1905'e gelindiğinde ise demiryolu Hayfa'ya kadar ulaşmıştı. Artık Şam ve Medine arasında haftada üç gün seferler düzenleniyor, özellikle hac döneminde tren dolup taşıyordu. Eskiden 40 gün süren yolculuk Hicaz hattı sayesinde dört güne düşmüştü.

Şam istasyonunun inşa edilmesi için ise 1911'i beklemek gerekecekti. Bina tamamlanınca da uzunca bir süre Hicaz Demiryolu'nun Umum Müdürlüğü olarak kullanıldı. Katarlara ev sahipliği yapıyor, yol boyu yorulanlara bir yudum su, bir bardak sıcak çay, bir dilim kuru ekmek sunuyordu.

Binanın görünümü ise hayranlık uyandırıyordu. Çok özenli taş işçiliği ile süslenen ön cephe, Şam'dan Ortadoğu'nun hemen her yerine uzanan demiryoluna adımını Suriye'nin başkentinden atacaklar için yeni bir ufuk açıyordu.

Ana fuaye ise tavanındaki mükemmel ahşap işlemeleri ile trene binip uzun yolculuklar yapanların hafızasında bir hayal gibi kalıyordu belli ki.



 
 
 


 
 


Dmeir - Şam
Uzaklık: 44,8 km
Süre: 2 h 58'
Ortalama hız: 15,1 km/h
Rakım: 602 – 718 m
Hava sıcaklığı: 17 – 32 °C
Garmin yol bilgileri için tıklayınız: Dmeir-Şam

Gezinin devamı: Şam, öncesi: Deir ez Zor-Tadmor