23 Kasım 2010, Salı / Şam – Halep (otobüsle)
Sabah erken toparlanıp 8’de Şam’daki otelden ayrıldık. 4,2 km’lik otobüs garajı yolunu 25 dakikada kat ettik. Sabah bir başka güzeldi ortalık. İşe yetişenler, sokakta dolmuş bekleyenler, öğrenciler falan filan.
Garajın girişinde güvenlik tarafından çevrilip çantalarımıza bakılmak istendi. Güvenlik nedeniyle herkese bakıyorlardı. Şimdi nereden çıktı bu diye dertlendim. Her şeyi de güzelce yerleştirmiştik. Nasıl kurtuluruz bundan diye düşünürken, biz Türkiye’deniz deyince kontrolsüz girebildik (helal sana Türkiye).
Daha önceden şirketin yerini öğrendiğimizden, doğrudan gişeye yönelip en yakın sefere, 9:15’e iki koltuk için 150’şer suri ödeyerek biletlerimizi alıp, bisikletlerin yüklenmesine geçtik. Gene mırın kırın gibi laflar edilir gibi oldu ama Türkiye dedik (sihirli söz) ve hemen bagaj kapısı açıldı. 304 Mercedes’ti otobüs, o nedenle dikine girmediğinden yatay bir şekilde üst üste, araya çantaları destek ederek yerleştirdik velespitleri. Kalkışa daha vardı, yarım saat kadar. Garajda oyalanıp birer çay, ki burada 15 suri’ydi, içtik, ıvır zıvır şeyler satan dükkanları gezdik falan. Haa, bu arada seyahat edebilme iznimizi de otobüs şirketi halletti. Polise pasaportlarımız gösterildi ve bir kağıda bir şeyler karalanıp elimize verildi.
Ve otobüs tam saatinde hareket etti. 1 ve 2 nolu koltukları bize verdiklerinden yolu rahatça izleyebildik (en öndeydik çünkü). Gezi öncesi bu kısmı pedalla geçmeyi düşünmüştük ama şimdi görüyorum ki hiç de bisiklet için keyifli bir yol değilmiş. Bir kere otoyol, güvenlik şeridi başta vardı ama sonra kayboldu. Yani mutlaka başka yollardan gidilmeli, yoksa komik bir durum olur, arabaların arasında iki bisikletli. Şam’dan (600 m) çıkıp 1450 m’lere yükselip sonra 280’lere iniyorsun. Maazallah bir de cesaretli gidiyorlar.
“Büyük bir merakla etrafı seyrediyordum. Hem otobüs içini hem dışında cereyan edenleri. Yolun kenarında farklı aralıklarla boynunda bir kayışla asılı kutu olan bir kaç kişi gördüm. Otobüse el ediyorlar, ama şoför onlara arkadan gelen başka otobüs var şeklinde yorumladığım bir işaret yapıyordu. Bu askılı kutulu adamların sırrını çözmeye çalıştım: “yük koyacak yer kalmamıştı herhalde’den, “bizimki arkadaki şoföre nezaket gösteriyor’a kadar gittim. Böyle biri otobüse binene kadar, kutunun içinde dondurma olduğunu, muhtemelen her şoförün otobüsüne bindirdiği belli bir dondurmacının olduğunu ve onun otobüste dondurma sattığını 40 yıl düşünsem aklıma gelmezdi.”
Neyse 350 km yol 4,5 saatte alındı. Yolda bir ihtiyaç molası verildi. İnip birer kahve çaktık. Kimileri yiyecek şeyler aldı. Sonra Hama’ya yakın bir yerden dondurmacılar bindi arabaya. İsteyen aldı. Yani hizmette aksama yoktu. Muavin Antep kökenli olduğundan Türkçe biliyor ve bize de yardımcı oluyordu. Ama Halep’te inip de bisikletleri çıkarttığımızda görüldü ki otobüsün içindeki gazyağı bidonu devrilmiş ve çadır vs. yağ içindeydi. Kokusu bir yana, pisliği de vardı!! Şoför özür dilese de bir şekilde temizlememiz gerekirdi bunu. Yoksa yerleşirse gaz kokusu içinde uyumak hiç de keyifli olmazdı. Yani ne desem, yuh desem ne değişirdi?
Garajda Firuzan biraz temizlemeye çalıştıysa da, otelde yıkamak üzere bir poşete koyup şehir merkezine doğru pedalladık. Bir iki soruştan sonra tanıdık bölgelere gelince elimizle koymuş gibi hosteli bulduk. Ama odamız doluydu ve bir gece 4’lü odada, sonra 2’li odaya geçerek çözüm önerdi sahibi. Ama oradan oraya taşın, bir de ücretlerde indirim yapmaması nedeniyle başka otel aramak üzere ayrıldık.
Birkaç yere sorduktan sonra (fiyatlar 800 ile 1200 arası değişiyordu) 900 suri’den Hotel Al Raghdan‘da karar kıldık. Temizdi, oda genişti, bisikletlere girişte yer vardı. Güzel bir avlusu, kahvaltı edebilirdik ve balkonu vardı çadırı havalandırmak için. Yetmez mi?
Kısaca yerleşip karnımızı doyurmak üzere, bize oteli bulan baba Arap, anne Türk olan Hasan’ın çalıştığı lokantaya gidip omlet, patlıcan ezme, yoğurt ve salata gibi şeyleri 225 suri’ye yedik. Sonra da kahvaltılık almak üzere pazarın kurulduğu yere doğru yöneldik. Yolumuzun üzerindeki kahveciden birer kahve (15 suri) attırıp pazarın muhteşem atmosferinde kaybolduk. Her yer sebze, meyve, peynir, yoğurt ve zeytindi (ve daha fazlası). Domates 20, hıyar 25, turp 15, maydanoz 10 (ikisi de koca demet), muz 50, yoğurt (süzme) 50 suri. TL karşılığını merak ediyorsanız 3,2 ile çarpın, şaşıracaksınız. Basmati pirinç, ki bizde en aşağı 8 lira kilosu, burada 2,5 - 3 lira. Anlat anlat durumları, biliyorum ama ne edeyim?
Halep’i daha çok sevdi Firuzan. Şam daha büyük ve dağınık. Ayriyeten de çok şey iç içe. Giyim, yiyecek vs.
Şehri bildiğimizden yabancılık çekmiyorduk. Bu durum hoşumuza da gitti, bildik bir yerde olmak. Gezdik, dolaştık, tıkındık, ıkındık ve akşamı edip otele uyumaya döndük.
24 Kasım 2010, Çarşamba / Halep
Öğretmenler günü kutlu olsun.
Dün aldıklarımızla kahvaltımızı ettik, otelin açık avlusunda. Güneş de vardı, çok keyifli oldu. Sonra da kaleyi ziyaret etmek için çıktık.
Kalenin çevresi turistik amaçlı bir düzenleme geçirmiş. Güzel de olmuş. Cepheler dikkat çekici. Mimar Sinan’ın eseri cami de burada. Kaleye girmek için 150 suri ödüyorsunuz. Suriyelilere ama 15 suri. Eskiden bizde de böyle bir uygulama vardı, epey itiraz gördü, yazıldı çizildi dış basında, sonunda eşitledik. Ama müze kartını çıkartarak kendi vatandaşımıza kolaylık sağladık gene de bir şekilde. Müze kart çok yerinde bir uygulama. Sezar’ın hakkını vermeliyiz!
Tarihi M.Ö. 3000'li yıllara uzanan Halep Kalesi'nde çeşitli Mezopotamya devletleri, Roma İmparatorluğu, Bizans İmparatorluğu, Arap hakimiyeti, Büyük Selçuklu Devleti ve Osmanlı İmparatorluğu devirleri yaşanmış.
Burası keyifli bir yer, özellikle de Halep’e tepeden bakmak güzeldi. Gezdiğimiz, dolaştığımız yerleri çıkartmaya çalıştık. Bu gezide pedal kadar yürüyüşlerimiz de uzun tuttu. Şam’da bir kere 30+ km yaptık. Bugün de burada 16 km, ki çerez bizim için. Ama kalede bazı bölümler çöplük gibi maalesef. Temizlik yapmayı hiç düşünmüyorlar galiba. Halbuki çok daha bakımlı olabilirdi. WC’si kapalı. Adam kim bilir nereye gitmiş?!! Bazı bölümlere ayrı ücretle alıyorlar. Bu da bir pazarlama taktiği herhalde. Bizde de var. Harem mesela ekstra, Topkapı’da!
Kale sonrası, yakınındaki çarşıda dolandık, çok lezzetli bir falafelcide 10 tanesine 50 suri ödeyip, bir de kenarda duran soslara, biberli falan batırarak karnımızı doyurduk. Nane, turp ve turşu burada hep ikram. Aslında Antakya’da da buna benzer bir durum var. Bolca yeşillik geliyor yemekle birlikte masaya.
İhtiyaç 10 suri bu arada belirteyim. Kolonya ve kolonyalı mendil olayı daha gelmemiş buralara. For your information.
Öğleden sonra biraz dinlendik odada, TV’de film seyrettik. Sonra akşam yemeği için çıktık. Burada seçenekler Şam kadar değil ama. Bir iki yer var doğru dürüst. Neyse, ararken bir yerde ful yedik, gene falafel yanında. Aslında yumurta çekmişti canımız ama bulamadık bir omlet yapacak yer. Birkaç baklava tattık (kilosu 700 suri), bize göre daha az şerbetli. Biz fazla şekerli yapıyoruz. Halbuki Suriyeliler şekeri ne de çok seviyorlar. Ekmekleri bile tatlı. Alışık olmayınca başka geliyor insana.
Yarın son günümüz, alacaklarımızı da tamamladığımızdan sadece dolanacağız ve cuma erken çıkıp Kilis’e gideceğiz. Oradan da otobüsle İstanbul, yallah!
25 Kasım 2010, Perşembe / Halep
Son günümüzde, önce kale tarafına otobüsle gidip oradan eski Halep’in dış surlarındaki kapılardan ikisini gezdik. 7 kapılı bir kent burası; Antakya, Faraç, Cüneyn, Nerap, Çift Kartal, Demir ve Kırmızı kapı. Sonra da El Medine çarşısına girdik. Bu öyle bizim Kapalıçarşı boyutunda değil, kat kat büyüğü. Uzunluğu 10 kilometrenin üzerinde. Ve de 15 bin işyeri bulunuyormuş. Öğlen yemeğini bir esnaf lokantasında patlıcan kızartma ve ful ile yaptık. İkram olarak yanında yeşillik ve kızarmış bir hamur vardı. 125 suri ödedik. Sonra biraz da zenginlerin Halep’ini görmek üzere üniversite tarafına giden bir otobüse atlayıp, o mıntıkada yürüdük.
“Arapçamızı kullanmak hoşumuza gidiyor, özellikle yol tarifi sorarken. Bir gün istikamet ve takriben’den vurarak demi, oraya buraya nasıl gideceğiz diye sorduk yoldan geçen birine. Suratımız baktı ve “du yu spik ingliş?” deyiverdi. Mustafa’yla birbirimize bakıp sırıttık bu matrak duruma. ”
Üniversitenin önünden yürürken gözümüze daha önce de çoğu kez farklı yerlerde görmüş olduğumuz “Al-Bitar” ibaresi takılıyor. Tadmor (Palmira)’da lokantaydı. Bu sefer bir üniversite binasına verilmiş bu isim.
“Karşımıza ilk çıkan öğrenciye sorduğumuz “İngilizce konuşuyor musun?” sorusuna aldığımız evet cevabı bizi cesaretlendirdi. Kimdir, nedir bu Al-Bitar? Öğrenmeye çalıştık. Anlamadı. İşaretler, el kol hareketleri. Yok anlatamadık derdimizi ve pes ettik. Artık İngilizce anlıyor musun diye de sormak gerekecek sanırım :)) Neyse Al-Bitar’ın kim olduğunu internetten öğreniverdik:
1912 Şam doğumlu Selahattin al-Bitar Suriyeli bir politikacıymış. 1940 yılı başlarında Michael Aflaq ile Arap Baaz Partisi’ni kurmuş. Bir çok erken Baaz hükümetlerinde başbakanlık görevi yapmış ve 1980 yılında Paris’te kimliği belirlenemeyen kişiler tarafından öldürülerek bir suikaste kurban gitmiş.”
Bir de sanat galerisi görelim istedik. Bakalım neler yapılıyordu sanat adına burada. Ancak şansımıza kapalıydı. Bir bakıma bize benzer şeyler aradık, açıkçası.
Bu bölge de ayrı bir güzel. Derli toplu, yapılar görkemli. Özellikle de köşe binaların yuvarlatılmış olması hoş bir görünüm vermiş. Güzel bir sürprizle karşılaştık BMW galerisinde. Bir bisiklet duruyordu. 80 bin suriye satıyorlardı. 26”, üzerinde Alivio takılı, donanım olarak.
Tabii pek çok şey daha var koca gün de yaptığımız ama mürekkep bitiyor bu kadarını yazabiliyorum. Haa, bir de yolu tıkayan bir aracın kenara çekilmesine yardımcı oldum. Aynen bizdeki gibi burada da polisin aracı çıktı bu ihlali yapmış olan. Demek ki zihniyet farklı değil, yetki verdin mi istismar da beraberinde geliyordu.
Hava kararmaya başlarken otele dönüp eşyaları toparlamaya giriştik. Aldıklarımızdan dolayı çantalar iyicene şişti. Akşam yemeğini Al-Kommeh restoranda yiyeceğiz. Ve sabah erkenden yola koyulacağız, 65 km’miz var önümüzde. Akşamüstü Kilis’ten otobüsümüz kalkacaktı.
26 Kasım 2010, Cuma / Halep – Kilis
Sabah 8’de bisikletleri yüklemiş Halep’e veda ederek yoldayız tekrar. Suriye’ye girdiğimiz yolu tersten süreceğiz, yani 370 metreden 670 metreye çıkacağız bugün. Kilis bizi bekliyor.
Kapalı bir gün var. Yönümüz kuzeye. Yavaş yavaş Türkiye’ye doğru yaklaşıyoruz. %1, 2 gibi bir eğimle çıktığımızdan pek de hissettirmiyor yol. Kahvaltımızı yol üzerinde, sağdaki kahvecide birer çayla yapıp pedallamaya devam ediyoruz. Halep artık geride kaldı. Gelirken gördüklerimizi tanıyarak, hatırlayarak zaman zaman güneşin yüzünü gösterdiği ama genelde serince geçen bir günde Azaz ilçesine geliyoruz. Girişte 2 genç bisikletçinin eşliğinde kısa bir şehir turu atıp karnımızı doyuracak bir yer bulamayıp cebimizde kalan son 100 suri ile 2’şer kahve içerek, dağılan cuma namazının kalabalığı içinden geçerek sınıra doğru devam ediyoruz.
Yol genişletme çalışması başlamış. Evler yıkılmış, zeytin ağaçları kesilmiş, ortalık bir savaş alanı gibi. Anlaşılan ülke girişine yeni bir şekil vermek istiyorlar.
Suriye’yi terk etmeden önce kapıda birileriyle tanışıp biraz daha oyalanıp gümrüğe ulaşıyoruz. Son bir hatıra resmi çektirip ülkemize giriyoruz. Gümrük memurları bizi yaptığımız geziden dolayı kutluyorlar. Bu işin tadını keyfini siz en iyi alanlardansınız diyorlar. Evet bisiklet ile yapılan gezilerde özellikle insan ilişkileri en üst düzeyde. Temas en fazla. Dolaştığınız yerlerin kokusu, rüzgârı, yağmuru her şeyiyle üstünüzde. Bundan daha güzel ne olabilir ki?
“Başkasının ülkesinde olmanın dayanılmaz hafifliği sona ermişti. Sokakların kirliliği, trafiğin gürültüsü, karmakarışıklık, kalabalık, İstanbul’da bizi bazen sadece çaresiz bir seyirci konumunda üzerken, gezip tadına öylesine vardığımız Suriye’yi özel kılıyor, egzotikliğine egzotiklik katıyordu. Kötü olan şeyler kendine has bir güzelliği de içinde barındırabiliyor böyle. Hava kirliliğinin bizlere içimizi okşayan kıpkırmızı bir gün batımını sunması gibi...
Şöyle bir tadına baktığımız, sorunlarından bire bir sorumlu olmadığımız ve kimseyi sorumlu tutmak istemediğimiz başkasının ülkesinden ayrılıyorduk artık.”
6 km sonra Kilis’teyiz. Bir değişik geldi ortalık. Etrafımızda konuşulanları anlıyor, yazıları okuyabiliyoruz. Çok farklı bir duyguyla karşı karşıyayım. Neredeyse 3 hafta dilini anlamadığımız, yazısını okuyamadığımız bir dünyadaydık. Belki de bir rahatlıktı bu. Çevreden gelen-görülen hiçbir şey seni etkilemiyor, rahatsız etmiyordu. Gözlerin, kulakların dinleniyordu. Anladım ki ne çok şeyle bombardıman ediliyoruz hayatımızda. Reklamlar bizi kıstırmış sıkıştırıyor. Her yerde yazılar, işaretler...
İlk işimiz karnımızı doyurmak oldu (tabii ki Doğan Han’da). Sonra Firuzan’ın amcasına uğrayıp kahve eşliğinde gezimizi paylaşıyoruz. Yolda Rauf’a rastlamak da hoş bir sürpriz oldu. Vural Gaziantep’e iş nedeniyle yerleşmiş. O nedenle görüşemedik onunla.
Otobüsümüz 5’de kalkıyor, velespitleri de yerleştireceğimizden yarım saat önce oradayız. Çayırağası gene büyük bir özenle bisikletleri yerleştiriyor. Geldiğimizdeki gibi aynı titizlik içindeler. Ama araba ful, eşyalar da çok. Araç tıklım tıklım doluyor. Tam saatinde hareket ediyor otobüs ve 15 saat sürecek yolculuğumuz başlıyor.
Halep - Kilis
Uzaklık: 68,5 km
Süre: 4 h 45'
Ortalama hız: 14,4 km/h
Rakım: 323 – 663 m
Hava sıcaklığı: 14 – 26 °C
Garmin yol bilgileri için: Halep-Kilis
27 Kasım 2010, Cumartesi / İstanbul
Sabah 8 gibi Esenler’de (İstanbul), 9’da da evimizdeyiz. Böylecene 5 Kasım’da çıktığımız gezimizden 3 hafta sonra dönmüş, Suriye’yi az da olsa tanıma fırsatı elde etmiştik. Giderken hiç bir bilgiye sahip değilken dönüşte sayıları bile okuyabiliyorduk. Gelecek sefer de harfleri çalışacağız :)) Belki de Arapça öğreniriz. El habibi...
Suriye: Kilis > Halep > Deir ez Zor > Tadmor > Şam, Halep > Kilis
Toplam 973 km yolu 71 saat pedal çevirerek almışız, 13,7 km/h ortalama hızla. Buna bir de en az 100 km yürüyüşü katmamız lazım :))
Kaynakça:
Gezinin öncesi Şam, başı Suriye: Kilis-Halep