13 Kasım 2010, Cumartesi / Deir ez Zor - Kabajeb
Sabah her zamanki gibi 7’de uyandık. Dün öyle bir yemişiz ki, sormayın. Ama her şey öylesine lezzetliydi ki. Yemesek olmazdı :)
Toparlanmaya başladık. Bu arada bazı aletleri de şarja taktık. İsa ve ailesi çoktan kalkmış günlük işlerine başlamışlardı bile. Büyük oğlan kamyonete kum dolduruyordu. Tamam unuttum söylemeyi, İsa inşaat işindeydi ve kendi evini kendi yapıyordu.
Dün yıkanan çamaşırlar kurumuştu. Güneş olmadan da olabiliyormuş, rüzgardan olsa gerek. Gerçi burası oldukça güney, yani güneydoğusu ülkenin, sıcak yeri. Hava da zaten geldiğimizden beri en sıcak halindeydi. Ama geceleri soğuyor. Gerçi bizim üstümüzdekiler de yazlık şeyler, şort, kısa kollar vb.
Eşyaları bisikletlere yükleyip İsa ve ailesine veda ettik. Bir fotoğraf almayı da unutmadık. Gerçekten candan, sevecen ve bizi 40 yıllık dostları gibi kabul ettiler. Yedirdiler – içirdiler - yatırdılar. Bu misafirperverlik Suriye’de aynen bizdeki gibi üst safhalarda. Tanrı misafiri olarak kabul ediyorlar.
Bugün 50 km gideceğimizden rahattık. O nedenle acele etmedik. Yolumuz Tadmor, yani Palmira’ydı. 200 km uzakta. Burayı 3’e böldük. Çünkü çölü geçecektik ve yerleşim yerlerine göre ayarladık istirahat noktalarını. İlk durak 50. km. Sonraki gün 89 km’lik bir yolumuz var ve 3. günde de Palmira’da olacağız. Bayramın ilk gününe geliyor.
Dünden öğrendiğimiz yoldan gidip Fırat üzerindeki Deir Ez Zor Köprüsü’ne vardık. Saat daha 9 olmamıştı, güzel bir ışık vardı. Köprünün üzerine bisikletleri çıkartamadık, çünkü girişine konulmuş demirler çantalarımızla geçmemize olanak vermiyordu. Dün geçtiğimizden biz de çantaları söküp geçmeyip dışarıdan resimlerini çektik.
Daha sonra kahvaltı için çarşıya doğru pedalladık. Önce ekmek, peynir, zeytin falan alalım diye pazara girdik. Yani bugün buranın pazarı mıydı, yoksa her zaman mı böyle kalabalıktı bilemiyorum ama, ben bugüne kadar böylesini az gördüm. Bir yığın insan ortalıkta alışverişte, satıcılar bağırıp duruyorlar, arabalar sıkışmış kornalarını durmaksızın çalıyorlar, polisler onları hizaya sokmaya çalışıyor ve biz de aralarından bisikletlerle geçmeye çalışıyoruz ki, namümkün!
Sağda bir fırınımsı yerden 2 sandviç ekmeği, bizim alıştığımız ekmekten yok burada zaten, aldık. Biraz da tatlı bir şeyler ekledik. Sonra çayda bunları tadacaktık ve keşke daha çok alsaydık diyecektik. Müthiş şeyler. Hurma ezmesi susama bulanmış, hamurların içinde hurmalar, bir de öyle bir baharat kullanmışlar ki, tarçın mı, karanfil mi, yoksa hepsinden mi bilemiyorum. Böyle Alamanların noel kurabiyeleri kokar ya, aynen öyle.
Ardından peynir aramaya çıktık. Ancak bulamadığımızdan sağa sola sorduk, fakat sözlük mözlük yardımıyla da olsa anlatana kadar akla karayı seçtik. Bir şekilde peynir kelimesini öğrendik ama yerel peynir nasıl söylenirdi? Onu da konuşmalarının arasından kaptık, “mahalli” diyeceksin. Böylecene bir gencin yardımıyla peynir ve zeytine ulaştık. Ne var ki bu arada arka lastik inmiş. Haydi al bakalım, çantalar mantalar dert şimdi. Nereden çıktı bu iş be?!!
Gene aynı arkadaşın yardımıyla ite ite tamirciye ulaştık. Ama Suriye’ye gelmeden, İstanbul’daki konsoloslukta böyle bir dert için Arapçasını yazdırmıştık defterimize (ne akıllıyız değil mi?).
Tamirciye bırakmadım işi, lastiği kendim söktüm. Leğen içinde kontrol ederken eski bir yamanın yanından hava kaçtığı belli oldu. Ama suya tekrar soktuğumda kabarcık çıkmadı. Hayret bir durum. Nedir anlayamadım. O nedenle lastiği yenisiyle değiştirdim (en garantisi). Sonra da dükkan sahibi Mikdad’ın çay davetine icap ettik. Kendisi Türkiye’ye defalarca gelmiş, pek çok yerini görmüş ve çok beğenmiş. Ülkemizin hayranı. Bol bol övgüler yağdırdı. Bir iki şey alalım da para bırakalım diye, küçük ebatta yamalar (bu küçüklükte yoktu bizde) ve jant tellerine takılan renkli süsler seçtik. Ama ne dersin parasını almadı, hediye etti. Tam mahçup olduk.
Adresler alınıp ve fotolar çekildikten sonra kahvaltı etmek için Fırat’ın diğer kolunun karşısındaki kahve’ye pedalladık. Büyükçe bir yerdi, dışarıda sandalyeler dizilmiş, biz de birine yerleştik. Sağımızda bir Kanada şirketinde çalışan ve iyi derece İngilizce konuşan İsmail Bey’le sohbet ederken, aldıklarımızdan mükellef bir sofra hazırladık. Zeytinler şahaneydi, hele Kalamata’lar nefis. İsmail Bey bizi evinde misafir etmek istedi ama planımızı değiştirmeyelim diye nazikçe ret ettik. Aslında burası, yani Der Zor (Suriyeliler böyle diyorlardı buraya) çok güzel bir yer. Günlerce kalınırdı. Hele bisikletsiz pazarını dolaşmayı çok isterdim. Gelecek sefere artık.
Deyrizor ya da Der-ez Zor, Suriye'nin kuzeydoğusunda Fırat Nehri üzerinde yer alan bir şehirdir. Deyrizor Vilayeti'nin başkenti olan şehir Şam'dan 450 km uzaklıkta olup, şehirde 2004 nüfus sayımına göre 239 bin kişi yaşamaktadır.
Deyrizor 1867 yılına kadar küçük bir kasabaydı. O yıldan sonra Osmanlı döneminde büyüdü. 1915 yılında Anadolu'dan tehcir edilen çok sayıda Osmanlı Ermenileri Deyrizor'a getirildi. Günümüzde Deyrizor'da bir Ermeni Kırımı müzesi ve anıtı bulunmaktadır.
Fırat Nehri kenarında bulunan kent bir tarım ve hayvancılık merkezidir. Civarda tahıl ve pamuk yetiştirilir. Kentin nüfusunun çoğunluğu Sünni Araplardan oluşur. Ayrıca kentte bir miktar Kürt, Ermeni ve Süryani de yaşamaktadır.
Ayrıca Deyrizor, İsrail'in 6 Eylül 2007'de, Kuzey Kore'den nükleer malzemeler barındırdığından şüphelendiği, nükleer istasyonu bombalayıp yok ederek 11 işçiyi (10 Kuzey Koreli, 1 Suriyeli Arap) öldürdüğü, Orchard/Bustan Operasyonu'na ev sahipliği yapmıştır.
Saat de 11 olmuştu ve artık çıkalım, yoksa geçe kalacağız. Bilemiyorum, vardığımız yerde konaklama nasıl olacak?
Şehir içinden giderek Palmira yönüne saptık ve dümdüz giden otoyolda çölün içine doğru pedallamaya başladık. Yolu herhalde iple çekmişler, dümdüzdü. Sonunu sanki görebiliyorsun. Biraz moral bozucu, hani taaa oraya gideceksin. Araçlar da vız vız geçiyorlardı. Bize çok çok uzaktan korna çalarak dikkat çekmeye çalışıyorlar. İnsan da acaba bir şey mi var diye gayri ihtiyari düşünüyor, hatta meraklanıyor da diyebilirim.
Bu şekilde güneşin altında pedallarken yanımızdan vız diye bir yol bisikletli geçti. Aaaaa olduk bir an. Hiç beklenmedik bir sürpriz. Az ilerde durdu ve bizi bekledi. Belki de bizim için gelmişti. Yanına vardık ve çat pat konuşmaya başladık. Gençti, 16 - 17’sinde görünüyordu. Biraz hazırlıksız bulduk kendisini, su bile yoktu yanında. Hemen tembih ettik, mutlaka “mayi” yani su al. Titanyum bisikletiyle havası gayet iyiydi. Sonra geri dönmesi gerektiğini söyleyince (çat pat İngilizcesiyle) bir fotoğraf alıp vedalaştık.
Biz devam ettik ilerlemeye, kıçım da biraz zor durumdaydı. Mola verecek doğru dürüst bir yer de yok. Son istasyonda su için durmuştuk, oradan beri pedallıyorduk. Ne edelim, yolun kenarında durup yanımızdaki elmaları yedik ve aynen devam.
Güvenlik şeridi bazen bozuluyor, o nedenle asfalta çıkıyorduk. Şoförler hep dikkatli geçtiler, ama her yerde olduğu gibi burada da inbesi çıkıyor ve bir tanesi, otobüs çok yakından geçti. Rüzgarı acayip silkeledi. Yapılacak bir şey yoktu, elini sallasan ne diyecen?
Bu şekilde 50 km’yi devirdik ve Kabajeb köyüne geldik. Girişte solda develer vardı uzakta. Deveci bize el sallıyor, gelin gelin diyordu. Yolu neredeydi? Göremedik, devam ettik o nedenle.
Yavaşladık, yer bakınmaya başladık. Solda bir benzinci vardı, oraya doğru sürdük. Pompaların yanında Kuveyt plakalı bir araçtan bize İngilizce nereden, nereye, niçin gibi sorular sorulup birer de küçük Mars çikolatası verildi. Onlar da avlanmaya gelmişler, su alıyorlardı. Biz de duvarın önündeki sedire dinlenmek için oturduk. Bisikletler kenara dayandı, sırasıyla ihtiyaçlar giderildi ve burada kalırsak neresi olur gibisinden yer beğenmeye başladık. Arkada duvarın ötesinde biraz yeşillik vardı, olabilirdi. İstasyon sahibi Arap’a mümkünatını sorduk ama beklediğimizin dışında bir cevap aldık. Bize karşıdaki polis karakolunu gösteriyordu. Oraya sorun dercesine konuşuyordu. Biraz kırıldık doğrusu, beklemiyorduk. Davet edilmeye alışmıştık.
İyi o zaman, en iyisi polis. Karşıya geçtik. İki binadan hangisi karakoldu acaba? Sormak için, önünde ambulans durana yöneldik. Oradakiler de bizi kendilerine davet edince, polise gitmekten vazgeçtik. Çadırı istediğimiz yerde kurabilirdik, hatta istersek içeride de yatabilirdik. Tamam öyleyse, daha iyisi olamazdı ve yanlarına yerleştik. Çay eşliğinde muhabbet başladı. 3 kişiydiler, Münir, Muhammed ve Hasan. Kaza anında ambulans hizmeti veren bir ekip. Burada nöbetteydiler. Münir, Tayyip hayranı. Sürekli onun adını anıyor ve eliyle güzel anlamına gelen bir ifade yapıyordu.
Yemekler hazırladılar, Firuzan duş yaptı ve sonra da biraz bilgisayarda onlara bu gezi ve önceki gezilerimizden video ve fotoğraflar göstererek oyalandık. Saat henüz çok erkendi, uykumuz da yoktu. Sonunda konu Erdoğan’a gene geldi. Acaba biz Erdoğan’a oy vermiş miydik?!!
Dışarıdan göründüğü gibi olmadığını, siyasi bir gösteri yaptığını, kabağın zavallı 9 kişiye patladığını, hiç bir sonuç alamadığını dilimizin yettiği kadar anlatmaya çalıştık. Pek değişik konuları tartışır olduk. Bu bölge üzerinde oynanan oyunları, Suriye’nin de daha düne kadar terörist başını barındırdığını, halen elimizdeki haritada bile Antakya’yı kendilerine aitmiş gibi gösterdiklerine dikkat çekmeye çalıştım. Yani umarız bu güzel dostluk artık daim olur ve kimse kimsenin toprağına göz dikmez. Ve elbette daha çok şeyler konuşuldu gecede.
Zaman geçmiyordu. Kapı önünde vakit geçirmeye çalıştık. Biraz bilgisayardan Ölüdeniz’e ilişkin videolar izlettikten sonra artık yatayım, sabah erken kalkayım dedim. Firuzan çoktan sızmıştı bile.
Deir ez Zor - Kabajeb
Uzaklık: 66,3 km
Süre: 4 h 5'
Ortalama hız: 16,2 km/h
Rakım: 191 – 316 m
Hava sıcaklığı: 16 – 29 °C
Garmin yol bilgileri için: Deir ez Zor-Kabajeb
14 Kasım 2010, Pazar / Kabajeb – As Sikhneh
Gece ilkyardım evindeki konaklamamız rahat geçti. Firuzan biraz boğazından şikayetçiydi, bir aspirin almıştı. İyi geldi, sabah daha iyi hissediyordu kendini.
Kalkmamız 7, çıkmamız 8’di. Münir’i uyandırmadan eşyaları toparladık. Ama sonuna yetişti ve vedalaştık. Muhammed de cankurtaran içinde uyumuştu, o da kafayı uzatıp bize veda etti. Suriyeliler sıcak, cana yakın ve samimiler. Dostluk kurmayı, fotoğraf çektirmeyi seviyorlar. İkramda kusursuzlar. Pek çok yönüyle benzerlik taşıyoruz.
Hava hareket etmezsen çok sıcak. Ama bu sizi aldatmasın, bisiklete binip yol aldığınızda rüzgar nedense soğuk esiyor ve üşüyorsunuz. Bunu bildiğimizden sabah çıkarken yelek ve kollukları takıyoruz. Firuzan biraz daha kalın giyiniyor.
Sabah erken yola çıkmak hep en güzel şey. Bugün 90 km yolumuz var ve çölün derinliklerinden geçeceğiz. Artık Suriye çölünün tam ortasından geçiyoruz. Bakalım neler yaşayacağız? Burası beni gelmeden tedirgin eden yerdi. Merak içindeyim.
Kahvaltıyı bir saat sonra yol kenarında durup yanımızdakilerle yaptık. Firuzan biraz lavaş arttırmış. Zeytin, ekmek ve tatlı kurabiyeler iyi geldi. Suyla da yuttuk her şeyi. Hava durduğunuzda sıcak ama hareket halinde serinliyordu.
Yol dümdüz çekilmiş. O nedenle araçlar da deli gibi gidiyor. Herhalde can sıkıntısından. Git git bitmeyen bir yol. Bas gaza ki sonu gelsin.
Bu yolda da güvenlik şeridi vardı ve genişti. Ama zaman zaman bozulduğunda asfalttan gitmemiz gerekiyordu. Bir ikisi hariç genelde hepsi mesafeli geçti yanımızdan. Zaten çok uzaktan sizi uyarmaya çalışıyorlar, klakson durumları malumunuz. Ama karşıdan gelen veya geçenler illaki ya el sallıyor, selam veriyor veya kornayla dikkat çekmeye çalışıyorlardı.
Sabah çıkmadan her ihtimale karşı, Firuzan bir şişe yedek su kapmıştı arkadaşlardan. İyi ki almışız çünkü yol boyunca su bulamadık. Benzin istasyonu da yoktu. Yani bu hatta kullandığınızın iki katı su bulundurun yanınızda. Neme lazım.
Etrafımız gözün alabildiği yere kadar dümdüz kum. Bir çeşit çalıdan başka bitki yoktu. Birkaç kertenkele asfaltın üzerinden hızla kaçıp kayboldu. Bir de siyah irice bir böcek vardı dikkat etmemiz gereken, ezmeyelim diye! Gözünüz önünüzü sürekli kontrol ettiğinden hiçbir canlıyı ezmek istemiyorsunuz. Belki yabani tavşanlar da vardı, bilemiyoruz. Bazı tepeciklerin içinin dolu olabileceğini söylüyordu Firuzan.
Bu şekilde gittik, araçlar hızla yanımızdan, karşımızdan geçip durdu. Damperli kamyonların çıkardığı ses ürkütücüydü. Bir gürültü ki sormayın. Sanki tren geçiyor yanınızdan. Geçtikten bir hayli sonra sesi ancak kesiliyordu. Ama aracın geçmediği anlarda sessizlik son derece heyecan verici. Tek bir çıt yok, rüzgar dışında. Sessizliğin içinden sonsuzluğa gider gibi. Güneş tepede ve etrafınız tek renk. Üzerinde gidilen simsiyah asfalt yol uzakta, ufuk çizgisinde incelip kaybolmakta.
Derken uzaktaki karartının ne olabileceğini merak ettik. Firuzan hemen fark etti ki bu bir deve sürüsü. Öyle 10 - 20 değil, belki 300 belki daha da fazla. Sanırım bir alış veriş vardı orada. Yol kenarında park etmiş araç ve develerin yanındaki insanlardan tahmin ettik.
Çöl ve deve bir ikili. Bu görüntüleri kaçırmadık ve bolca foto ve video çektik. Ama develer burayla kalmadı, sonra çok daha kalabalığını gördük. Beyaz olan da vardı, albino deve. Bizi gördüklerinde şöyle dikkatlice bakıyorlar, geviş getiriyor ve biraz uzaklaşıyorlardı.
50 km falan geride kalmıştı. Yol, çevir çevir bitmiyor. Artık hafiften popo ağrıları kendilerini belli etmeye başladılar. Ne etsek de dinlensek, benzinci menzinci - geleceği yoktu. Yolun uzaklarında çadırlar vardı. Bunların Bedevi oldukları söylenmişti. Bir de onları ziyaret edelim diye kendimize uygun olanı seçmeye başladık. Yanlarına toprak yol gidiyordu, ama çoğu geriye doğru uzanıyordu. O nedenle dik giren birini aramaya başladık ve bulduğumuzda sapıp bozuk bir yoldan çadırlarına yaklaştık. Koyunların ve horozun sesi geliyordu. Etrafta kimseyi göremedik. Zilimizle kendimizi belli edince sağdan soldan bir iki kişi çıktı. Selamın aleykum’la girişimizi yaptık. Ailenin babası ve oğlu (sonradan tanışınca belli oldu) bizi karşılayanlardı. El sıkışırken bile hemen sarılıp öpüştük. Hanımlar da Firuzan’la. Bizi çadırlarına davet ettiler. Onlar Arapça biz Türkçe konuşarak anlaşıyorduk. En azından adlarını (Serhan, Süreyya, Ömer, Azize, Racha ve küçük Serhan), aile durumunu, develerin nereden geldiğini falan öğrendik. Çay geldi birazdan, şekersiz istemiştik :) Aç mısınız diye sorduklarında, biraz yeriz gibi bir ifademize bir tepside, çanağın içinde beyazımsı bir şey geldi.Yanında da lavaş. Şöyle bir tadınca yağ olduğunu anladık, ama çok değişikti. Bizim bildiğimiz tereyağına hiç mi hiç benzemiyordu. Daha çok Kars gezisi sırasında önümüze çıkanları andırıyordu. Afiyetle yedik, çok farklıydı. Yani yağ da böyle yenir miydi diyeceksiniz, yeniliyordu diyeceğiz. Neyse sonra kalanı da bize lavaşların arasına sarıp yolluk yaptılar. Biz de yanımızdaki ki küpelerden verdik ama hiçbirinin kulağı delinmemişti. Aile hiç de gördüklerimiz gibi kalabalık nufusa sahip değildi. Baba, anne, oğul, gelin ve torun olmak üzere 5 kişi. Sularımızı tazeleyip veda ederek yanlarından ayrıldığımızda önümüzde 20 km’lik yolumuz kalmıştı.
Yol demişken; asfalt mükemmel, güvenlik şeridi geniş. Ama bir sıkıntı kot farkında. Üst üste eklenen asfalt nedeniyle zamanla bir yükseklik oluşmuş ki dikkat etmek gerekiyor şerit değiştirirken. Yoksa kayarsın!
Sonunda As Sikhneh uzaklarda görünmeye başladı. Varmadan sağda bir benzinciye girip belki kahve buluruz diye ümit ettiysek de pek bir boştu. Devam ederek şehir girişine yakın kurulmuş olan çadırın yanına mı gitsek, yoksa şehre girsek mi diye düşünürken baktık ki girmişiz. Girdik de bir bebe sürüsü tarafından karşılandık. Önce bir bisikletli sonra üç, beş, yedi derken bisikletsizler de katılınca doz biraz kaçtı ve rahatsız edilmeye başlandık. Hepsi bir ağızdan konuşuyor, önümüzden sağımızdan solumuzdan geçiyorlar, kimi oraya dokunuyor, burayı kurcalamak istiyor. Hatta bir ara arkada takılı olan haritayı da kapmışlardı. Bana da gezi sonuna kadar lazımdı. “Nerede harita?” deyince gösterdiler alanı, “getirin lan şunu” işaretleriyle geri kazandık haritamızı. Baktık ki böyle olacak gibi değil, mecburen sert adamı oynamak zorunda kaldım. Zaten halimizi gören çevredeki yetişkinler de bebeleri uzaklaştırmaya çalışıyordu.
Baygınlık durumlarından kurtulmanın tek yolu köyden uzaklaşmaktı. Dedik çıkalım bu kalabalıktan ve girişteki çadırların yanına yerleşelim. En rahatı bu olacaktı. Ama önceden manav / bakkaldan bir şeyler alalım istedi Firuzan. Mandalina, hıyar (Arapçası da aynen), domates ve muz alıp uzaklaşmaya çalışırken bir başkası çaya çağırdı. Hadi gidelim bari diye yanlarına yerleştik. Nereden nereye niçin falan gibi sorular ve muhabbet sonucu Abdul Hamid bizi evine davet etti. Hemen karşıdaydı zaten. Biz de kabul ettik ve kendimizi birazdan oturma odalarında otururken bulduk. Kendi çocukları ve akraba çocuklarıyla salon gene veletlerle doldu taştı. Sorular, espriler, el oyunları gibi numaralarla geçti zaman. Hatta bir de Suudi’de çalışan genç, yeni yetme olanı da sürekli fotoğraf çektiriyorum diye bana ve aslında Firuzan’a sarılıp duruyordu.
Çaylardan sonra yemek tepsisi geldi ve evin hanımı da yanımıza gelerek ev sahibi Abdul Hamid’in az çok İngilizce bilmesi sayesinde konuşabildik. Arkasından gelen mırrayla da biz onlara fal bakmasını öğrettikten sonra veletlerle de biraz oynaşarak vakit geçirdik.
Bir ara veletlerden birisi avucunda birşeyle girdi odaya. Sıkıca tuttuğu küçük bir hayvan, fareye benzeyen ama ilgisi olmayan bir şeydi. Neydi bu diye sormaya çalıştığımızda “Jerboa” dediler. Yani bir fare mi? Yoo diyorlardı, fare değil bu (bu arada fare kelimesi de Arapça çıktı). Fare yenmezmiş ama Jerboa yeniliyormuş da. Bu kadar küçük hayvanın neresini yiyeceksiniz? Pes doğrusu. Ancak çok daha önemli bir işte kullanıyorlardı hayvanı; şahin yakalamada yem olarak. Bununla şahine kapan hazırlıyorlarmış ve avlanmaya gelen şahin avlanıyormuş. Sonra da Kuveytlilere 20 bin dolara satılıyormuş. İyi para, yılda iki satış yapsan kafi!
Derken Jerboa kurtuluverdi veletin elinden ve salonda panik içinde koşarak bebeleri peşine taktı. Ama köşeye kıstırılınca gene tutsak olmaktan kurtulamadı. Bir ara bize hediye etmek istediler. Acaba alsak da çölde serbest mi bıraksak?
“Çocukların elinde hayvanı öyle kıstırılmış görünce, esaret altındaki halini fotoğraflamaya içimiz elvermedi.
Jerboa, bizde bilinen adıyla Arap Tavşanı. Kendisine 2005 yılında basılmış bir hatıra parası üzerinde de rastlayınca şaşırdık. Meraklısına internette 85 dolara!”
Güne erken başlayınca zaman da öyle hemen geçmiyor sanki. Baktık daha çok erken, ama biraz olsun sessizlik ihtiyacı içindeyiz.. Ev sahiplerinin çekilmesiyle (belki de anladılar) kendimize döndük.
Bu arada unuttum, bugün benim yaş günümdü. Böylesine güzelini yaşadığımı hatırlamıyorum. Firuzan’ın hurma tatlısından yaptığı bir doğum günü pastası ile kutladık. Çok güzel bademler almıştık, onları atıştırarak ve bolca pedal çevirerek. Cep kapalı olduğundan akşam açtığımda bana kutlama mesajı yollayan sevgili Güli, Aydın ve Kaan ile Mine, Ozan, Elif, Filiz, Şamil ve Sülerya Hanımefendi’ye çok çok teşekkür ederim. İyi ki varsınız.
Hafif hafif çıktık bugün, 484 metreye kadar. Sıcaklık bir ara 32 ºC oldu. Yol öyle rahat çıkılıyor ki fark etmiyorsun. Palmira ’ya kadar 500 küsürleri aşacağız. Sonra biraz iniş ve Şam’a gidersek 600 küsürler. Güneyden güneybatı yönüne hareket ediyoruz. Ve ülkenin sıcak bölgesinden uzaklaşmaktayız, ama daha var.
Kabajeb – As Sikneh
Uzaklık: 86 km
Süre: 5 h
Ortalama hız: 17,2 km/h
Rakım: 253 – 484 m
Hava sıcaklığı: 20 – 32 °C
Garmin yol bilgileri için: Kabajeb-As Sikneh
15 Kasım 2010, Pazartesi / As Sikhneh – Tadmor (Palmira)
Sabah gene 7 gibi kalkıp hazırlanmaya başladık. Çıkmadan önce evin reisi elinde bir tepsiyle çıka geldi. Bize kahvaltılık bir şeyler hazırlamış, zeytinyağı, zahter, yoğurt ve zeytin, çay da vardı ama maalesef şekerli. Bu da şerbet gibi içilmiyor alışmayınca.
Kahvaltımızı yapıp veda ederek evden ayrıldık. Çocuklar bize çıkışa kadar eşlik ettiler. Hava bugün kapalıydı, dolayısıyla da serin. Bugüne kadar gördüğümüz en serin gün, 17 ºC.
Gene otoyoldayız ama daha trafik başlamamış ki sakin, ama bu sakinlik uzun sürmeyecek, çünkü 5 tane kamyon geçti ki, sanki tren geçti sandık yanımızdan. Biri bitiyor peşinden diğeri geliyordu. Yetişemedik ses kaydı yapmaya. Bir başkasını, daha zayıf ama, örnek olsun diye size dinletmek isterim.
Çöl biraz çalı çırpıyla doldu. Uzaklarda tepeler vardı, Bedevilerin çadırları gözüküyordu. Birazdan asfaltta tamirat başladı. Üzeri kazınmış, yeniden dökülecekti. Uzun süre böyle gitti yol. Neyse ki kenardaki güvenlik şeridi düzgündü de biz oradan devam ediyorduk.
Güneş arada bir yüzünü gösteriyor ama genelde serindi bugün. Belki de rahat bir hava diyebiliriz.
Acıktıkça durup yanımızdaki mandarinleri, kuruyemişleri yiyor, yetmediğinde kahvaltılıklarımızdan takviye yapıyorduk. Ama canımız sıcak bir şey, mesela kahve çekiyordu, ama bu yolda hiç rastlamadık kahveciye. Zaten benzinci gibi bir şey de yoktu. Yolumuzun üzerine bir çoban çocuk çıktı ve su istedi. Elindeki boş pet şişesini sallıyordu. İnandırıcı gözükmese de doldurduk şişesini. Sonra aç olduğunu söyleyince yanımızdaki muzdan verdik. Yetmedi, para da istedi. Ehh artık fazla oldun dedik ama anlamamıştır, fakat hareketlerimizden çakmıştır düşüncemizi. Artık ne hesap yapıyordu - bilemiyorum.
Sağda bir kalabalık vardı, uzakta. Burada duralım bakalım diye yanaştık. Arak adında bir köyün girişiydi, yol ağzı. Bir bakkal, bayramlık şeker ve bisküvi gibi şeyler satıyordu. Bir iki tane seçtik, para almadılar. Türkiye dedik mi her şey değişiyordu. Mırra ikram edildi, fotolar çekildi, anlaşabildiğimiz kadarıyla konuştuk ve ayrıldık.
Bilemiyorum, sadece Türk olduğumuz için mi bu kadar ilgiliydiler, belki de herkese karşı aynı tutumu sergiliyorlar ama gerçekten kabul görmek çok güzel bir duygu. Yabancı bir ülkedesiniz ve dilini anlamıyor, adetlerininden pek haberdar değilsiniz. Tamam kendinizden biraz benzerlik buluyorsunuz ama bir çekingenlik, bir tedirginlik haliyle oluşuyor. Yollarda sizi geçip duran kamyoncuların çay daveti, yanınızdan geçerken yavaşlayıp konuşmaları. Hepsine tabii ihtiyatla yanaşıyor insan. Çok da cesur olup dikkatsizlik sonucu bir tersliğe neden vermemek için.
70 km yolu 13:30 gibi bitirdik. Palmira girişinde otobüslerin mola verdiği bir kavşak vardı. Al Thawra’daki gibi. Şehre girmeden bir kahve buluruz artık burada diye yanaştık bir dükkana.Var mı? - Var. - Kaça? - 15. - Doldur. İki tane ne eder? 30. 100’lük verdim baktım üstü gelmiyor. Bir hurma ikram etti, tadı güzeldi ama paranın üstü halen yoktu. Bakıyorum suratına soru işaretiyle ama tık yok adamda. Fazla da beklemeye gerek yoktu, istedim el kol işaretiyle. Birden tanesi 50 oldu, yani paranın üstü yoktu. Mecburen sinirlenmek zorunda kaldım ve 70 suri’yi aldım. Bu tartışmaya bir asker müdahale etti. Az İngilizce bildiğinden ona durumu anlattım ve ayıp yaptığını, Suriye imajını bozduğunu söyledim. Asker onun adına özür diledi, tezgahtar morardı (sonra yeşerdi) ve biz de gördük ki, insan bazen ufacık şeylere tenezzül edebiliyor.
Yani önceden sorun fiyatını ve dikkatlice dinleyin, çünkü İngilizceyi yanlış da söyleyebiliyorlar. Der Zor’da kuruyemiş için 300 yerine 3000 diyordu tezgahtar, bilmeyerek.
Ve Palmira ’ya daldık sonunda. Uzunca bir yoldan, ama işaretlemeler çok açıklayıcı olmadığından merkez diye diye bulduk. Biraz kurabiye aldık, makul otel sorduk ama 700’e indirdiler 2 kişilik odayı. Biz 350 verdik, kabul etmediler. Bir kamping vardı ona gittik, 200. 100 verdik kabul etmediler (pazarlık günümüzdeyiz).
Sonra başkasına 200 ödedik. Yani boş şeylerle bazen çok zaman harcıyorsun.
Ama öncesinden Palmira ’nın harabelerini gezdik, çok etkileyici. Kumların içinde bir Roma kenti. Kamışlı’dan Civan ile tanıştık. Türkçe konuşuyordu. Kemal Sunal ve Cüneyt Arkın filmlerinden öğrendim diyordu. Yani bayağı öğrenmişti. Burada festivalin son günüymüş ve ses - ışık ekibinde çalışıyordu. Akşam bizi gösteriye davet etti, 8’de başlıyordu. O halde biz de acele edelim ve önce kalacak yeri ayarladık, sonra matrak bir şekilde mutfakta su dökündük, yani yıkandık. Kaldığımız yere banyo/hamam imkanını sorunca evet dercesine kafayı sallamışlardı. Ama bu işin mutfakta yapılacağını hiç düşünemedik. Hem de taşıma suyla :) Ardından yemek için çok lezzetli bir yere gittik, birinden tavsiye alarak ve gerçekten doğru yer çıktı. 330 suri’ye ful, falafel, humus, turşu ve ardından kahveyle noktaladık. Bu yerin adı Al-Bitar. Şiddetle tavsiye olunur. Canımız tatlı istedi tabii bunun üzerine. Hurma satılıyordu her yerde (burası hurma cenneti), kilosu 250-350 arası değişen. 250’likten 100 suri’lik aldık, şahaneydiler. Yiyerek festivalin yolunu tuttuk. Tarihi Palmira’nın amfitiyatrosundaydı gösteri. Kapıdan buyur ettiler bizi ve yerimize yerleştik. Malum eski taş merdivenlere minderler sermişler, öyle rahattı ki sormayın. Biz yıllarca açıkhavanın taşlarında zar zor oturmaya çalışmıştık ve kimsenin aklına bu uygulama gelmemişti.
Az sonra bir kadın sanatçı çıktı ve seyircilerde hareketlenmeler başladı. Ardından çıkan erkek şarkıcıyla iyicene coştular. Civan da bizimleydi zaman zaman. Türkçeyi konuşması çok işe yaradı, ona bazı Arapça şeyleri sorabildik.
Milletleri eğlenirken görmek ayrı bir resim verir hep. Örf ve adetleri, sosyal yapıları bu resimde daha net çıkar ortaya. Burada da kadının ve erkeğin yeri, idarecilerin duruşları, güvenliğin tavrı çok belirgindi.
Konserin sonunu getirmeden ayrılıp artık uyumak için çadırımıza döndük ama kalacağımız yerde yemek yenilmiş, ortalık biraz dağılmıştı. İşletme sahibi de herhalde arak’ı kaçırmıştı ki ortadan yok oldu. Biz de başımızın çaresine baktık, kendimize göre.
Yarın yolumuz bizi Şam’a doğru taşıyacaktı. Başkenti merakla bekliyorum. Bunca gördüklerimizden sonra.
Palmira İmparatorluğu (260 – 273)
Palmira merkezli, 3. yüzyılın ikinci yarısında kurulan, Suriye, Filistin, Lübnan, Mısır ve Anadolu'nun bir kısmını kapsayan kısa ömürlü imparatorluk.
Roma İmparatorluğu'nun Suriye eyaleti valisi Odaenathus, yeğeni Maconius tarafından öldürülünce, yönetim karısı Zenobia ve oğlu Vabalathus'a geçti. Zenobia Roma yönetiminden bağımsız hareket ederek, Palmira'nın etki alanını güney Suriye'de bulunan Busra kentine ve Mısır'ın batı kesimlerine kadar taşıyarak, kısa süren Palmira İmparatorluğu'nu kurdu.
Daha sonra kuzeyde Antakya'yı aldı. Kısa sürede Anadolu'nun güneyi ve doğusunu, Fırat ve Dicle havzasının bir bölümünü, Suriye, Filistin, Sina yarımadası ve Mısır'ın önemli bir bölümünü yönetimi altına alan imparatorluğun, Roma yönetiminin dikkatini çekmesi uzun sürmedi. 272 yılında İmparator Aurelian kaybedilen toprakları almak üzere, Palmira üzerine sefere çıktı. Doğuda kapsamlı bir harekata girişen imparator, kısa sürede Antakya ve Humus şehirlerini zaptedip, Palmira'ya ulaştı ve Sasanilere sığınmak üzere olan Kraliçe Zenobia ve oğlunu sağ olarak ele geçirdi ve esir alarak Roma'ya götürdü. Bu sırada yıkıma uğramayan şehirde, 273 yılında ayaklanmalar başlayınca İmparator Aurelian tekrar Palmira'ya geldi ancak bu kez askerlerin şehri yağmalamalarına izin verdi. Bu yıkım Palmira şehrinin çöküşüne yol açtı, şehir bundan sonra eski günlerine geri dönemedi. Şehir imparatorluk tarafından Romalı asker lejyonlarının kalacağı askeri bir üsse çevrildi. İmparator Diocletianus ise Sasanilerden korunmak amacıyla lejyon sayısını arttırarak Palmira'nın yalnızca bir askeri üs olma konumunu pekiştirmiştir.
As Sikneh – Tadmor (Palmira)
Uzaklık: 81 km
Süre: 5 h 48'
Ortalama hız: 14 km/h
Rakım: 340 – 537 m
Hava sıcaklığı: 17 – 33 °C
Garmin yol bilgileri için: As Sikneh–Tadmor (Palmira)
Kaynakca