11 Mart 2022

Jørgen Leth: Bisiklet Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni


1937 doğumlu gazeteci, yazar, yönetmen. Bir süre Danimarka’daki Ulusal Film Okulu’nda misafir öğretim üyesi olarak çalıştı. Leth’in yazıları, şiirden denemeye ve radyo televizyon oyunlarına kadar geniş bir çeşitlilik gösterir. 1960’ların başından bu yana otuzdan fazla film yönetti. 2016 yılında kendisiyle yapılmış bir söyleşi.

 


Danimarkalı yönetmen Lars von Trier, 2000’de Jørgen Leth’e bir mektup yazar ve ustası olarak gördüğü yönetmenden meşhur filmi The Perfect Human’ı yeniden çekmesini ister. Trier bu filmi yüzlerce kez gördüğünü, her karesini ezbere bildiğini söyler ama yapmak istediği şey bunu paramparça etmektir. Leth’in önüne engeller koyacak, aynı filmi beş farklı şekilde çekmesini isteyecektir. Sonunda da bu süreç film hâline gelecektir. O film, Beş Engel olur.

 

İlk başta bu teklifi düşünmek isteyen Leth, kısa sürede “Evet” cevabını verir. Neden? Kendisinden dinleyelim: “Filmin adındaki Engel, (benspænd) futbol terminolojisinden aldığımız bir kelimeydi. Bir zamanlar Danimarkalı büyük futbolcu Michael Laudrup üzerine film yapmıştım. Sahada yaptığı beklenmedik hareketlerle herkesi şaşırtan bir virtüözdü. Savunmaları kendisine çekiyor, sert oyunu davet ediyor, düşmekten ve sakatlanmaktan zarif bir şekilde kaçınıyordu. Michael Laudrup rol modelim oldu. Lars’ın bütün kirli müdahalelerini üzerimde uygulamasına ve hayatımı zorlaştırmasına izin verdim.”

 

Şimdilerde 78 yaşında olan Jørgen Leth, cazdan bahsederken bir anda bisiklete geçebilen, antropolojiden söz ederken lafı tiyatroya getirebilen birisi. Onu genç yönetmenlerin ilham kaynağı hâline getiren kariyerinde aynı zamanda bisiklet tarihine damga vuran belgeseller de çekti. Sadece bu da değil. Leth, bir yandan şiir yazıyor, bir yandan caz konserleri veriyor ve hepsinin yanında Danimarka televizyonu için bisiklet yorumculuğu yapıyor. Yani, gerçek bir Rönesans adamı. Bu yüzden telefonunu çaldık. Yeni filmini çektiği ve bir hayli meşgul olduğu Kopenhag’da ahizeyi kaldırdı, sorularımızı yanıtladı.

 

Danimarkalı eski bisikletçi Ralf Sörensen ile yazdığınız kitabın adı Beauty Lies in Repetition. Kitap isminde dediği gibi sizce de güzellik tekerrürden mi doğar?

 

Yinelenen şeyleri severim. Mesele Fransa Bisiklet Turu’nun peyzajı her sene kendini tekrar eder. Pireneler ve Alpler’e gidilir. Mont Ventoux, Col du Tourmalet, Col du Galibier gibi tırmanışlar da aynı şekilde çoğu zaman yinelenir. Yaratıcılığın ve cesaretin sergilendiği o yarışların arka planında hemen her sene tekrar eden dağlar vardır.

 

Bu yinelemelere bisiklet gibi hayattaki bir başka tutkunuz olan müzikte de rastlayabiliriz. Müzikle bisiklet arasında ortak noktalar var mı? Ritim, yineleme, doğaçlama gibi…

 

Kesinlikle, hemen hepsi ikisinde de rastlanan şeyler. Özellikle doğaçlamanın rolü çok mühimdir. Bu yüzden gözü pek, risk almaktan çekinmeyen, cesur bisikletçileri izlemek her zaman ilgimi çeker. Mesela Nairo Quintana’nın bu seneki Alpe d’Huez etabında yaptıkları buna bir örnek.

 

Dilerseniz geçmişe dönelim. Yirmili yaşlarınızda Danimarka’nın önemli gazetelerinde çalışmaya, caz, bisiklet, sinema ve dans üzerine yazmaya başladınız. Bütün bu alanları birleştirmek zor muydu?

 

Caz her zaman tutkumdu. Erken yaşlarda kulüplere gitmeye ve kendi deneyimlerimi yazmaya başladım. Kopenhag’da Miles Davis, John Coltrane, Duke Ellington, Thelonious Monk, Bill Evans, Bud Powell gibi caz efsanelerini kanlı canlı görme fırsatım oldu. 22 yaşındayken, büyük gazetelerden Aktueltbana caz yazmam için bir köşe verdi. Bunun yanında tiyatro ve gezi yazıları kaleme alıyordum. 1964’te bir başka büyük gazete Politiken bana teklifte bulundu. Deneysel tiyatro ile ilgilenmeye başlamıştım ve Stockholm’de o dönemler Amerikalı Living Theater grubu vardı. Bu sayede sanatın farklı figürleriyle tanışma şansım oldu. Derken ilk şiir kitaplarım basıldı ve caz piyanisti Bud Powell üzerine bir film çektim.

 

Peki ya bisikletle ilk tanışma.

 

Amcam bir zamanlar Aarhus velodromunun yöneticileri arasındaydı ve o sıralar küçük bir çocuk olarak okula yeni başlayan beni yarışlara davet etmişti. Dönemin büyük sprinterleri arasında yer alan Reginald Harris, Josephh Scherens, Arie van Vliet, Jan Derksen gibi bisikletçilerle tanışmam bu sayede oldu. Onların imzalı fotoğraflarını aldım ve yüzleri bir daha hafızamdan silinmedi.

 

Paris-Roubaix üzerine çektiğiniz A Sunday in the Hell (1976) birçok nesle ilham kaynağı oldu. En başta, neden bu yarışı seçtiniz?

 

Bir yönetmen olarak her zaman kendime farklı engeller koymayı, sürekli yeni kurallar oluşturmayı, sınırlar arasında yaratıcılığımı konuşturmayı severim. Bu belgeseli yapmak da çok zordu, zira Paris-Roubaix her zaman pek çok zorluğu içinde barındıran, sürekli beklenmeyen, yeni şeylerin yaşandığı yarışlar arasındadır. Kişisel olarak bisiklet takvimindeki en dramatik yarışın filmini yapmak istemiştim. Paris-Roubaix bir yarış olarak her zaman bisikletçilere yeni engeller çıkarmasıyla meşhurdur ve her zaman çok güzeldir.

 

Belgeselin açılışında dönemin ve belki de bütün bisiklet tarihinin en etkileyici isimlerinden ikisini görüyoruz: Eddy Merckx ve Roger de Vlaeminck. Fakat onların klâsik bir portresini yapmak yerine farklı yüzlerini gösteriyorsunuz. İkisi de bisikletlerinin teknik detaylarıyla uğraşırken, takım çalışanlarıyla konuşurken ve en ince ayarları hallederken perdeye geliyor. Neden bu sahnelerle başlamayı seçtiniz?

 

Teknik detaylar kişisel olarak çok ilgimi çekmez. Yani, sürekli teknik üzerine konuşan bir nerd değilim. Daha çok sinemada tekniğin yarattığı imgelerle ilgilenirim. Ve bir yandan da sinemada en olağan, en beklenen görüntüleri yaratmaktan kaçınırım. Bu yüzden filmin başında farklı bir yöne gitmek istemiştim. Bisikletçilere spor fotoğrafçılarının baktığı yerden bakmak istemedim, onları bir karmaşıklığın içinde yansıtmaya çalıştım. Zira bisikletçilerin tekniğe duydukları ilgi, detaylara verdikleri önem benim esas dikkatimi çeken şey. Dediğim gibi bisikletin teknik kısmından pek anlamam ama bisikletçilerin mekanikerler ile yaptıkları çalışmalara bakmak, kendi başlarına yaptıkları ayarları izlemekten büyülenirim.

 

Kariyerinizdeki bir başka ünlü bisiklet belgeseli de 1973’te çektiğiniz 

Stars and Watercarriers. Yarışlarda takım liderleri için çalışan domestiklerin bisikletteki rolüne nasıl bakıyorsunuz?

 

Bisikletteki hizmetçilerin, su taşıyıcılarının rolünü kavramak çok mühimdir. Kişisel olarak domestiklerin rollerine hayranım. Mesela son Fransa Bisiklet Turu’nda Lotto-Soudal’de Danimarkalı bisikletçi Lars Bak’ın yaptığı çalışma harikaydı. Bu adamların yeteneklerini başkalarına, yıldızların hizmetine sunmaları saygı duyulası bir şey. Bu yüzden yorumcu koltuğundayken bu detaylardan bahsetmeye çalışıyorum. Bir yandan da Danimarka televizyonunda yarışları seyreden bazı seyircilerin yaptıkları yorumları aptalca buluyorum. Özellikle Danimarkalı domestiklerden çok şeyler bekleniyor, yarış kazanmaları isteniyor. Bence bu çok büyük bir aldanma. Kendi yeteneğini başkasının hizmetine sunan bu adamlardan zafer beklemek delilik.



Son dönemde bisikletin popüler yanlarından biri de Saat Rekoru. 1975’te Danimarkalı bisikletçi Ole Ritter’in Saat Rekoru denemesi üzerine The Impossible Hour filmini çekmiştiniz. Bu deneyim hâlâ ilginizi çekiyor mu?

 

Evet, bilhassa Francesco Moser’in denemesinden sonra Saat Rekoru saygınlığını kaybetmişti. Fakat Bradley Wiggins sayesinde yeniden gündeme oturdu. Şimdi herkes Wiggins’in rekorunu kırmayı kimin deneyeceğini konuşuyor. Belki Tony Martin. Fabian Cancellara’yı da çok severim lâkin onun zamanının geçtiğini düşünüyorum. Cancellara aynı zamanda Wiggins’in rekorunu geçemeyeceğini bilecek kadar zeki ve umutsuz bir denemenin pençesine düşmek istemiyor.



Bir bisiklet romantiği misiniz? Doping, spordan aldığınız keyfi öldürdü mü?

 

Evet, bir bisiklet romantiğiyim ve hayır, doping bisikletçilere duyduğum hayranlığı etkilemedi. Bence, bu hâlâ çok güzel bir spor. Günümüzde insanların bisikletin kötü yanlarına kafayı çok fazla taktığını düşünüyorum. Benim için, doping sadece bir detay. Küçümsemeye ya da kimseyi temize çıkarmaya çalışmıyorum fakat dopingin neden bisiklette bu kadar yaygın olduğunu da bir yandan da anlayabiliyorum.

 

Danimarka’nın ilk ve tek Fransa Bisiklet Turu Şampiyonu (1996) Bjarne Riis’in doping itiraflarını nasıl karşılamıştınız?

 

Onun itiraflarını ve apoletlerinin sökülüşünü izlemek acı vericiydi. Lâkin bisikleti bıraktıktan sonra çizdiği kariyerin başarılı olduğunu düşünüyorum. Bugünlerde o Danimarka televizyonunun çok sevilen bisiklet profesörü. İnsanların onun hakkında ikiye ayrılmasını ya da bazılarının ona dopingci demesini anlayabiliyorum ancak birçokları menajer ya da takım sahibi olarak görevine devam etmesini istiyor.

 

Lance Armstrong üzerine bir film yapmayı hiç düşündünüz mü?

 

Hayır, ondan hoşlanmıyorum. Kaldı ki hakkında tanınmış yönetmen Alex Gibney’in yaptığı güzel bir belgesel (The Armstrong Lie) var.

 

Nostaljiden hoşlanır mısınız? Bisikletin eski çağlarını özlüyor musunuz?

 

Elbette. Bisikletin bir zamanlar çok daha iyi olduğunu söyleyen o nostaljik düşüncenin parçasıyım. Fransa Bisiklet Turu’nda bu seneki Alpe d’Huez etabı gibi şeyleri izlediğimde hâlâ mutlu oluyorum ama dünün yıldızlarını bugünkülere tercih ettiğim açık. Bugünkü yıldızlar arasında en sevdiğim isim Nairo Quintana. Peter Sagan ve Fabian Cancellara’dan da hoşlanıyorum.

 

Caz gibi bisiklet üzerine yazılar da kaleme alıyorsunuz. Eddy Merckx hakkında yazmak Chet Baker üzerine yazmaktan farklı mıdır? 

 

Elbette farklıdır. Ama ben bisiklete klâsik bir spor gazetecisi gibi bakmamaya çalışırım. Sporu bir macera, bir sanat eseri olarak ele almayı severim.


Birçok farklı alanla ilgileniyorsunuz. Büyürken kahramanlarınız kimlerdi?

 

Son kitabım “Kahramanlarım” adını taşıyor. Üzerine kalem oynattığım isimlerden bazıları şunlar: bestecilerden Antonio Carlos Jobim ve Thelonious Monk, bisikletçilerden Fausto Coppi, Luis Ocana, yönetmenlerden Jean-Luc Godard, Michelangelo Antonioni, John Cassavetes, Maya Deren, Lars von Trier, antropolog Bronislaw Malinowski, Wade Davis, dansçılardan Katherine Dunham, Suzanne Farrell, George Balanchine, sanatçılardan Per Kirkeby, Marina Abramovic, oyunculardan Dustin Hoffman, Gene Rowlands, Dennis Hopper, müzisyenlerden Chet Baker, Lee Konitz. Ayrıca siyaset dünyasından bazı kötü adamlar var, Dr. François Duvalier, general Raoul Cedras, belediye başkanı Roberto d’Aubuisson gibi. Elbette çok daha fazlası var. Beni büyülüyorlar çünkü bu isimler aynı anda yaratıcı, provokatör, nefes kesici ve şeytanlar.

 

Avrupa sinema tarihindeki yeriniz çok farklı. Lars von Trier gibi yönetmenlerin ilham kaynağısınız. Günümüz sinemasını takip ediyor musunuz?

 

İlgileniyorum ancak baktığımda Lars von Trier kadar ilginç işler yapan başka hiçbir yönetmen görmüyorum. Bir de sinemayı eskiden olduğu gibi bir eleştirmen gözüyle izlemiyorum. Her izlediğim filmi geçmişten bir eserle karşılaştırmaya çalışmıyorum. Şu an bir yönetmenim ve esas ilgilendiğim alan belgeseller. Onlar dışında yeni çıkan eserleri takip etmek yerine sevdiğim yönetmenlerin son işlerine bakmayı tercih ediyorum. Werner Herzog onlardan biri. Aynı şekilde Jean-Luc Godard’ın son filmlerinden hoşlanıyorum. Bir de Quentin Tarantino gibi Amerikalı yönetmenleri seviyorum.

 

Lars von Trier’le dostluğunuz nasıl?

 

Onunla çok özel, kişisel bir ilişkimiz var. Sık sık telefonda konuşuyoruz. Özellikle onun sağlık sorunları beni endişelendiriyor çünkü biliyorsunuz bazı problemleri var. Yakın arkadaşlarından birisiyim bu yüzden sürekli irtibatta kalmaya uğraşıyorum.

 

Danimarka sinema tarihinin en büyük yönetmeni olarak Carl Th. Dreyer gösterilir. Siz de ondan etkilendiniz mi?

 

Kesinlikle. Dreyer, benim gelmiş geçmiş en sevdiğim yönetmenlerden biri. Jeanne D’Arc’ın Tutkusu’nun belki de tarihte yapılmış en büyük film olduğunu düşünüyorum. The Perfect Human’ı çekerken bilhassa Dreyer sinemasından çok etkilendim; mekan kullanımı, filmde karşılaşılan odaların sadeliği, siyah beyazın pür ve etkileyici kullanımı, sağlam, dingin kamera hareketleri ilham kaynaklarım arasındaydı.

 

Thomas Vinterberg’i takip ediyor musunuz? Festen ile 1990’larda Avrupa sinemasına çok hızlı girmişti.

 

Elbette fakat belki de takip etmem gerektiği kadar sıkı bir şekilde bakmıyorum Vinterberg’in son filmlerine. Festen ve Jagten, sevdiğim iki Vinterberg filmi. Fakat diğer eserlerinden o kadar da etkilenmedim.



2016 Paris-Roubaix’ye saatler kaldı. Heyecanla beklenen yarışta, sezon sonunda emekli olacağını açıklayan Fabian Cancellara’yı son kez izleyeceğiz. İsviçreli, son kez yarışın başrolünde olacak ve bu, kimileri için bir devrin sonu demek.

 

Bu yıl, yarış adına bir başka önemli gelişme de sinemayla alakalı. Paris-Roubaix üzerine çekilen, kimilerine göre gelmiş geçmiş en iyi bisiklet filmi olan A Sunday in Hell’in 40. yıl dönümünü kutluyoruz. Bisiklet filmlerinin unutulmaz yönetmeni Jørgen Leth’in imzasını taşıyan film, Kuzey Fransa’da geçen yarışı ve onu arzulayan yıldızları sessiz, derinden ve etkileyici biçimde yansıtmasıyla öne çıkıyor. Biz de bu yıl dönümü vesilesiyle, Eylül sayısı için sinema kariyeri ve bisiklet filmleri üzerine röportaj yaptığımız Jørgen Leth’i bir kez daha aradık. Danimarka televizyonu için yarışı yorumlayacak olan ve bir restoranda son notlarına bakan Leth ile 2016 Paris-Roubaix’yi ve bu 40 özel yılı konuştuk. 

 

Bu seneki Paris-Roubaix’de favoriniz kim?

 

Elbette Cancellara. Duygusal bir seçim bu. Ve doğal olarak da yanına Sagan’ı ekliyorum. Kişisel olarak Cancellara’nın bir kez daha Paris-Roubaix kazanıp kariyerine veda etmesini istiyorum. O bunu hak ediyor. Çok formda. Kariyeri boyunca girişkenliğiyle öne çıkan, kendisine fırsatlar yaratan, her zaman yarışların kaderini çizen bir adam, müthiş bir karizma. Fakat bildiğiniz gibi Paris-Roubaix’de kader, şans hep büyük rol oynar. O yüzden kimin kazanacağını asla tahmin edemezsiniz. En güçlü bisikletçi bile kötü şansın gazabına uğrayabilir. Fakat ben ona inanıyorum. Fabian Cancellara, Paris-Roubaix tarihinin en büyük isimlerinden biri. Bu yüzden de şampiyonluk sayısını Tom Boonen ile eşitlenmesini, bu yarışı dördüncü kez kazanmasını isterim. Bunu gerçekten hak ediyor.

 

Paris-Roubaix tarihinin en büyük bisikletçileri sizce kimler?

 

Roger de Vlaeminck ve Francesco Moser. Onların Arnavut kaldırımları üzerindeki zarafeti ve çok yönlülüğü eşsizdi. En çetrefilli taşlar üzerinde yaptıkları ataklar hiç unutulacak gibi değil. Bu yüzden benim için, gelmiş geçmiş en büyük isimler onlar. Filmlerim için yarış stillerini defalarca inceledim ve her defasında da etkilendim.

 

Aynı zamanda filminiz A Sunday in Hell’in başrolünde de bu isimler var. Bu sene filmin 40. yıl dönümü. Sizin için özel bir anma, öyle değil mi?

 

Açıkçası üzerinden bu kadar yıl geçmiş olması benim için şaşırtıcı. İnsanlar birkaç gün önce bunu bana söyleyene kadar 40 yıl geçtiğini de fark etmemiştim. Ama evet, 40 sene olmuş. Peloton dergisi, birkaç gün önce film üzerine benimle röportaj yaptı ve bu sayede yıl dönümünün farkına vardım. Elbette insanların filmi unutmadıklarını ve izlediklerini duymak benim için muhteşem. A Sunday in Hell hâlâ yaşıyor. Belçika’da bir televizyon kanalı yakın zamanda filmi satın aldı, gösterdi ve peşinden büyük bir ilgi dalgası da geldi. Özel gösterimler, şovlar düzenleniyor. Bana gelip A Sunday in Hell sayesinde bisiklet deneyimi ile tanıştıklarını söyleyen insanlar var.

 

Bu 40 senede Paris-Roubaix’de neler değişti? 

 

Çok büyük bir değişim yaşandığını düşünmüyorum. Paris-Roubaix, hâlâ geçmişteki değerlerine sahip. Bisikletçilerin karşısına her zaman büyük engeller çıkarıyor ve kazanmak için büyük bir konsantrasyon gerektiriyor. Yarış, sıra dışı bir şekilde zor kalmayı başardı ve şans, eskisi gibi, başroldeki etkisini sürdürüyor. Kötü şans da öyle… Bütün bu zorluklar, bu yarışın güzelliğini ortaya koyuyor. Paris-Roubaix’yi gerçek bir klasik yapan da her sene tekrar tekrar aynı engelleri, aynı zorlukları yarışçıların karşısına çıkarması. Belki seneler içerisinde bisikletçilerin tekniğinde, stilinde değişimler yaşanmış olabilir. Bisikletler de teknolojinin yardımıyla birlikte gelişti. Fakat bütün bunlara rağmen peyzaj, yol ve sporcular arasındaki ilişki hep aynı kaldı. İşte bu, yarışın özü.

 

Şunu da söylemek lâzım. Bisiklet dünyasında, bu süreç içerisinde aynı kalmayan çok şey var. Fransa Bisiklet Turu gibi büyük yarışları, takım arabalarındaki sportif direktörler ile kulaklıkla onları dinleyen bisikletçilerin ilişkileri domine ediyor. Telsizler olması gerektiğinden çok daha etkili. Taktiklerin ve hesapların eskisine göre çok daha fazla öne çıktığını görüyoruz. Fakat bütün bunların Paris-Roubaix’de hegemonya kurması imkânsız. Bu yarış, bireylere bağlı. Bireysel yarışçılar burada kararları veriyor, senaryoları yaratıyor ve taktiksel çerçeve çoğu zaman geri plana itiliyor. Paris-Roubaix’yi kendine has yapan da bu.

 

Peki, gelmiş geçmiş en iyi Paris-Roubaix hangisi?

 

Benim için hâlâ 1976. Yani, filmini çektiğim yarış. O günkü düelloyu çok sevmiştim, kazanan Marc Demeyer’den çok hoşlanmasam bile… Gün boyu yaşanan senaryolar, drama ve şanssızlıkla şans arasında yaşanan mücadele harikaydı. Onun arkasına Fabian Cancellara’nın finişe 40 kilometre kala atak yaptığı 2010 Paris-Roubaix’yi koyarım. Tom Boonen, Thor Hushovd gibi isimler onun arkasındaki gruptaydı ve bütün çabalarına rağmen Cancellara’yı geri getiremediler. Bu iki yarış hafızamda geniş yer kaplıyor.

Socrates


Katkıları için Aydın’a teşekkürler.

 





İlginizi çekebilir Paris-Roubaix Bisiklet Yarışı korona virüs nedeniyle iptal edildi, Paris–Roubaix, Randonnée–Uzun Etaplı Bisiklet Sürüşü, L’Eroica