22 Eylül 2021

[bisikletle]Türkiye: Misya’dan Karya’ya (Ekindere II)

 

18 Eylül 2021, Cumartesi / Ekindere II (14. gün)

 

Kahvaltı sonrası ören yerlerini ziyaret etmek üzere arabayla Söke’ye doğru yol almaktayız. İlkin Güllübahçe'nin eski Rum yerleşkesi olan ve o zamanki adıyla Gelebeç olarak anılan bölgesinde yer alan 1821 tarihli Aziz Nikolaos Kilisesi. Arabayı anayolda bırakıp kiliseye doğru tırmanıyoruz. Yakında sanmıştım ama bayağı çıktık. Anadolu'da Noel Baba adına inşa edilmiş ikinci kilise olduğu anlatılıyor. İki kademeli ve  bir bahçe içinde yer alan yapı düzgün olmayan yerel taşlardan inşa edilmiş ve yıkılma tehlikesi nedeniyle uyarılmış. Kapı, pencere ve bina köşelerinde mermer parçaları görüyorum. Çan kulesinin üstündeki bölüm tamamen mermer. Mermer malzemenin Priene'den devşirildiğini okumuştum. 


Giriş bölümünde, gölgede biraz nefesleniyor, bolca fotolar çekiliyor. Sonra geldiğimiz yoldan geri dönerek -etraftaki birkaç güzel eve de hayran kalarak- arabaya binmeden köy kahvesinde içilen sodalar sırasında bıçak satan bir seyyar satıcı ile sohbet etmekteyiz. Mehmet Bey konuşkan, bölgeyi uzundur dolaşmakta. İkameti Denizli Çal’da. Bıçaklara ilişkin bolca bilgi veriyor bize. Tezgahında kabuklu fıstık da görünce yarım kilo alıyorum. Çok severim. Evde masada mutlaka bir çanak dolusu bulunur.

Sökekaymakamlığı


Güllübahçe



Gelebeç Aziz Nikolaos Kilisesi


İki kademeli ve bir bahçe içinde yer alan 

yapı düzgün olmayan yerel taşlardan inşa edilmiş.


Yıkılma tehlikesi varmış. 


Kaderine terk edilmiş :((


Ege ve Sema ile.


















Sırada Priene var. Fazla uzak değil. Anayoldan ayrılıp tepelere doğru çıkıyoruz. Girişi ben 65’likle, Sema biletle, Ege ise yaşından dolayı beleş yapıyor. Taşlı, uzun bir yokuşlu yoldan çıkmaktayız. Antik kentin merkezi 370 metre yükseklikteki sarp bir kaya üzerine kurulu. Samsun dağının güney yamacında. İlkin tanrıça Athena için MÖ 4. yy’da, kentin en yüksek ve hakim kesimine yapılmış tapınak çıkıyor karşımıza. Halen dikili sütunları ile muhteşem bir yapı -veya alan demem lazım. Etkilenmemek mümkün değil. Biraz ağaçların gölgesinde oturup buranın keyfine varıyoruz. Düşünsenize, binlerce yıl önce yaşanmış topraklara ayak basıyorsunuz. Priene, MÖ 350 yılında İyonlar tarafından kurulmuş İyonya Federasyonuna bağlı 12 kentten birisi. Helenistik dönem boyunca Ptolemaic ve Seleucid Krallıklarının ve Pergamum Krallığı’nın yönetimi altında. MÖ 133’de Pergamum Kralı II. Attalus’un ölümünden sonra toprakları kendi isteğiyle Roma’ya ekleniyor ve böylelikle Priene Roma egemenliği altına giriyor. Bizans döneminde ise piskoposluk. Bulgular imparatorluğun çöküşüne kadar yerleşimin devam ettiğini göstermekte. Bu dönemin sonunda ise Priene tamamen terk ediliyor.

 

Dönüş yolu üzerinde tiyatro, agora, Zeus Olympos Tapınağı, Bouleuterion (MÖ 150), 2 Gymnasion ve Demeter Kutsal Alanı bulunmakta. Hava sıcak, tiyatroya girmiyor piskoposluk kilisesinde dinleniyorum. Sema ise sıraları tırmanıp tiyatroda bir gölgelik bulmuş oturmakta. Tiyatroya tarih olarak MÖ 350 yılı verilmiş, kapasitesi ise 5 bin kişi.

 

Daha sonra Roma Hamamı, Mısır Tanrıları Kutsal Alanı ve Doğu Nekropolü önünden geçip ören yerini terk ediyoruz. Tam öğle sıcağına denk geldiğinden bir hayli terlemiş durumdayız. 

 

Priene çok önemli bir yer. Hem ayakta kalanlarıyla hem de yerleşim planıyla. Burası Miletli mimar Hippodamus tarafından geliştirilen “grid sistemi” ile inşa edilmiş. Genellikle 3,5 metre genişlikte olan kentin sokakları arazinin eğimli olması nedeniyle merdivenli. Resmi ve halka açık diğer yapılar çoğunlukla bir bloğun tamamını kapsamakta ve kent merkezinde yer almakta... denilmiş yaptığım araştırmada. Biri batıda diğer ikisi doğuda olmak üzere üç kapısı var.

Müze


Priene


Priene, MÖ 350 yılında İyonlar tarafından kurulmuş 

İyonya Federasyonuna bağlı 12 kentten birisi.


Genellikle 3,5 m genişlikte olan kentin sokakları 

arazinin eğimli olması nedeniyle merdivenli.


Tanrıça Athena için MÖ 4. yy’da, kentin en yüksek ve 

hakim kesimine yapılmış tapınak çıkıyor karşımıza.


Athena Kutsal Alanı, Priene







Tiyatro

Piskoposluk Kilisesi


Roma Hamam Kompleksi



Mısır Tanrıları Kutsal Alanı


Doğu Nekropolü, Priene


Arabamızla şimdi Doğanbey’e, MÖ 7’nci yüzyıldan günümüze uzanan eski bir Rum köyüne gidiyoruz. Girişine park edip Arnavut kaldırımlı sokaklarında yürüyerek, gelin damat fotolarının çekildiği mekanlar arasında ilerlemekteyiz. Rum mimarisinin karakteristik özelliklerini taşıyan usta taş işçiliğinin ilk bakışta göze çarptığı evler restore edilerek yeniden hayata kazandırılmış. Kimi lokanta kimi butik otel olmuş. Açıklanan bilgiler arasında köyde ilk yerleşimin 1850’lerde olduğu, padişah Abdülaziz’in fermanı ile sıtmadan kaçan Rumların yerleştiği, ev odalarının birbirinden uzakta ve geniş bir avluya sahip biçimde inşa edildiği için Rumca anlamı ‘odalar’ olan “Domatia” ismiyle kurulduğu ve zamanla “Doğanbey” olarak Türkçeleştiği şeklinde.

 

Nedense daha ilerlere gitmek yerine bir yerde oturup çay eşliğinde buranın tadına varmaya çalışıyoruz. Önümüzden gelin ve damatlar geçmekte. Nasıl bir merak -ve de iş- oldu bu, foto çektirme durumu. Benim zamanımda yoktu böyle şeyler. Her şey değişiyor. En merak ettiğim şeyler arasında ileride ne olacağı var. Bu da bana hep “zaman makinesi” fantezisini akla getiriyor. Olabilseydi zamanın içinde gezinebilmek.


Doğanbey



MÖ 7. yy’dan günümüze uzanan eski bir Rum köyü.


Rum mimarisinin karakteristik özelliklerini taşıyan 

usta taş işçiliğinin ilk bakışta göze çarptığı evler restore 

edilerek yeniden hayata kazandırılmış.


















Dönüş yolunda alınan nefis incirler. Taze mi taze... Ve akşam yemeğinde Sema’nın lezzetli kızartmaları (yoğurtlu) yanında soğan salatası ve terasta içilen ada çayı eşliğinde dolunay ışığında yapılan sohbetle günü tamamlıyoruz.

 

 

 

20 Eylül 2021, Pazartesi / Ekindere IV (16. gün)

 

Ege’nin okula gitmesinden sonra Herakleia’ya gideceğiz. Yaklaşık 15 km sonra anayoldan ayrılıp Bafa Gölü kenarından bir 10 km daha içerilere doğru devam edip geldiğimiz yer Kapıkırı köyü. Sağda solda pansiyon ve lokantaları olan. Turistik sezon olmadığından pek yabancı kimse görünmüyor ortalıkta. Arabayı park edip göl kenarına doğru iniyoruz. Beyaz bir kumu var. Suya yaklaştıkça yumuşuyor ve ayakları batıyor insanın. Göl içinde irili ufaklı adacıklar var. Önümüzdekinin üzerinde yapı kalıntılar da görülüyor. Gölün boyu 15, eni ise 5 kilometre. En derin yeri ise 21 metre. Genel anlamda sığ bir göl. Madalyonun arka yüzüne baktığımızda okuduğumuz pek de hoş değil: Göl kıyısındaki zeytinyağı fabrikaları tarafından yaratılan kirlenme nedeniyle, gölde gerekli oksijen seviyesinin azalması ve değişen kimyasal içerik ekosistemin bozulmasına, balıkların ölmesine ve göl çevresinin kurumasına neden olmuştur. Bir zamanlar yöre insanlarının yoğun olarak uğraştıkları balıkçılık, ekosistemde ortaya çıkan olumsuz gelişmeler yüzünden günümüzde tamamen sona ermiştir.

Geziyorum


Göl sonrası Herakleia Ören Yerini görmeye gideceğiz. Bugün köy ve antik kent tamamen iç içe geçmiş durumda. Bize köyden bir genç rehberlik ediyor. Köyün kadınları da açtıkları tezgahta deniz kabuklarından kolye-bilezik gibi süs takıları üretmişler. Gülsevil ve Firuzan için birer örnek alıyor, hem de hanımları desteklemiş oluyorum.

 

Antik Latmos körfezinde yer alan kentin ilk adı Latmos, daha sonra Herakleia oluyor. Bu da ünlü mitolojik kahraman Herakles’ten gelmekte. Tam olarak ne zaman kurulduğu bilinmese de, bölgede yerleşimin MÖ 8. yy’a kadar gittiği düşünülüyor. Bir İonya şehri olarak başlayan Herakleia, bir dönem Karya’ya bağlanmış, ardından Büyük İskender’in Anadolu’ya girişi ile Helenistik dönemini yaşayıp, sonra da Bizans ve Osmanlı toprağı olmuş. 

 

Buranın kaderini belirleyen en büyük etken Büyükmenderes ırmağı. Bir zamanlar Herakleia da Efes gibi deniz ticareti ile kalkınan bir liman kentiymiş. Büyükmenderes ırmağı Latmos Körfezi’ni alüvyonlarla doldurunca kent denizden kilometrelerce içeride kalmış ve can damarı kopmuş. Düşüşe geçen Herakleia en sonunda da terk edilir. Daha sonra Bizans döneminde, MS 7. yy’da Arabistan Yarımadası’ndan gelen bir çok kesiş ve din adamı tarafından piskoposluk merkezi olarak yeniden canlandırılır, birçok kilise ve manastır inşa edilir. Bu dönem 400 yıl sürer. Türklerin Anadolu'ya gelmesi ile duraklayan manastır yaşamı, Haçlıların Selçukluları yenmesi ile tekrar alevlenir.

 

Deniz kenarında bir burun üzerinde yer alan, Helenistik döneme ait (MÖ 3. yy) Athena Tapınağına çıkıyoruz. Çıkıyoruz diyorum ama öyle çok dik sanmayın, kolaylıkla yürünüyor. Sadece kenarında yürümek biraz cesaret istiyor. Daracık bir duvar üstünde gitmek gerek. Biraz aşağısında bulunan, aslen iki katlı olan Agoradan günümüze tek katı gelebilmiş. Dikdörtgen planlı Agora çevresinde dükkanlar ve hanların temelleri görülebiliyor. Daha pek çok yer var ama biz sadece kolay olduğundan Nekropol’e gidiyoruz. Kayaya oyulma tabut şeklindeki mezarlar yan yana dizili ve üzerleri kapaklarla örtülü. Kimi mezarlar ise göl üzerindeki kayalara oyulmuş olduklarından sanki sular altında kalmış gibi duruyor. Kayaların birinin üzerine oturuyor, göldeki flamingoların fotolarını çekiyorum. Bir yandan da burayla ilgili anlatılan efsane aklıma geliyor. Şöyle ki: Efsaneye göre Latmos (Beşparmak) dağlarından her gece bir kaval sesi yükselirmiş içli içli. Derler ki bu kavalın sahibi bir çobanmış. Bu çobanın adı Endymion’muş. Endymion’un gönlüne Tanrıça Selene’nin aşkı düşmüş. Endymion dağlarda sürüleri otlatır, gün boyunca sahip olduğu tek varlık olan kavalını üflermiş. Geceleri ise otlattığı sürüyü alır, Latmos dağının eteklerinde bir mağaraya çekilirmiş. Güneş gökyüzünü terk edip ay geceyi aydınlatınca Selene gelirmiş. Selene, boğaların çektiği gümüş bir arabada başında aydan bir taç, elinde meşalesiyle Ay Tanrıçasıymış. Dünyada gezintiye çıkmadan önce Bafa’ya gelir yıkanır ve göğe yükselirmiş. Selene’nin gelişini izlermiş her gece Endymion ve onun ışıklarla yıkanışını. Endymion zamanla aşık olmuş bu güzel tanrıçaya ve tanrıça da ona. Fakat Selene çok mutsuzmuş çünkü Zeus’un yasalarına göre birlikte olmaları yasakmış. Birbirlerine duydukları aşkla Endymion’un kavalının sesi daha yüksek ve daha anlamlı çıkmaya başlamış. Kavalın sesi o kadar gürmüş ki diğer tanrılara kadar ulaşırmış. Onun sesini duyan Selene aşkına karşılık verirmiş. Geceleri sevgilisi uyurken gelir onu ışığıyla sarıp öpermiş. Onların bu aşkı tanrılar tarafından hoşnutlukla bazen de kıskançlıkla izlenirmiş. Tabi Zeus’da izlermiş bu aşkı. Her gün büyüyen ve coşan bu ışıltılı aşk karşısında bir gün Endymion’a bir dilek hakkı sunmuş. Endymion sevgilisiyle geçirdiği zamanları sonsuz kılabilmek için “sonsuz bir uyku” istemiş. Zeus, çobanı sonsuz bir uykuya yatırmış sevgilisi onu her gece gelip sarmalasın diye.

 

İşte o gün bu gündür Bafa gölünden yükselen ay, aşkla dokunur Latmos dağlarına.

 

Athena Tapınağına 200 m uzaklıkta, kentin aşağı kesiminde Endymion Kutsal Alanı olarak tanımlanan yapı yer almakta.

KTB, Vikipedi, Loveinartsz


Kapıkırı köyü çok büyüleyici bir mekan. Sahip olduğu tarihi ve doğal hazine nedeniyle son senelerde buradan yabancıların yoğun olarak ev-arsa aldığı konuşuluyor. 


Bafa Gölü’nün kıyısı, beyaz bir kumu var. Suya yaklaştıkça 

yumuşuyor ve ayakları batıyor insanın. Göl içinde irili ufaklı 

adacıklar var. Önümüzdekinin üzerinde yapı kalıntılar da görülüyor.



Bir zamanlar yöre insanlarının yoğun olarak uğraştıkları 

balıkçılık, ekosistemde ortaya çıkan olumsuz gelişmeler yüzünden 

günümüzde tamamen sona ermiştir... denilmekte.



Athena Tapınağı, Herakleia


Athena Tapınağı’ndan Bafa Gölü’ne bakış.


Kapıkırı üst mahallesi, Latmos Dağları.



Göl Kalesi, Herakleia




Simsiyah ve bembeyaz balıkçıllar büyüleyecek 

tablolar çiziyor önünüzde.


Nekropol


Göl, flamingoların en önemli beslenme alanı. 


Kayaya oyulma tabut şeklindeki mezarlar yan yana dizili.


Kimi mezarlar ise göl üzerindeki kayalara oyulmuş.



Sema keşif turundan dönüyor.


Endymion Kutsal Alanı


O kadar doğal ve kültürel değerleri var ki. Özellikle flamingo ve 

nesli tükenmekte olan tepeli pelikanları herkes görmeli.


Herakleia’dan Bafa Gölü.







































































Dönüş sonrası Ege’nin gelmesiyle hep birlikte Euromos Ören Yerine gidiyoruz. Burası Milas’a 12 km kala,Kızılbayır tepesi eteklerinde. Girişteki memur ücret ödemeden girmemize izin veriyor. İlkin karşımıza muhteşem bir yapı çıkıyor, Zeus Euromos Tapınağı. Günümüze yıkılmadan gelebilmiş birkaç sütun bile zamanında tapınağın konumu ve büyüklüğü hakkında net bilgi vermekte. MS 2. yy’da Korint düzeninde ön ve arkasında 6, yanlarda 11 sütunlu olarak, 14,40 x 26,80 m ölçülerinde olduğunu önündeki yazıda açıklanmış. Tapınak Zeus Labrayndios’a atanmış, diğer bir deyimle “Baltalı Zeus”. Simge olarak kullanılan çift ağızlı balta kabartmaları bu bölgede sıkça görüldüğünü söylüyor uzmanlar. Ben de Milas’a geldiğim önceki turumda kent içindeki Baltalı Kapıyı görmüştüm.

 

Devam ediyoruz ören yerini gezmeye ve büyük bölümünü otların çevrelediği tiyatro kalıntıları, kent agorası, surlar, mezarlar ve bazı lahitler karşımıza çıkıyor.

 

Euromos’dan Plinius “Eurorome” diye bahseder. MÖ VIII. yy’dan beri yerleşimi olan kent, denizden oldukça uzak olmasına karşın Atina’nın önderliğindeki Attika-Delos deniz birliğine “Hyromos” ve “Kyromos” adıyla kayıtlıydı. Antik dil bilimcileri bu Kyromos adına bir anlam verememişlerdir. Bilge Umar bu ismin “Yüce Ana” veya “Yüce Tanrıça’nın halkı” anlamına gelen “Karama” sözcüğünden türetildiğini ileri sürmektedir... denilmiş okuduğum kaynakta.

Didimmarket


Zeus Euromos Tapınağı


Günümüze yıkılmadan gelebilmiş birkaç sütun bile zamanında 

tapınağın konumu ve büyüklüğü hakkında net bilgi vermekte.


Tiyatro kalıntıları, Euromos


Çiçek olarak boyanmış kozalaklar. 

Sema’nın evinden bir köşe.


Meraklı, teftiş turunda.


Velespit de beni bekliyor, üstü örtülü olarak.


Ege ve Sema. Ekindere.



Patlıcanlı mantarlı bir bulgur pilavı ve çoban salata eşliğinde yenilen akşam yemeği sonrası “Kelime Oyunu”na takılarak TV seyretmekteyiz. Yarın yola çıkacağımdan eşyaların toparlanması ve gözlerin kapatılması ile son buluyor günüm.

 



 

17. gün (devamı) Ekindere-Yalıkavak - 12. gün (öncesi) Selçuk-Söke

 

 



[bisikletle]Türkiye: Misya’dan Karya’ya 

 

İstanbul-Bandırma-Gönen = 61 km

 

Gönen-Akbaş = 66 km

 

Akbaş-Orjan = 69 km

 

Orjan-Bergama = 84 km

 

Bergama-Kırkağaç = 59 km

 

Kırkağaç-Gölmarmara = 57 km

 

Gölmarmara-Salihli = 40 km

 

Salihli-Ödemiş = 66 km

 

Ödemiş-Tire = 36 km

 

Tire-Selçuk = 41 km

 

Selçuk-Söke = 43 km

 

Söke-Ekindere = 62 km

 

Ekindere-Yalıkavak = 84 km

 

Yalıkavak-Torba-İstanbul = 23 km

 

 

 

 

 

İlginizi çekebilir [bisikletle]Türkiye: Pergamon ve Sagalassos (Gördes–Demirci)