17 Eylül 2016

[bisikletle]Türkiye: Marmara (Bayramiç–Arıklı)

22 Ağustos 2016, Pazartesi / Bayramiç – Arıklı, 41 km. (9. gün)

Biyo saat hep aynı çalışıyor. 7 buçuk gibi uyandırıyor. Akşamki düğün tantanası da davul zurnayla devam etti. Yani ne zaman nasıl daldım uykuya hatırlamıyorum. Kahvaltı her zamanki gibi zayıf. Hazır bir tabak içine bir kaç malzeme bırakılmış. Neyse yanımdaki peynirle takviye yaparak günün enerjisini yükledim. Velespiti yola hazır edip ÖE’den ayrılmam 9’u az geçe oluyor. Hemen karşısındaki çeşmeden de suları doldurup, dünden aldığım tarif üzerine basıyorum pedallara. İlçe içinden geçip camiden sağ, sonra sol ve artık Bayramiç geride kalmaya başlıyor. Hafta başı, gelen çok. Haliyle buralarda motosiklet bayağı kullanılıyor. Kişinin en pratik ulaşım aracı. Bu ağaçlar da amma güzel, bu çamlar çok yaşlı olmalı. Kocaman, araları da seyrek kalmış. Güzel bir yer, küçük de olsa etkili bir bölge. Kutluoba’ya kadar yolum düz seyrediyor, 4 km. Gerçi levhalar da var, haritadan da bakıyor, gene de yaşlı teyzeme soruyorum. Teyzemin de kulakları ağır işitirmiş, yanıma kadar geliyor ve yolu tarif ediyor. Bugün Arıklı’ya gideceğim. 40 km’lik bir mesafe, Adnan ve Uğurlar’da kalacağım. Firu’yla iki sene önce gelmiştik, güzel yerleri var, havası, manzarası...

Ve beklenen tırmanış başlıyor. Bereket yol asfalt, sıkıntı vermiyor. Ancak 8 km kadar olması lazım bu çıkışın ve 500 metreleri görmem gerek. % 10’luk bir çıkış, zaman zaman 8 oluyor, 12 de oluyor. Ağır ağır, [e] desteğini de devreye sokarak çıkıyorum. Destek de ilk çentiğini 9,6 km/10.28’de harcıyor. 5 km sonra 446 m’ye çıktım.

Biraz durdum, ormanın sessizliğini dinliyorum. Tarifi mümkün değil güzelliğin. Çam ağaçları, arada gezinen 3 keçi, onlar bana ben onlara bakıyorum. Meeee... dillerinde bir şeyler söylüyorum. Acaba bir şey ifade ediyor mudur? Başı boş bir köpek yiyecek aramakta. Karşı yönden gelenler oluyor, araç trafiği de zaman zaman var. Selamlaşmalar düdükleşmeler şeklinde. Çaldağ’a kadar tırmandım. Biraz düzeltti yol kendini. Küçük bir köy, kimsecikler yok ortada. İnekler miskin miskin yatmaktalar, onlara da dilleriyle hitap ediyorum, möööö... Merakla kafalarını döndürüp bakıyorlar. Bu da kendini inek sanıyor, vah vah : )) Çaldağ’ını geçtim, 463 m’deyim.

İzmirli büyük ozan Homeros ünlü destanı İlyada’da MÖ 1240 dolaylarında yaşanan Troya Savaşının onuncu yılının son 51 gününü anlatmaktadır. Yunanca'da Odise ile birlikte en eski edebiyat olduğu düşünülen epik bir şiirdir. Buralardan geçerken efsaneyi bir kere daha hatırlıyorum.

Troya Efsanesi

MÖ 1300 yıllarında, Anadolu’nun kuzey batısında, bugün Biga yarımadası olarak anılan Troas bölgesinde, Kral Priamos’un ülkesi Troya’da insanlar bolluk ve zenginlik içerisinde yaşarlardı ve sosyal hayat çok gelişmişti. Bu bolluk ve zenginlik komşularının iştahını kabartır ve savaş çıkarmak, Troya’ya saldırmak ve yağmalamak için bahaneler ararlardı. Fakat şehrin surları çok sağlam olduğu için geçemezlerdi.

Kral Priamos’un karısı Hekabe, oğlu Hektor’dan sonra ikinci çocuğuna hamile idi. Hekabe bir gün rüyasında, karnından çıkan alevlerin bütün şehri yaktığını görür. Rüyasını krala anlatır. Kral Priamos, durumu kahinlere sorar. Kahinler, doğacak çocuğun Troya’nın yok olmasına sebep olacağını, bu nedenle öldürülmesinin gerektiğini söylerler. Çocuk doğar, annesi çocuğuna kıyamaz, adını Paris koyar ve öldürülmesine karşı çıkar. Fakat baskılara birkaç ay dayanabilir. Çocuğu öldürmek üzere İda dağına götüren görevliler, öldürmeye korkarlar, bu işi vahşi hayvanlar yapar diyerek dağın derinliklerine bırakır ve dönerler. Dişi bir ayı bebeği bulur, onu emzirerek ölümden kurtarır. Daha sonra Agelaos adında bir çoban bulur ve Paris’i evlat edinir. Adını Aleksandros koyarlar, çobanlığı öğretirler. Gözü pek, güçlü kuvvetli yakışıklı bir delikanlı olur. Diğer kardeşlerine bakarak onlardan farklı olduğunu görür. Ormanda yaşayan ağaç perisi Oinone ile tanışır ve onunla evlenir.

Bu çağlarda gökyüzünde, yüksek dağların doruklarında tanrılar ve tanrıçalar yaşardı. Bu tanrılar insanların kaderlerini belirler, onlarla evlenir, yarı tanrı yarı insan çocuklar doğardı. Bu tanrı ve tanrıçaların en büyüğü Zeus’tu.

Olimpos dağında, deniz kızı güzel Thetis ile ölümlü bir insan oğlu olan Peleus’un düğünü vardı. Tüm tanrı ve tanrıçalar düğüne davet edilmişti. Sadece kavga ve nifak tanrısı Eris davet edilmemişti. Düğüne davetsiz olarak gelen Eris adına yakışır bir davranışta bulunarak, altın bir elmanın üzerine en güzele diye yazarak düğün sofrasının ortasına atar. Güzel olduğunu iddia eden tüm tanrıçalar altın topa sahip olmak için uğraş verirler. Sonunda altın elma, güçlü olan üç tanrıça, Zeus’un karısı Hera, akıl tanrıçası Athena ve güzellik ve aşk tanrıçası Afrodit’te kalır. Altın elmayı baş tanrı Zeus’a vererek, en güzele vermesini isterler. Zeus tanrıçaları kızdırmak istemez. Böyle işlerden anlamadığını fakat İda dağında çobanlık yapan, aslında kral oğlu olan, Paris’in bu işi yapabileceğini söyler.

Tanrıçalar Paris’i İda dağında sürülerini otlatırken bulurlar. Altın elmayı eline verirler ve bunu içlerinden en güzele vermesini isterler. Paris karşısında üç güzel kadını görünce şaşırır. Duraklar. Paris’in bu duraklamasını kararsızlığına veren Hera, altın elmayı kendisine verirse ona Asya krallığını vereceğini söyler. Athena, sonsuz aklı ve başarıyı vereceğini söyler. Afrodit ise dünyanın en güzel kadını olarak bilinen Spartalı Helena’nın aşkını vereceğini söyler. Paris elmayı Afrodit’e verir. Bu duruma diğer tanrılar çok sinirlenirler, Paris’e kızarlar ve kinlenirler.

Paris bu olayı unutamaz. Aklında hep Spartalı Helena vardır. Bu beklemeye daha fazla dayanamaz, karısı Oinone’yi ve İda dağını terk ederek Troya’ya gider. Oinone, ona bir gün yaralanırsa kendisine gelmesini söyler. Bu sırada şehirde yarışmalar vardır. Yarışmalara katılır ve birinci olur. Troya kralı Piriamos tarafından ödüllendirilmek üzere huzura çağrılır. Paris’in kahin olan kız kardeşi Kassandra onu tanır. Ailesine kavuşur. (Devamı var)

Tırmanmaya devam. Saat 10.56/13,6 km ve 539 m diyor Garmin, ama bu bölüm ilkinden daha yumuşak, ortalama % 8’lerde gidiyor. Alakeçi de geçilince yol düzlendi ve iniş başladı. Ara sıra durup sapaklarda yönümü belirlemek üzere haritadan kontrol ediyorum. Yani bu cep olmasaydı nasıl bulurduk yolumuzu? Etrafta tek bir kul gözükmüyor. Dağahmetçe’ye girmeden dışından geçiyorum. Hızla inmekteyim bayırı, köprüyü... bir tırmanış ve topraklanıyor yol. Ehh, bu da varmış kısmette. Toprakta tırmanmak daha zor, eko yetmiyor normale geçiyorum. Teker zaman zaman hafif de olsa gömülüyor. Sert yerleri seçerek, kanallara dikkat ederek çıkıyorum, çıkıyorum, çıkıyorum. Eğim öyle yabana atılır cinsten değil. Güzel bir % 10 gösteriyor Garmin. [e], 23 km ve 2. çentik adios diyor. 2 km kadar toprak tırmanış vardı. Bu şekilde Kısacık köyüne kadar geldim. Gene etrafta bir kul yok, haritadan yönümü bulup şimdi kaba da olsa bir asfalt üzerinden devam ediyor rotam. Güzelköy’e Hoş Geldiniz yazısı içimi rahatlatıyor. Büyükçe bir yere benziyor. Kahvesi de vardır herhalde. Evet solda bir tane: - Merhaba, - Buyur, - Nasılsınız?, - Nereden?, - Bayramiç... şeklinde tanışıyoruz. Gelsin çaylar. Önümdeki çaydan yudum yudum alarak içim rahatlıyor. Bazen de ne güzel geliyor şu minik bardak çay. Hele de güzel demlendi mi. Laf atıyorum, niye bu yollar böyle toprak, vermediniz mi akepeye? Bizden hırsıza oy yok diyorlar bir ağızdan. Evet burası, bu bölge akepeye vermiyor. Vermediğinden de yolu, suyu, elektriği falan verilmiyor, yapılmıyor, cezalandırılıyor. 1 saate yakın yanlarındayım. Oradan buradan, bisiklet, iklim, İstanbul, köy yaşamı falan diye konuşup duruyoruz.

Güzelköy sonrası yol gene toprak oluyor, Çaltı’ya kadar, bu sefer iniş şeklinde, 3-4 km. Böyle de hızlı inemiyorsun, sürekli frenlemek, balatalar falan bitti gitti.

Bir taş ocağının, MTR midir nedir, kamyonları sürekli geçmekte. Saat 13.07/30,8 km, yol asfalt ama tırmanıştayım gene. Kıvrılarak çıkıyorum. Solumda Nusratlı Yangın İlk Müdahale Evi. 460 m burası. Pek kimsecikler görünmüyor. Buradan bir kısa inişle Ayvacık yoluna bağlandım. Solda bir gözlemeci, kapısına deve bağlamış, reklam olsun diye. Bir hayli de ilgi çekiyor hayvan. Sonra Ayvacık yönüne doğru bir tırmanış. Burası kalabalık bir yol. Daha fazla karşı yönden gelenler var. Ve Arıklı sapağında ayrılıyorum gürültülü ve kalabalık anayoldan. Berbat bir asfaltta iniyor-çıkıyorum. İnişlerde tüm vidalar gevşedi herhalde. Vura vura indim. Nasıl beceriyorlar bu denli kötü yol yapmayı? Herhalde silindir kullanmadan yol döşüyor olmalılar. Buna karşılık çevre bir harika. Çam ormanları içinden geçiyor yolum. [e], 37,9 km/13.45, 3. çentik Arıklı bayırında tükeniyor. Firu arıyor. Tam da onu düşünüyordum. 2 sene önce yağmurlu bir günde gelmiştik buraya. Bugünse güneş ağaçların arasından girmeye çalışıyor. Karşılıklı havadisleri veriyoruz. 8-9 aylık bir İngiliz buldoğu bulmuşlar atılmış. Ne insafsızlar var ortalıkta.

Uğur mobiletiyle köyde karşıma çıkıyor. Konum bildirme ile izleyebiliyordu beni. Bakkalda içtiğim bir soda sonrası köy dışındaki evlerine doğru frenleyerek iniyorum. Ve az sonra arkadaşlarımın yanlarındayım. Bir kurdele germişler kapıya onu yırtarak bahçeye giriyorum  :))

Kucaklaşmalar... Merete de burada, Adnan’ın karısı. Bir nefeslenme, uzundur görüşmemiştik. Bu geziler de olmasa sanal ortam dışında temas yok. Herkes bir köşeye çekildi. Sohbet, ne oluyor ne bitiyor, sonra ben Kenan’ın yaptığı odun eve geçiyorum. Duş ve Semra’da (Uğur’un karısı) eşyalarımı şöyle güzelce leğen içinde yıkayıp güneşe astım. Nefis salçalı bir makarna ile açlığı bastırmaca. Onlar balığa ben biraz uzanmaca.

Saat 6 gibi Adnan elinde çarşaf-havlu ile geliyor, “hadi Küçükkuyu’ya iniyoruz yemeğe”. Hemen toparlanıp üçümüz daim gittikleri lokantada (Kardeşler Pide&Kebap Salonu) yerimizi aldık. Makarnanın tokluğu sürdüğünden yoğurtlu kızartma+çoban salata ile yetiniyorum. Ardından kordonda, ki hiç bilmiyordum böyle bir yerin varlığını, yürüyoruz. Bir hayli kalabalık. Güzel bir limanı-mendireği var. Çay bahçeleri, balık lokantaları, pastane, incik-boncuk satıcıları... ne ararsan. Elimizde dondurma külahıyla mendireğin ucuna kadar yürürken büyükçe bir yat da limana giriş yapmakta. Üzerindeki tayfalar bir oraya bir buraya koşuşturmakta. Müşteriler gemi kıçında koltuklarında oturmakta, etrafı seyretmekteler.








Troya Efsanesi (Devamı)

Kral Priamos, Sparta ile aralarında bulunan anlaşmazlığı gidermek üzere oğlu Paris’i elçi olarak Sparta’ya gönderir. Paris, Kral Menelaos ve güzel karısı Helena’ya konuk olur. Kral Menelaos’un büyük babası Girit kıralı Katreus ölür. Karısı Helena’yı misafirleri ile bırakarak cenaze için Girit’e gider. Paris, Helena ile yalnız kalır. Afrodit’in de gayretleriyle Helena Paris’e aşık olur. Helena çeyizini de yanına alarak, Paris ile Troya’ya kaçar.

Troya’ya saldırmak için fırsat kollayan Kral Menelaos’un ağabeyi Kral Agamemnon beklediği fırsatı bulmuştu. Akhalardan ve yandaşlarından, bin parçalık gemiden oluşan bir ordu kurar ve Troya önlerine gelir. Savaş on yıl sürer. Savaşta tanrılar da taraf tutar. Altın elmayı kendilerine vermediği için Hera ve Athena Paris’e ve Troya’ya karşıdırlar. Afrodit Troya’dan yanadır. Deniz kızı Tetis ve ölümlü Peleus’tan Akhaların en büyük savaşçısı Akhilleus doğmuştur. Akhilleus, Troyalıların kahramanı ve Paris’in kardeşi Hektor’u öldürür. Vücuduna silah işlememektedir, çünkü doğduğunda annesi onu topuğundan tutarak kutsal suya batırmıştır. Paris, Akhilleus’u topuğundan vurarak öldürür. Kendisi de kasığından vurulur. Aklına terk ettiği karısı su perisi Oinone’nin söyledikleri gelir. Ondan yardım ister fakat Oinone duymazdan gelir. Paris ölür. Pişman olan Oinone yardıma koşar fakat geç kalmıştır. Paris’in ölümüne dayanamaz ve oda canına kıyar.

İki tarafta birbirine üstünlük sağlayamaz. Akhaların ünlü krallarından Odysseus, İda dağının köknarlarından tahta bir at yaptırır. İçine kendisi de dahil askerlerini yerleştirir. Akha ordusu da toplanarak gider. Troyalılar savaşın bittiğine çok sevinirler. Şenlikler düzenlerler. Tahta atın tanrıça Athena için yapıldığına ve kutsal olduğuna inanırlar. Bu nedenle tahta atı surların içine alırlar. Geç vakitlere kadar şarap içip eğlenirler. Yorularak derin bir uykuya dalarlar. Tahta atın içinde bekleyen Akha askerleri yerlerinden çıkarak şehrin kapılarını geri dönen askerlere açarlar. Şehri tamamen yakıp yıkarlar. Güzel Helana’yı da yanlarına alarak memleketlerine dönerler.

Troya kral soyundan olan prens Ankhises ile tanrıça Afrodit’in oğlu olan Aeneas, annesinin de yardımıyla savaştan kurtulan Troyalılarla birlikte İda dağının en yüksek tepesi olan Gargaros tepesinin eteklerinde bulunan ve kutsal alan olarak kabul edilen Kartal Çimeni yaylasına sığınır. Etraflarına daire şeklinde taştan bir duvar örerler (bu duvar Kazdağları’nın zirvesinde hala durmakta olup Kaz Avlusu olarak bilinmektedir). Burada tanrı Zeus’un korumasında birkaç yıl kalırlar. Sonra bugünkü Altınoluk yakınlarında bulunan Andandros kentinin tersanelerinde İda dağının kerestesini kullanarak yaptıkları gemilerle, bugünkü İtalya’ya giderek Roma kentini ve imparatorluğunu kurarlar.










Bayramiç – Arıklı

Tur tarihi: 22 Ağustos 2016
Kat edilen mesafe: 41,58 km.
Ortalama hız: 13,2 km/sa.
Bisiklete biniş süresi 3 sa. 09 dk., dışarıda geçen süre 5 sa. 12 dk.  
En yüksek sıcaklık 42 ˚C, en düşük 27 ˚C, ortalama 34,3 ˚C
İrtifa kazancı (çıkış) 982 m, kaybı (iniş) 915 m.
En düşük irtifa 106 m., en yüksek 553 m.
Garmin yol bilgisi Bayramiç–Arıklı









Küçükkuyu by Night


































23 Ağustos 2016, Salı / Arıklı (10. gün)

Uğur’la saat 10 olarak sözleştik, kahvaltı için. Sessizliğin içinde çektiğim uykudan sabah 7 gibi uyandım. Biraz yatakta tembellik yaptıktan sonra kahvaltıya kadar olan zamanı dünkü fotoları falan yüklemek, biraz yazı yazmakla geçirdim.

Mitoloji Nedir? Nasıl Oluşmuştur? Keyifle dinliyorum bu hikayeleri. Tüm kültürlerin kendine göre mitolojileri var. Bizde Bozkurt, Ergenekon, Oğuz... Çağdaş kullanımda, mitoloji ya belirli bir din veya kültürdeki mitlerin bütününü tanımlar, ya da mitlerin incelenmesi, yorumlanması bilimini. Mit sözcüğü gerçekte doğru olmayan bir hikâye veya anlatı için tercih edilir ve çoğunlukla bir yanlışlık, doğru olmayan unsur vurgusu barındırır denilmekte Vikipedi’de.

Mitoloji kelimesi sözlükte; ‘Bir din veya bir halkın kültüründe tanrılar, kahramanlar, evren ve insanın yaratılışına dair tüm sözlü ve yazılı efsane birikiminin ve bu efsanelerin doğuşlarını, anlamlarını yorumlayıp, inceleyen ve sınıflandıran çalışmalar bütünüdür’ şeklinde açıklanmaktadır. Genel olarak bir açıklama yapmak gerekirse mitolojiler efsanevi olaylardır.

Mitolojiler daha çok; tanrıları, kahramanlıkları ve doğaüstü varlıkları kendilerine konu olarak seçmişlerdir. Birçok mitolojide konu bir ülkenin veya devletin kuruluşu ve açıklanması muhtemel olmayan doğa olaylarıdır. Genel olarak bir şeyin nasıl yaratıldığı veya nasıl meydana geldiği gibi konuları içerir.

Efsaneler ilk çıktıklarında sözlü iken daha sonralarda kaleme alınmış ve ölümsüzleştirilmişlerdir. Çoğunlukla geleneksel sözlü anlatım yoluyla ozanlar ve rahipler aracılığıyla günümüze kadar gelmişlerdir. Mitolojiler objektif bir doğruluk taşımazlar.

Semra’nın kahvaltı sofrasındayız. Bolu’dan gelmiş tereyağı, ki bu mayıs ayı sütündenmiş, yani mevsimin ilk otlarından, üzerine Semra’nın çilek marmeladı müthiş gidiyor. Çaylar, kızarmış ekmekler, peynirler ve konudan konuya geçen sohbetimiz, önümüzdeki manzarayı bile unutturuyor. Ev müthiş bir konumda. 2 dağ arasındaki vadiden denize bakmakta. Öyle de bir konumlandırmışlar ki, sanki toprağın içine girmiş gibi. Yani tek cepheleri var, önü tamamen cam, arkası kapalı toprağın içinde. Daha sonra iTunes’un 3 aylık beleş programı ile dinlenen müzik ara sıra internetin yavaşlamasıyla sekteye uğrasa da genelde keyifli tınılar dinletiyor.

Küçükkuyu’ya inmeden Adnan ve Mereta’ya uğruyorum. Adnan ParisTexas filmini izliyor. Mereta tercüme işine boğulmuş, harıl harıl çalışmakta. Ben de ekranın karşısına kuruluyor, 1984 yapımı Wim Wenders filmine tekrar takılıyorum. Üzerinden 30 sene geçmiş, dile kolay. O zamanlar nasıl heyecanlanmıştık ilk izlediğimizde. Ry Cooder’ın müziği, Nastasia Kinsky ne genç. Bu kış bir Alman kanalındaki dans yarışmasında izliyorduk. Çılgınlığından hiç kaybetmemiş.

Uğur’un gelmesiyle dördümüz arabaya atlayıp Küçükkuyu’ya geldik. Onlar ev ihtiyaçlarını giderdikten sonra Yeşilyurt’daki kışlıklarına çıkıyoruz. Semra ve Uğur ilkin buraya taşındılar, burayı yapmışlardı. Sonra Arıklı çıktı. Bu köy bölgenin ilk gelişen köyü, çok da keyifli bir görünümü var. Sadece 3 km uzaklıkta kıyıya. Ama öylesine tanındı ki fazla adam gelmeye başladı ve şişti haliyle. Son olarak arkalarına taşınan Urfalılar bir havuz yaptırmışlar, su sesi güzel ama akşam dinledikleri müzik ve yaydıkları gürültü komşuların evlerini satmalarına neden olmuş. Ölçü bilmez insanlar diyor Semra.

Eski adı Büyük Çetmi olan Yeşilyurt Köyü’nün 700 yıllık bir geçmişi olduğu sanılmaktadır. Yüzyıllar boyu Rumlar ve Türklerin birlikte yaşadıkları köy, taş evleri, Arnavut kaldırımı sokakları, geniş köy meydanı, tarihi camii ve çevresindeki zeytinlikleri, çam ormanları, mezarlığındaki servileri ve çeşit çeşit meyve ağaçlarıyla bir Ege/Akdeniz havası sunar. Rum nüfus 1924 yılındaki mübadele ile köyü terk ederek Yunanistan’a göçmüş, yerine Yunanistan’dan gelen Türkler yerleşmiştir.

Kardeşler Pide&Kebap Salonu’ndayız. Ben gene yoğurtlu kızartma ve çoban salatası aldım. Daha sonra Çakalini’ne, Ümit’in butik oteline gideceğiz. Çakalini köyün eski adı aynı zamanda. Adatepe’ye paralel bir yol, Boztepe denilen yerde, 5 km kadar uzaklıkta. Ümit de eski bir arkadaşım, uzundur da görmedim. En son buraya Sibel ile yeni kurmaya başladığı yıllarda, 2 binlerin başları olmalı, gelmiştim. Bayağı uzaklaşıyorsun kıyıdan, zeytinliklerin arasından geçerek tepelerde büyükçe bir arazi içinde butik bir otel. Ümit’in zevkli çözümleri, ikramları ve misafirperverliğiyle karşılaşıyorsunuz. Kapıdan geçip Ümit’le kucaklaşmak güzel oluyor. Bunlar 40+ yıllık dostluklar. Keza Adnan ve Uğur da öyle. Bazen düşünüyorum da, o zamanlar kurulan arkadaşlıklar/dostluklarda hiç düşünülmüyordu ilerisi. Nasıl olur, ne yapılır, kim nerede bulunur... hiç akla gelmedi. Şimdi böyle bisikletle turlarken onların mekanlarına, yaşamlarına bakmak, dünle bugünü bağlamak... ilginç bir durum, çok keyif veriyor.

Neyse, Ümitgiller (yani Sibel ile) bu 5 dönümlük araziyi 1995’de almışlar ve 2000’de inşaatına başlayıp bugün havuzlu, bahçeli, şahane 8 odadan oluşan bir butik otele dönüştürmüşler. Ve artık yeter diyerek bu aralıkta noktayı koymak istiyorlar. Bundan sonra kendim için burada yaşayacağım, dostlarımı ağırlayacağım der. Çok iyi bir karar bence de. Gelirik :))

Uğur’u tamircideki motorun yanına bırakıp Semra ile 8 km’lik ev yolunu gidiyoruz. Bir 3 km’lik tırmanış, ki herhalde % 12- 15 en azından vardır. Yani nasıl tırmanılır bisikletle bilemiyorum. O nedenle yukarıdan gelmek her daim daha kolay.

Adnan ile birer filtre kahve eşliğinde filmi tamamlıyor sonra da aşağı eve, Uğur&Semra’lara iniyoruz. Hava serinlemiş, saat 7’yi geçmiş. Dondurma, BS&T, CTA dinleyerek, Mars’ı Jüpiter’i, Büyük/Küçük Ayıları seyrederek geç saatleri buluyoruz.

Adnan, Semra ve Uğur ile, Yeşilyurt Köyü

Çakalini, Boztepe    



























11. gün (devamı) Arıklı–Bektaş - 8. gün (öncesi) Toluklar-Bayramiç