22 Ağustos 2016, Pazartesi / Bayramiç – Arıklı, 41 km. (9. gün)
Biyo saat
hep aynı çalışıyor. 7 buçuk gibi uyandırıyor. Akşamki düğün tantanası da davul
zurnayla devam etti. Yani ne zaman nasıl daldım uykuya hatırlamıyorum. Kahvaltı
her zamanki gibi zayıf. Hazır bir tabak içine bir kaç malzeme bırakılmış. Neyse
yanımdaki peynirle takviye yaparak günün enerjisini yükledim. Velespiti yola
hazır edip ÖE’den ayrılmam 9’u az geçe oluyor. Hemen karşısındaki çeşmeden de
suları doldurup, dünden aldığım tarif üzerine basıyorum pedallara. İlçe içinden
geçip camiden sağ, sonra sol ve artık Bayramiç geride kalmaya başlıyor. Hafta
başı, gelen çok. Haliyle buralarda motosiklet bayağı kullanılıyor. Kişinin en
pratik ulaşım aracı. Bu ağaçlar da amma güzel, bu çamlar çok yaşlı olmalı.
Kocaman, araları da seyrek kalmış. Güzel bir yer, küçük de olsa etkili bir
bölge. Kutluoba’ya kadar yolum düz seyrediyor, 4 km. Gerçi levhalar da var,
haritadan da bakıyor, gene de yaşlı teyzeme soruyorum. Teyzemin de kulakları
ağır işitirmiş, yanıma kadar geliyor ve yolu tarif ediyor. Bugün Arıklı’ya
gideceğim. 40 km’lik bir mesafe, Adnan ve Uğurlar’da kalacağım. Firu’yla iki
sene önce gelmiştik, güzel yerleri var, havası, manzarası...
Ve beklenen
tırmanış başlıyor. Bereket yol asfalt, sıkıntı vermiyor. Ancak 8 km kadar
olması lazım bu çıkışın ve 500 metreleri görmem gerek. % 10’luk bir çıkış,
zaman zaman 8 oluyor, 12 de oluyor. Ağır ağır, [e] desteğini de devreye sokarak
çıkıyorum. Destek de ilk çentiğini 9,6 km/10.28’de harcıyor. 5 km sonra 446
m’ye çıktım.
Biraz
durdum, ormanın sessizliğini dinliyorum. Tarifi mümkün değil güzelliğin. Çam
ağaçları, arada gezinen 3 keçi, onlar bana ben onlara bakıyorum. Meeee...
dillerinde bir şeyler söylüyorum. Acaba bir şey ifade ediyor mudur? Başı boş
bir köpek yiyecek aramakta. Karşı yönden gelenler oluyor, araç trafiği de zaman
zaman var. Selamlaşmalar düdükleşmeler şeklinde. Çaldağ’a kadar tırmandım.
Biraz düzeltti yol kendini. Küçük bir köy, kimsecikler yok ortada. İnekler
miskin miskin yatmaktalar, onlara da dilleriyle hitap ediyorum, möööö...
Merakla kafalarını döndürüp bakıyorlar. Bu
da kendini inek sanıyor, vah vah : )) Çaldağ’ını
geçtim, 463 m’deyim.
İzmirli
büyük ozan Homeros ünlü destanı İlyada’da MÖ 1240 dolaylarında yaşanan Troya
Savaşının onuncu yılının son 51 gününü anlatmaktadır. Yunanca'da Odise ile
birlikte en eski edebiyat olduğu düşünülen epik bir şiirdir. Buralardan
geçerken efsaneyi bir kere daha hatırlıyorum.
Troya Efsanesi
MÖ 1300
yıllarında, Anadolu’nun kuzey batısında, bugün Biga yarımadası olarak anılan
Troas bölgesinde, Kral Priamos’un ülkesi Troya’da insanlar bolluk ve zenginlik
içerisinde yaşarlardı ve sosyal hayat çok gelişmişti. Bu bolluk ve zenginlik
komşularının iştahını kabartır ve savaş çıkarmak, Troya’ya saldırmak ve
yağmalamak için bahaneler ararlardı. Fakat şehrin surları çok sağlam olduğu
için geçemezlerdi.
Kral Priamos’un
karısı Hekabe, oğlu Hektor’dan sonra ikinci çocuğuna hamile idi. Hekabe bir gün
rüyasında, karnından çıkan alevlerin bütün şehri yaktığını görür. Rüyasını
krala anlatır. Kral Priamos, durumu kahinlere sorar. Kahinler, doğacak çocuğun
Troya’nın yok olmasına sebep olacağını, bu nedenle öldürülmesinin gerektiğini
söylerler. Çocuk doğar, annesi çocuğuna kıyamaz, adını Paris koyar ve
öldürülmesine karşı çıkar. Fakat baskılara birkaç ay dayanabilir. Çocuğu
öldürmek üzere İda dağına götüren görevliler, öldürmeye korkarlar, bu işi vahşi
hayvanlar yapar diyerek dağın derinliklerine bırakır ve dönerler. Dişi bir ayı
bebeği bulur, onu emzirerek ölümden kurtarır. Daha sonra Agelaos adında bir
çoban bulur ve Paris’i evlat edinir. Adını Aleksandros koyarlar, çobanlığı
öğretirler. Gözü pek, güçlü kuvvetli yakışıklı bir delikanlı olur. Diğer
kardeşlerine bakarak onlardan farklı olduğunu görür. Ormanda yaşayan ağaç
perisi Oinone ile tanışır ve onunla evlenir.
Bu çağlarda
gökyüzünde, yüksek dağların doruklarında tanrılar ve tanrıçalar yaşardı. Bu
tanrılar insanların kaderlerini belirler, onlarla evlenir, yarı tanrı yarı
insan çocuklar doğardı. Bu tanrı ve tanrıçaların en büyüğü Zeus’tu.
Olimpos dağında,
deniz kızı güzel Thetis ile ölümlü bir insan oğlu olan Peleus’un düğünü vardı.
Tüm tanrı ve tanrıçalar düğüne davet edilmişti. Sadece kavga ve nifak tanrısı
Eris davet edilmemişti. Düğüne davetsiz olarak gelen Eris adına yakışır bir
davranışta bulunarak, altın bir elmanın üzerine en güzele diye yazarak düğün
sofrasının ortasına atar. Güzel olduğunu iddia eden tüm tanrıçalar altın topa
sahip olmak için uğraş verirler. Sonunda altın elma, güçlü olan üç tanrıça,
Zeus’un karısı Hera, akıl tanrıçası Athena ve güzellik ve aşk tanrıçası
Afrodit’te kalır. Altın elmayı baş tanrı Zeus’a vererek, en güzele vermesini
isterler. Zeus tanrıçaları kızdırmak istemez. Böyle işlerden anlamadığını fakat
İda dağında çobanlık yapan, aslında kral oğlu olan, Paris’in bu işi
yapabileceğini söyler.
Tanrıçalar Paris’i
İda dağında sürülerini otlatırken bulurlar. Altın elmayı eline verirler ve bunu
içlerinden en güzele vermesini isterler. Paris karşısında üç güzel kadını
görünce şaşırır. Duraklar. Paris’in bu duraklamasını kararsızlığına veren Hera,
altın elmayı kendisine verirse ona Asya krallığını vereceğini söyler. Athena,
sonsuz aklı ve başarıyı vereceğini söyler. Afrodit ise dünyanın en güzel kadını
olarak bilinen Spartalı Helena’nın aşkını vereceğini söyler. Paris elmayı
Afrodit’e verir. Bu duruma diğer tanrılar çok sinirlenirler, Paris’e kızarlar
ve kinlenirler.
Paris bu olayı
unutamaz. Aklında hep Spartalı Helena vardır. Bu beklemeye daha fazla
dayanamaz, karısı Oinone’yi ve İda dağını terk ederek Troya’ya gider. Oinone,
ona bir gün yaralanırsa kendisine gelmesini söyler. Bu sırada şehirde
yarışmalar vardır. Yarışmalara katılır ve birinci olur. Troya kralı Piriamos
tarafından ödüllendirilmek üzere huzura çağrılır. Paris’in kahin olan kız kardeşi
Kassandra onu tanır. Ailesine kavuşur. (Devamı var)
Tırmanmaya
devam. Saat 10.56/13,6 km ve 539 m diyor Garmin, ama bu bölüm ilkinden daha
yumuşak, ortalama % 8’lerde gidiyor. Alakeçi de geçilince yol düzlendi ve iniş
başladı. Ara sıra durup sapaklarda yönümü belirlemek üzere haritadan kontrol
ediyorum. Yani bu cep olmasaydı nasıl bulurduk yolumuzu? Etrafta tek bir kul
gözükmüyor. Dağahmetçe’ye girmeden dışından geçiyorum. Hızla inmekteyim bayırı,
köprüyü... bir tırmanış ve topraklanıyor yol. Ehh, bu da varmış kısmette. Toprakta
tırmanmak daha zor, eko yetmiyor normale geçiyorum. Teker zaman zaman hafif de
olsa gömülüyor. Sert yerleri seçerek, kanallara dikkat ederek çıkıyorum,
çıkıyorum, çıkıyorum. Eğim öyle yabana atılır cinsten değil. Güzel bir % 10 gösteriyor
Garmin. [e], 23 km ve 2. çentik adios diyor. 2 km kadar toprak tırmanış vardı.
Bu şekilde Kısacık köyüne kadar geldim. Gene etrafta bir kul yok, haritadan
yönümü bulup şimdi kaba da olsa bir asfalt üzerinden devam ediyor rotam. Güzelköy’e Hoş Geldiniz yazısı içimi
rahatlatıyor. Büyükçe bir yere benziyor. Kahvesi de vardır herhalde. Evet solda
bir tane: - Merhaba, - Buyur, - Nasılsınız?,
- Nereden?, - Bayramiç... şeklinde
tanışıyoruz. Gelsin çaylar. Önümdeki çaydan yudum yudum alarak içim rahatlıyor.
Bazen de ne güzel geliyor şu minik bardak çay. Hele de güzel demlendi mi. Laf
atıyorum, niye bu yollar böyle toprak, vermediniz mi akepeye? Bizden hırsıza oy yok diyorlar bir
ağızdan. Evet burası, bu bölge akepeye vermiyor. Vermediğinden de yolu, suyu, elektriği
falan verilmiyor, yapılmıyor, cezalandırılıyor. 1 saate yakın yanlarındayım. Oradan
buradan, bisiklet, iklim, İstanbul, köy yaşamı falan diye konuşup duruyoruz.
Güzelköy
sonrası yol gene toprak oluyor, Çaltı’ya kadar, bu sefer iniş şeklinde, 3-4 km.
Böyle de hızlı inemiyorsun, sürekli frenlemek, balatalar falan bitti gitti.
Bir taş
ocağının, MTR midir nedir, kamyonları sürekli geçmekte. Saat 13.07/30,8 km, yol
asfalt ama tırmanıştayım gene. Kıvrılarak çıkıyorum. Solumda Nusratlı Yangın
İlk Müdahale Evi. 460 m burası. Pek kimsecikler görünmüyor. Buradan bir kısa
inişle Ayvacık yoluna bağlandım. Solda bir gözlemeci, kapısına deve bağlamış,
reklam olsun diye. Bir hayli de ilgi çekiyor hayvan. Sonra Ayvacık yönüne doğru
bir tırmanış. Burası kalabalık bir yol. Daha fazla karşı yönden gelenler var.
Ve Arıklı sapağında ayrılıyorum gürültülü ve kalabalık anayoldan. Berbat bir
asfaltta iniyor-çıkıyorum. İnişlerde tüm vidalar gevşedi herhalde. Vura vura
indim. Nasıl beceriyorlar bu denli kötü yol yapmayı? Herhalde silindir
kullanmadan yol döşüyor olmalılar. Buna karşılık çevre bir harika. Çam
ormanları içinden geçiyor yolum. [e], 37,9 km/13.45, 3. çentik Arıklı bayırında
tükeniyor. Firu arıyor. Tam da onu düşünüyordum. 2 sene önce yağmurlu bir günde
gelmiştik buraya. Bugünse güneş ağaçların arasından girmeye çalışıyor.
Karşılıklı havadisleri veriyoruz. 8-9 aylık bir İngiliz buldoğu bulmuşlar
atılmış. Ne insafsızlar var ortalıkta.
Uğur
mobiletiyle köyde karşıma çıkıyor. Konum bildirme ile izleyebiliyordu beni.
Bakkalda içtiğim bir soda sonrası köy dışındaki evlerine doğru frenleyerek
iniyorum. Ve az sonra arkadaşlarımın yanlarındayım. Bir kurdele germişler
kapıya onu yırtarak bahçeye giriyorum :))
Kucaklaşmalar...
Merete de burada, Adnan’ın karısı. Bir nefeslenme, uzundur görüşmemiştik. Bu
geziler de olmasa sanal ortam dışında temas yok. Herkes bir köşeye çekildi.
Sohbet, ne oluyor ne bitiyor, sonra ben Kenan’ın yaptığı odun eve geçiyorum. Duş
ve Semra’da (Uğur’un karısı) eşyalarımı şöyle güzelce leğen içinde yıkayıp
güneşe astım. Nefis salçalı bir makarna ile açlığı bastırmaca. Onlar balığa ben
biraz uzanmaca.
Saat 6 gibi
Adnan elinde çarşaf-havlu ile geliyor, “hadi Küçükkuyu’ya iniyoruz yemeğe”.
Hemen toparlanıp üçümüz daim gittikleri lokantada (Kardeşler Pide&Kebap
Salonu) yerimizi aldık. Makarnanın tokluğu sürdüğünden yoğurtlu kızartma+çoban
salata ile yetiniyorum. Ardından kordonda, ki hiç bilmiyordum böyle bir yerin
varlığını, yürüyoruz. Bir hayli kalabalık. Güzel bir limanı-mendireği var. Çay
bahçeleri, balık lokantaları, pastane, incik-boncuk satıcıları... ne ararsan.
Elimizde dondurma külahıyla mendireğin ucuna kadar yürürken büyükçe bir yat da
limana giriş yapmakta. Üzerindeki tayfalar bir oraya bir buraya koşuşturmakta.
Müşteriler gemi kıçında koltuklarında oturmakta, etrafı seyretmekteler.
Troya Efsanesi (Devamı)
Kral Priamos,
Sparta ile aralarında bulunan anlaşmazlığı gidermek üzere oğlu Paris’i elçi
olarak Sparta’ya gönderir. Paris, Kral Menelaos ve güzel karısı Helena’ya konuk
olur. Kral Menelaos’un büyük babası Girit kıralı Katreus ölür. Karısı Helena’yı
misafirleri ile bırakarak cenaze için Girit’e gider. Paris, Helena ile yalnız
kalır. Afrodit’in de gayretleriyle Helena Paris’e aşık olur. Helena çeyizini de
yanına alarak, Paris ile Troya’ya kaçar.
Troya’ya saldırmak
için fırsat kollayan Kral Menelaos’un ağabeyi Kral Agamemnon beklediği fırsatı
bulmuştu. Akhalardan ve yandaşlarından, bin parçalık gemiden oluşan bir ordu
kurar ve Troya önlerine gelir. Savaş on yıl sürer. Savaşta tanrılar da taraf
tutar. Altın elmayı kendilerine vermediği için Hera ve Athena Paris’e ve
Troya’ya karşıdırlar. Afrodit Troya’dan yanadır. Deniz kızı Tetis ve ölümlü
Peleus’tan Akhaların en büyük savaşçısı Akhilleus doğmuştur. Akhilleus,
Troyalıların kahramanı ve Paris’in kardeşi Hektor’u öldürür. Vücuduna silah
işlememektedir, çünkü doğduğunda annesi onu topuğundan tutarak kutsal suya
batırmıştır. Paris, Akhilleus’u topuğundan vurarak öldürür. Kendisi de
kasığından vurulur. Aklına terk ettiği karısı su perisi Oinone’nin söyledikleri
gelir. Ondan yardım ister fakat Oinone duymazdan gelir. Paris ölür. Pişman olan
Oinone yardıma koşar fakat geç kalmıştır. Paris’in ölümüne dayanamaz ve oda
canına kıyar.
İki tarafta
birbirine üstünlük sağlayamaz. Akhaların ünlü krallarından Odysseus, İda
dağının köknarlarından tahta bir at yaptırır. İçine kendisi de dahil
askerlerini yerleştirir. Akha ordusu da toplanarak gider. Troyalılar savaşın
bittiğine çok sevinirler. Şenlikler düzenlerler. Tahta atın tanrıça Athena için
yapıldığına ve kutsal olduğuna inanırlar. Bu nedenle tahta atı surların içine
alırlar. Geç vakitlere kadar şarap içip eğlenirler. Yorularak derin bir uykuya
dalarlar. Tahta atın içinde bekleyen Akha askerleri yerlerinden çıkarak şehrin
kapılarını geri dönen askerlere açarlar. Şehri tamamen yakıp yıkarlar. Güzel
Helana’yı da yanlarına alarak memleketlerine dönerler.
Troya kral soyundan olan prens Ankhises ile tanrıça Afrodit’in oğlu olan
Aeneas, annesinin de yardımıyla savaştan kurtulan Troyalılarla birlikte İda dağının
en yüksek tepesi olan Gargaros tepesinin eteklerinde bulunan ve kutsal alan
olarak kabul edilen Kartal Çimeni yaylasına sığınır. Etraflarına daire şeklinde
taştan bir duvar örerler (bu duvar Kazdağları’nın zirvesinde hala durmakta
olup Kaz Avlusu olarak bilinmektedir).
Burada tanrı Zeus’un korumasında birkaç yıl kalırlar. Sonra bugünkü Altınoluk
yakınlarında bulunan Andandros kentinin tersanelerinde İda dağının kerestesini
kullanarak yaptıkları gemilerle, bugünkü İtalya’ya giderek Roma kentini ve
imparatorluğunu kurarlar.
Bayramiç – Arıklı
Tur tarihi: 22 Ağustos 2016
Kat edilen mesafe: 41,58 km.
Ortalama hız: 13,2 km/sa.
Bisiklete biniş süresi 3 sa. 09 dk., dışarıda geçen süre 5 sa. 12
dk.
En yüksek sıcaklık 42 ˚C, en düşük 27 ˚C, ortalama 34,3 ˚C
İrtifa kazancı (çıkış) 982 m, kaybı (iniş) 915 m.
En düşük irtifa 106 m., en yüksek 553 m.
Garmin yol bilgisi Bayramiç–Arıklı
Küçükkuyu by Night
|
23 Ağustos 2016, Salı / Arıklı (10. gün)
Uğur’la
saat 10 olarak sözleştik, kahvaltı için. Sessizliğin içinde çektiğim uykudan
sabah 7 gibi uyandım. Biraz yatakta tembellik yaptıktan sonra kahvaltıya kadar
olan zamanı dünkü fotoları falan yüklemek, biraz yazı yazmakla geçirdim.
Mitoloji Nedir? Nasıl Oluşmuştur?
Keyifle dinliyorum bu hikayeleri. Tüm kültürlerin kendine göre mitolojileri
var. Bizde Bozkurt, Ergenekon, Oğuz... Çağdaş
kullanımda, mitoloji ya belirli
bir din veya kültürdeki mitlerin bütününü tanımlar, ya da mitlerin incelenmesi,
yorumlanması bilimini. Mit
sözcüğü gerçekte doğru olmayan bir hikâye veya anlatı için tercih edilir ve
çoğunlukla bir yanlışlık, doğru olmayan unsur vurgusu
barındırır denilmekte Vikipedi’de.
Mitoloji kelimesi
sözlükte; ‘Bir din veya bir halkın kültüründe tanrılar, kahramanlar, evren ve
insanın yaratılışına dair tüm sözlü ve yazılı efsane birikiminin ve bu
efsanelerin doğuşlarını, anlamlarını yorumlayıp, inceleyen ve sınıflandıran
çalışmalar bütünüdür’ şeklinde açıklanmaktadır. Genel olarak bir açıklama
yapmak gerekirse mitolojiler efsanevi olaylardır.
Mitolojiler daha çok;
tanrıları, kahramanlıkları ve doğaüstü varlıkları kendilerine konu olarak
seçmişlerdir. Birçok mitolojide konu bir ülkenin veya devletin kuruluşu ve
açıklanması muhtemel olmayan doğa olaylarıdır. Genel olarak bir şeyin nasıl
yaratıldığı veya nasıl meydana geldiği gibi konuları içerir.
Efsaneler ilk çıktıklarında
sözlü iken daha sonralarda kaleme alınmış ve ölümsüzleştirilmişlerdir.
Çoğunlukla geleneksel sözlü anlatım yoluyla ozanlar ve rahipler aracılığıyla
günümüze kadar gelmişlerdir. Mitolojiler objektif bir doğruluk taşımazlar.
Semra’nın
kahvaltı sofrasındayız. Bolu’dan gelmiş tereyağı, ki bu mayıs ayı sütündenmiş,
yani mevsimin ilk otlarından, üzerine Semra’nın çilek marmeladı müthiş gidiyor.
Çaylar, kızarmış ekmekler, peynirler ve konudan konuya geçen sohbetimiz,
önümüzdeki manzarayı bile unutturuyor. Ev müthiş bir konumda. 2 dağ arasındaki
vadiden denize bakmakta. Öyle de bir konumlandırmışlar ki, sanki toprağın içine
girmiş gibi. Yani tek cepheleri var, önü tamamen cam, arkası kapalı toprağın
içinde. Daha sonra iTunes’un 3 aylık beleş programı ile dinlenen müzik ara sıra
internetin yavaşlamasıyla sekteye uğrasa da genelde keyifli tınılar dinletiyor.
Küçükkuyu’ya
inmeden Adnan ve Mereta’ya uğruyorum. Adnan ParisTexas filmini izliyor. Mereta
tercüme işine boğulmuş, harıl harıl çalışmakta. Ben de ekranın karşısına
kuruluyor, 1984 yapımı Wim Wenders filmine tekrar takılıyorum. Üzerinden 30
sene geçmiş, dile kolay. O zamanlar nasıl heyecanlanmıştık ilk izlediğimizde.
Ry Cooder’ın müziği, Nastasia Kinsky ne genç. Bu kış bir Alman kanalındaki dans
yarışmasında izliyorduk. Çılgınlığından hiç kaybetmemiş.
Uğur’un
gelmesiyle dördümüz arabaya atlayıp Küçükkuyu’ya geldik. Onlar ev ihtiyaçlarını
giderdikten sonra Yeşilyurt’daki kışlıklarına çıkıyoruz. Semra ve Uğur ilkin
buraya taşındılar, burayı yapmışlardı. Sonra Arıklı çıktı. Bu köy bölgenin ilk
gelişen köyü, çok da keyifli bir görünümü var. Sadece 3 km uzaklıkta kıyıya. Ama
öylesine tanındı ki fazla adam gelmeye başladı ve şişti haliyle. Son olarak
arkalarına taşınan Urfalılar bir havuz yaptırmışlar, su sesi güzel ama akşam
dinledikleri müzik ve yaydıkları gürültü komşuların evlerini satmalarına neden
olmuş. Ölçü bilmez insanlar diyor Semra.
Eski adı Büyük Çetmi olan Yeşilyurt Köyü’nün 700 yıllık bir
geçmişi olduğu sanılmaktadır. Yüzyıllar boyu Rumlar ve Türklerin birlikte
yaşadıkları köy, taş evleri, Arnavut kaldırımı sokakları, geniş köy meydanı,
tarihi camii ve çevresindeki zeytinlikleri, çam ormanları, mezarlığındaki
servileri ve çeşit çeşit meyve ağaçlarıyla bir Ege/Akdeniz havası sunar. Rum
nüfus 1924 yılındaki mübadele ile köyü terk ederek Yunanistan’a göçmüş, yerine
Yunanistan’dan gelen Türkler yerleşmiştir.
Kardeşler Pide&Kebap
Salonu’ndayız. Ben gene yoğurtlu kızartma ve çoban salatası aldım. Daha sonra Çakalini’ne,
Ümit’in butik oteline gideceğiz. Çakalini köyün eski adı aynı zamanda. Adatepe’ye
paralel bir yol, Boztepe denilen yerde, 5 km kadar uzaklıkta. Ümit de eski bir
arkadaşım, uzundur da görmedim. En son buraya Sibel ile yeni kurmaya başladığı
yıllarda, 2 binlerin başları olmalı, gelmiştim. Bayağı uzaklaşıyorsun kıyıdan,
zeytinliklerin arasından geçerek tepelerde büyükçe bir arazi içinde butik bir
otel. Ümit’in zevkli çözümleri, ikramları ve misafirperverliğiyle karşılaşıyorsunuz.
Kapıdan geçip Ümit’le kucaklaşmak güzel oluyor. Bunlar 40+ yıllık dostluklar.
Keza Adnan ve Uğur da öyle. Bazen düşünüyorum da, o zamanlar kurulan
arkadaşlıklar/dostluklarda hiç düşünülmüyordu ilerisi. Nasıl olur, ne yapılır,
kim nerede bulunur... hiç akla gelmedi. Şimdi böyle bisikletle turlarken
onların mekanlarına, yaşamlarına bakmak, dünle bugünü bağlamak... ilginç bir
durum, çok keyif veriyor.
Neyse, Ümitgiller
(yani Sibel ile) bu 5 dönümlük araziyi 1995’de almışlar ve 2000’de inşaatına
başlayıp bugün havuzlu, bahçeli, şahane 8 odadan oluşan bir butik otele dönüştürmüşler.
Ve artık yeter diyerek bu aralıkta noktayı koymak istiyorlar. Bundan sonra
kendim için burada yaşayacağım, dostlarımı ağırlayacağım der. Çok iyi bir karar
bence de. Gelirik :))
Uğur’u tamircideki
motorun yanına bırakıp Semra ile 8 km’lik ev yolunu gidiyoruz. Bir 3 km’lik
tırmanış, ki herhalde % 12- 15 en azından vardır. Yani nasıl tırmanılır
bisikletle bilemiyorum. O nedenle yukarıdan gelmek her daim daha kolay.
Adnan ile
birer filtre kahve eşliğinde filmi tamamlıyor sonra da aşağı eve, Uğur&Semra’lara
iniyoruz. Hava serinlemiş, saat 7’yi geçmiş. Dondurma, BS&T, CTA
dinleyerek, Mars’ı Jüpiter’i, Büyük/Küçük Ayıları seyrederek geç saatleri buluyoruz.
Adnan, Semra ve Uğur ile, Yeşilyurt Köyü
|
Çakalini, Boztepe |
11. gün
(devamı) Arıklı–Bektaş - 8. gün (öncesi) Toluklar-Bayramiç