11 Ekim 2016

Yer Çöplük Gök Koku: Göktürk, 6eksi2

Bir şeylere ara verince nedense unutuluyor. Evden ne kadar zamanda gidiyorduk ki Kadıköy’e? 1 saat 15 dakika mıydı diye hatırlamaya çalışırken vakitlice çıkalım diye tam tamına 7.21’de pedalları döndürmeye başladık. En kısa yol Kozyatağı, Atatürk Caddesi üzerinden minibüs yolundan Hasan Paşa. Pazar olmasından dolayı da trafik fazla olmayacaktır, yoksa gün içi bu yoldan cambazlık yapmadan gitmen mümkün değil. Havalar sonbaharla birlikte serinledi. Giysileri biraz kalınlaştırdık. Her neyse, 40 dakikada iskeledeydik. Hatta yolun son kısımlarını ağırdan bile aldık, çünkü buluşma saati 8.45 idi. Yani 8.15 vapuruna bile yetişebilirmişiz. Bugün, hep yazışıp bir türlü buluşamadığımız Seçil ile tanışıp pedallayacağız. Bir de arkadaşı gelecek beraberinde. Kemerburgaz tarafında İhsaniye diye bir köy vardır, niyet oraya gitmek. Turu da şöyle duyurmuştuk: bu tur herkesin beklentisini karşılayacak; boğaz manzarası, orman havası, çamur banyosu, tezek kokusu, kahve keyfi, tünel heyecanı... Şöyle 90 km’lik bir gezi.

Seçil’i arayıp geldiğimizi bildirdikten sonra Kadıköy-Beşiktaş iskelesi yakınında banklarda gazetelerimizi okumaktayız. Hava parçalı bulutlu. Güneş şimdilik saklanmış vaziyette. Umarız gün içinde yüzünü gösterir. Etrafta köpekler miskin miskin yatmaktalar. Aniden hepsi ayaklanıp bir adama doğru koşuyorlar. Evet, bu bey onları besliyor. Elinde torbalar dolusu mama var. Sert komutlarla köpekleri yönetmekte. Onlar da anlar gibi davranıyorlar. Bir ara aralarında ekmek kavgası başlıyor ama adam derhal müdahale ederek durumu yatıştırıyor. Derken güleryüzlü bir bisikletçinin bize doğru gelişiyle Seçil’i tanımış oluyoruz. İlk çekingenlik süreci çabuk geçiliyor ve haliyle bisiklet üzerinden başlayan sohbetle kaynaşıyoruz. Ve arkadaşı Dilek de gelince 4 kişi olarak Beşiktaş’a geçmek üzere vapura biniyoruz. Sohbet 20 dakikalık yolculukta daha da derinleşiyor ve samimileşiyor. Antalya, Kapadokya, 100 Yıllık, Gran Fondo... diyerek Beşiktaş’a varıyoruz.

Barbaros Heykeli’nin etrafı bisikletçi kaynıyor. Serhan yarım tura katılacağını söylemişti, gelmiş bile. Bir de sürpriz yanında, Varujan. Ne güzel, ama o da yarım tura dahil olacakmış. Düğün durumları diyor. Sonra bir sürpriz daha. Diyorum bugün sürprizler günü herhalde. Genelde bazı arkadaşlarımız geleceklerini yazmaz, sürpriz yaparlar. Biz de sevinir havalara uçarız. Ömer A. da gelmiş (grubumuzda 2 Ömer olduğundan A ve E olarak 2’ye ayırdık, karıştırılmasın). Tam sevinecekken Ömer diğer bisikletçilerle buluşmaya geldiğini söylüyor. Onu esnaf arkadaşına bırakarak biz 6’lı olarak duyuruya uygun boğaz manzarası seyretmek üzere yola çıkıyoruz.

Yani sanki bugün bisiklet günü. Gelen-giden-duran-toplanan bisiklet(çi/li)ler ortalıkta. Bu kadar da çok olunca çarpışırız tedirginliği oluşuyor bende. Gençler, hevesliler, yeni binenler, hızlı olanlar, hava basanlar... sürüsüne bereket.

Aklıma şimdi nereden geldi. Hatırlarım küçükken Köln kentine Kolonya denilirdi. Pek çok kelimeyi aldığımız Fransızcadan olsa gerek. Onlar ‘Cologne’ diyorlar çünkü. Kolonya suyu (Eau de Cologne) da bildiğimiz kolonya, elimize, yüzümüze sürdüğümüz. Çünkü bir efsaneye göre Macar Suyu olarak bilinen ve ilk defa bir keşiş tarafından Macaristan Kraliçesi Elizabeth için üretilmiş olan koku, kolonyanın atasıdır. Floransa'daki Santa Maria Manastırı rahibelerinin aqua reginae adıyla 14. yy’dan itibaren üretmekte oldukları bu koku, bir teoriye göre 17. yy’da bir gezgin olarak Floransa'da bulunan İtalyan parfümcü Giovanni Paolo Feminis’in ilgisini çekmiş ve baş rahibeden formülünü öğrenmiştir. Köln’de yaşayan Feminis Floransa’dan döndüğünde bu kokunun içine bergamot, limon ve portakal esansı katarak bugün kolonya denilen kokuyu geliştirdi; önce Eau Admirable" (Hayranlık verici su), daha sonra da "Eau de Cologne" (Köln suyu, Almanca “Kölnisch Wasser”) olarak pazarlamaya başladı.












Kolonya ilk geliştirildiği yıllarda tıbbi amaçla kullanılıyordu. O günlerdeki formülüyle biberiye, portakal çiçeği, bergamot ile limondan oluşan ve ferahlatıcı özelliği yüzünden rağbet gören karışım, sindirim sistemi rahatsızlıklarında şeker üzerine damlatılarak alınıyor ya da şaraba karıştırılarak içiliyordu. Antiseptik özelliğinden ötürü ağız çalkalamada, yara temizliğinde kullanılıyor, kas ve eklem ağrıları için harika bir friksiyon solüsyonu oluyordu.

Uzun yıllar tedavi edici özelliğinden yararlanılan bu sıvı, tuvalet amacıyla kullanılmaya başlandıktan sonra, bir devrim yüzyılı olan 18. yy’da adeta bir çığır açtı. Sınıf savaşının en keskin biçimde yaşandığı yıllarda yükselen burjuvazi karşısında, ağır ve pahalı parfümlerle özdeşleşen aristokrasi yenik düşünce, ağır kokuların da itibarı azalmıştı. Kolonya gibi hafif ve ferahlatıcı kokular sadeliğin, saflığın simgesi haline geldi ve burjuvazinin gözdesi oldu.

Seçil’in ön disk freni sürtmekte. Sök tak yaptık ama değişiklik olmadı. Evimin merdiveni öylesine dar ki, bisikletin ön tekerini sökmeden çıkartamıyorum. O nedenle her seferinde bu sıkıntıyla karşılaşıyorum diyor. Yeniköy Sedona’ya bir danışalım diyoruz ama adamın başı hayli kalabalık. Burası da biraz popüler olup, hani motorcuların mekanı olur ya, önüne çekerler, bu da bisikletlerin çekildiği mekan durumuna girmiş. Çayırbaşı’na kadar idare et, orası halen bu havalarda değil.

Boğaz manzaramız bitip orman havasına geçmek üzere Çayırbaşı’ndaki kahvede masa etrafındayız. Seçil çantasından kahvaltılıkları çıkarmakta. Hepimize bir ziyafet çekecek. Dilek de peynir ile destek verince sofra bugüne kadar görmediği bolluğu görmekte. Poğaça, domates, biber, simit, sandviç, zeytin, börek, açma... off off off, bugüne kadar neredeydin Seçil :))

Çaylar da gelince 1 saate yakın burada oyalanıyoruz. Serhan’ın, ardından da Varujan’ın ayrılmasıyla 6-2=4 kişi olarak bizler yolumuza devam ediyoruz. Bu arada bisiklet tamircisi arkadaş da Seçil’in derdini çözmüştü. Artık tutmayın beni diyor Seçil ama fazla uzaklaşmadan patlak var anonsuyla duruyoruz. Arka lastiği patlamış (ve kahvenin kokusu burnumuza geliyor). Piknik yerinin otoparkında hünerli eller patlağı bulamıyor ama yedek iç lastiği takıp yolumuza devam ediyoruz.

Buraya yakın Exuma mağazası var. Şuraya bir bakalım fikri herkesçe kabul gördüğünden kemerlerden sola sapıp mağaza önünde bisikletleri park edip dalıyoruz içeriye. Herkes bir tarafta, darı ambarına düşmüş tavuklar gibi. Bana bir pantolon lazım, Dilek şortlarla ilgili. Firu güzel bir bluz bulmuş, Seçil hangi montu alsam diyor.

Neticede herkes kendine göre bir şeyler aldıktan sonra orman havası bölümünü pedallamak üzere Belgrad Ormanı içinden sürmekteyiz. Buranın havası çok güzel. Hele yazın sıcakta daha da güzel. Hafif çıkışları olan, Atatürk Arboretum’un kenarından geçen (bugün gene gelinler vardı kapısında), dikkat edilmesi gereken virajları, üzerinde nefis suyun aktığı bir çeşmesi olan keyifli bir yoldur.

Kemerburgaz amma kalabalıklaşmış. Yeni yerler açılmış. Kahveler çoğalmış gelmeyeli. Biz gene her daim gittiğimiz yere konuşlanıp Seçil’in kahvaltılıklarına yumulmaktayız. Buranın ayranı güzeldir, Dilek hariç üçümüz birer bardak içiyoruz. Ardından çay tabii. Dilek, Kurtköy’de oturduğundan, Sabiha Gökçen yolunun artık pedallanamadığını anlatıyor. Havaalanı pist genişletme çalışmaları nedeniyle yola tünel yapılıyormuş (üstü pist olacakmış). Zaten ‘bisikletli geçemez’ diye de yazılmış. Kamyon ezmişti bisikletçiyi burada. Nasıl gideceğiz o taraflara bilemiyorum. Gittikçe  alanımız daralıyor. Eskiden İstanbul’un 4 tarafını dolaşırdık, şimdi 2’ye düştü. Her yer inşaat. Gündüz vakti damperliler şehir içinde ölüm saçmaktalar.

Bu aralar güneş yüzünü gösteriyor, havanın ısınması güzel geliyor. Gezinin çamur banyosu, tezek kokusu beklentisini yerine getirmek üzere Kemerburgaz’ı geride bırakıp benzincide Seçil’in lastiklerinin havasını tamamlayıp Göktürk içinden sürüyoruz. Bir Amerikan kasabası sanki burası der Firuzan. Evet, bir mimari tarz bellemişler. Onun varyasyonları her tarafta. Az katlı bloklar ve villalarla çevrili lüks bir mahalle havasında. Çok yerde olan markaları burada da görmek mümkün, yiyecek-içecek, giyim-kuşam, özel okullar... ama. Aması var buranın (az sonra, bizi izlemeye devam edin).

Kolonya suyu (Eau de Cologne) gibi bizde de Rebul Lavanda Kolonyası pek iyi bilinir ve sevilir. Bugünkü Rebul Eczanesi’nin geçmişi 121 yıl geriye gitmekte. Rebul Eczanesi, 1895 yılında Jean Cesar Reboul tarafından İstanbul Beyoğlu’nda Grande Pharmacie Parisienne-Büyük Paris Eczanesi adıyla kurulur. Osmanlı’nın son dönemine tanıklık eden ve günümüze kadar kurulduğu yerde yaşamını sürdüren tek eczanedir.

Cumhuriyet tarihinin ilk eczacılarından Kemal Müderrisoğlu, 1920’de üniversitenin ikinci yılında staj yapmak için Rebul Eczanesi’ne başvurmasıyla başlayan ve uzun yıllar süren bu hem ortaklık hem de baba oğul ilişkisi; 1938 yılında Türk halkını lavanta kolonyası ile tanıştırır. Önceleri Bay Reboul’un bahçesinde yetiştirilen lavantaların uçan yağlarından elde edilen kolonya, daha sonra her yıl Fransa’nın güneyinde Grasse kentine yakın bölgelerden gün ağarana kadar toplanan, kokusuyla fabrikanın ağır havasını yok eden, lavanta çiçekleri ile üretilmeye başlanır.

Sene 1939’u gösterdiğinde Bay Reboul ülkesine dönerken, gözü gibi baktığı eczanesini, hayattaki tek yakını olan genç ve çalışkan eczacı Kemal Müderrisoğlu’na devreder. Akabinde eczanenin ismi Rebul olarak değişir. Rebul Lavanda Kolonyası, kısa süre içinde Pera’nın erkekleri başta olmak üzere, İstanbul beyefendilerinin kokusu haline gelir. Rebul Lavanda kolonyadan ziyade daha çok babadan oğula geçen farklı bir mirasa dönüşür. Öyle ki, Beyoğlu’nda dolaşmak için Rebul’un lavantasının sürülmesi gerektiği kuşaktan kuşağa bir efsane olarak aktarılır. Rebul Lavanda bir kolonyadan öte, o dönemin en popüler erkek parfümü, kuaförler tarafından saça uygulanarak stresten arındırıcı bir mucize, her eve götürülen en prestijli hediyesi olmuştur. 1981 yılında Rebul Lavanda Kolonyası ile Güzellik Ürünleri Dünya Kalite Kontrol Merkezi’nden altın madalya alır.












Göktürk sonrası eski Durusu yolu, şimdi yeni yoldan dolayı atıl durumda. Ama bisiklet için keyifli bir yol(du). Şimdiki sıkıntısı İSTAÇ’ın kokusu. Bu kokuyu 3. köprüden geçerken de duyuyorsunuz. Göktürklüler çıldırmış vaziyetteler. 2009 yılından beri de protesto gösterileri, toplantılar, yetkililere yazdıkları mektuplarla şikâyetlerini dile getiriyorlar. Ancak bugüne dek yetkililer her soruya gayet uygarca ve açıklamalı cevaplar verseler de sorunlarına çözüm getir(e)memişler.

Mesele şundan kaynaklanıyor(muş): “6-7 km uzakta, Odayeri Köyü'nde İBB’nin çöp depolama tesisinde metan gazından elektrik enerjisi üretiliyor. Çöpler belli bir düzeye birikinceye kadar bekleniyor. Dolayısıyla burası mevcut olduğu sürece koku sürecek.

Yolumuzda inekler ve arasında bir de manda. Dikkatle bizi kesiyor. Ne olduğumuzu çözemedi. En iyisi ben bunlardan uzaklaşayım diye ayrılıyor. Yola bıraktıklarıyla tezek kokusu (az da olsa) burnumuza geliyor. Ama daha kuvvetlisini Işıklar köyüne vardığımızda alacağız. Bununla idare edelim, şimdilik.

Geldik işin sıkıntılı bölümüne. Karşımızda gitmemiz gereken, daha doğrusu turun rotası; İhsaniye. Ancak damperlilerin ardı arkası kesilmiyor. Biri geliyor diğeri gidiyor. Ve öylesine bir toz kaldırmaktalar ki. Girsek, un çuvalına düşmüş gibi olacağız. Bugüne kadar işleri bitti sanmıştım. Aramızdaki oylama sonucu vaz geçiyoruz. Böylecene çamur banyosu kısmını gerçekleştiremeden, dönüşü yeni yoldan yapmak üzere sapıyoruz sağa.

Bu otoyol, haliyle gürültülü. Kimi, yarış pisti sandığından, gaza dibine kadar başmış sürmekte. Biz de üvey evlatlar olarak kenarından usulce pedallamaktayız. Ta ki Göktürk sapağına kadar. Uzatmadan; Göktürk-Kemerburgaz geçilip kemerlerin yakınındaki Kahve Dünyası-Fabrika’da son molamızı vermek üzere boş bir masayı seçiyoruz. Kahveler hepimize Seçil’den, kendisine bir de Soufflé..., ve de sohbete devam.

Cumhuriyetle yaşıt olan Eyüp Sabri Tuncer Kolonyaları da Yüzyıllık Markalar arasındadır. Özellikle Limon Kolonyası. Hatırlayanlar bilir, eskiden boş şişe götürülür ve doldurtulurdu. 1923 yılında Ankara'da küçük bir üretim atölyesi olarak kurulan Eyüp Sabri Tuncer, "müşterilerin her zaman için danışabileceği bir kimse bulabileceği" imajını oluşturmak adına, markaya kendi adını verdi. Gömlekçilik ve tuhafiye ürünleri satışı yapan Tuncer, kolonya üretimine merak saldı ve kendi elleriyle hazırladığı promosyon broşürüne indirim kuponu ekleyerek, halkın tüketim alışkanlığı kazanmasını sağladı. Zamanla görevi devralan ikinci kuşak yöneticisi; yurtdışında esans firmalarıyla iletişim kurarak, kendi limon kolonyası formülünü oluşturdu. Böylece Eyüp Sabri Tuncer, Türkiye'de kendi formüllerini kullanan ilk Türk kolonya markası haline geldi.











Bu konuda müziği Fahir Atakoğlu’na ait Mithat Bereket imzalı güzel de bir belgesel var; Cumhuriyetin Kokusu: Eyüp Sabri Tuncer.


Tabii bir de Pe-Re-Ja kolonyaları vardı, bugün az miktarda halen üretilen. Sabun, şampuan gibi kozmetiklerin üretimini yapan ama asıl ününü kolonya ile elde eden Pereja, İstanbul Bankası'nın zora girmesiyle birlikte borçlarını ve çalışanlarının ücretlerini ödeyemeyecek hale geldi. İstanbul Bankası'nın batışıyla iştiraklerinden Pereja da, sorunlu bir şirket olarak devletin üstüne kaldı. Aylarca maaş alamayan işçilerinin eylemleriyle uzun süre gündemde kalan şirket, banka ile birlikte 1983 yılında Ziraat Bankası'na devredilmişti.












Saatler 5’e geliyor. Gezinin sonuna yaklaşılıyor. Cendere yolu düzdür, fabrikaların köpekleri pek bir heveslidir sizi karşılamaya. Sürücü adayları da bisikletli deneyimlerini sizinle yapmaktadırlar. Bol bol da çimento kamyonu dolaşır. Ama biz tüm bunları dikkatlice aşarak son beklentimiz tünel heyecanı’nı yaşamak üzere farlarımızı açıp, fosforlu yeleklerimizi giyip 3 buçuk kilometrelik karanlığın içine dalıyoruz. Becerikli bir dörtlü olarak 2 tünel arasındaki bağlantıyı da atlatıp Dolmabahçe kalabalığına inmemiz ve 4 dakika sonraki vapura yetişmemizle gezinin Avrupa ayağını tamamlamış oluyoruz.

Kadıköy başlangıç noktasındayız. Seçil Yeldeğirmeni’ne, Dilek Kartal’a biz de Dudullu’ya pedallamak üzere ayrılıyoruz.

Haydoy’a verdiğiniz destek için teşekkürler.














Göktürk: Kadıköy-Beşiktaş-Çayırbaşı-Kemerburgaz-Göktürk-Kemerburgaz-Kağıthane-Dolmabahçe-Beşiktaş-Kadıköy

Tur tarihi: 9 Ekim 2016
Kat edilen mesafe: 105,70 km.
Ortalama hız: 15 km/sa.
Bisiklete biniş süresi 7 sa. 1 dk., dışarıda geçen süre 12 sa. 25 dk.  
En yüksek sıcaklık 25 ˚C, en düşük 16 ˚C, ortalama 20,6 ˚C
İrtifa kazancı (çıkış) 1110 m, kaybı (iniş) 1110 m.
En düşük irtifa 0 m., en yüksek 163 m.

Garmin yol bilgileri Göktürk

































Foto katkıları için Seçil’e teşekkürler.