7 Mayıs 2018, Pazartesi / Manisa II (9. gün)
Toparlanmadan kalkılacak bir gün. Ağırdan alıyorum. Sabah Serhan’la uzun telefonda konuşuyoruz. Kahvaltı 9 buçuğa kadar. Kaçırmayayım. 9’u geçe iniyorum. Buraya hiç yakışmayan bir tabak. Malum şeylerden biraz biraz konulmuş. Masadaki diğer müşteri de eleştiriyor. Yemedikleri şeyleri koymuşlar, yandaki kadın bıraktı gitti. Hepsi toplanırken çöpe atıldı. Halbuki tertemiz duruyor tabakta. Açık büfe olsaydı belki onları almayacak, yediklerini alarak esas israfa mani olacaktı. Söyledik ama talimat böyle denildi. Hep aynı hep aynı...
Çıkmadan kalacak yerlerin telefonlarını arayıp yerimi garantiye almaktayım. Uşak ÖE’de önce tek gecelik yer çıkıyor, sonra boşalınca, her ihtimale karşın DSİ’de ayırttığım yeri iptal ederek ÖE’yi tercih ediyorum. DSİ biraz merkez dışındaymış, yarım saat yürüme mesafesinde. Kula da belediye kendi misafirhanesine davet ediyor. ÖE yokmuş. Salihli ve Eşme için ÖE, Buldan için belediye oteli... Alles klar Herr Komisar?
Şifalı Mesir Macunu ve Sultaniye Üzümü ile meşhur Manisa’da bugün şöyle biraz tarihi yerleri gezeyim. ÖE’den çıkıp ana caddeden yürümekteyim. Yakındaki bahçede bir etkinlik. Hayli kalabalık var. Şu sıralar okulların son günleri herhalde ki sağdan soldan gelmiş otobüsler gözüme ilişiyor. Gezdiriyorlar öğrencileri.
Kültür Merkezi’ndeki hanımdan aldığım yön tarifiyle önce Tıp Müzesi’ne yöneliyorum. İlkin yakınındaki Hafsa Sultan Hamamı çıkıyor karşıma. İç kısmında ahşaplar değişmekte. Hamam faal ama. İşleticisi bey konuşkan. Bana hem bilgi veriyor hem de uğradığı haksızlıktan yakınıyor. Kubbenin kurşunlarını onartmak istemiş, bir türlü izin al(ın)amamış. Oradan buradan uzunca kapı ağzında konuşuyoruz.
Hafsa Sultan Hamamı: Yavuz Sultan Selim'in eşi ve Kanuni Sultan Süleyman'ın annesi Ayşe Hafsa tarafından 1522 yılında yaptırılmış olan Sultan Camisi'nin bir bölümünü çifte hamam oluşturmaktadır. Hamam külliyenin yapımından sonra tamamlanmıştır.
Sultan Camisi'nin kuzey doğusundaki geniş bir arsa üzerinde yer alan hamam, doğu-batı doğrultusunda uzanan çifte hamam dikdörtgen planlıdır. Sultan Hamamı ismi verilen hamamın erkekler bölümünün kapısı caminin bulunduğu meydana açılmaktadır.
Hamam soyunmalık, ılıklık ve sıcaklık bölümlerinden oluşmuştur. Soyunmalığı büyük bir kubbe örtmektedir. Kubbenin üzerinde bir aydınlık feneri bulunmaktadır. Kubbe eteğindeki yedi pencere ile içerisi aydınlatılmıştır. Ilıklık yan yana iki kubbe ile örtülüdür. Bu kubbelerden birisinin süslemeleri Osmanlı mimarisinin en güzel örnekleri arasındadır. Sıcaklık da yıldız şekilli pencerelerin üzerinde bulunduğu büyük bir kubbe ile örtülüdür. Ortadaki göbek taşının çevresinde 12 kurna sırlanmıştır.
Hamamın kuzeyindeki kadınlar bölümü erkekler bölümünün eşidir.
Ardından geldim Tıp Merkezi’ne, Şifahane. Darüşşifa kitabesine göre, 1539-1540 tarihinde Kanuni Sultan Süleyman tarafından annesi adına yaptırılmış. Külliyenin mimarı Acem Ali, Darüşşifa’nın da planlayıcısı olmalı. Fakat Acem Ali Darüşşifa’yı tamamlayamadan ölmüş. Külliyenin onarım gördüğü tarihlerde Darüşşifa’nın da onarılmış olması mümkün denilmekte. 1922 Yunan işgalinde yakılan yapı, 1962-63’lerde restore edilmiş. Güzel bir mekan. Orta avlusunda uzunca bir masada hanımlar yemekteler. Ziyaretçiler anlaşılan. Müze, hastalık ve tedavi şekillerini mankenlerle anlatan odalara ayrılmış. Diş tedavileri, jinekolojik tedaviler ve müdahaleler, kırık çıkık... Duvarlarda ve vitrinlerde resimler, yazılar, alet edevatlar. O günkülerin tıpkı kopyaları. Osmanlı’nın Mâl-i hulyâ dediği (melankoli), kara sevdâ dediği (isteri), ateh-i kable’l-miâd dediği (şizofreni), tedavi gören akıl hastalıkları, ilaç, istirahat, gıda ve çiçek çeşitleri, musiki, meşguliyet ve tedavi yollarından bazıları anlatılmakta. Gezerken düşünüyorum da, o günün koşullarındaki aletler ne kadar yeterliydi? Herhalde eksikliği çoktu. Ne var ki insan öyle veya böyle tedavi olmak zorunda ve eldekini kabullenmek durumundaydı. Aynen bugün de, muhakkak eksik gene var, ve ileride tamamlanacak ancak tedaviden kaçamayız, bugünkü imkanlarla sorgusuz sualsiz yaptırmaktan başka çaremiz yok.
Şimdi Sultan Cami’ye, mesir macununun dağıtıldı, çatılardan saçıldığı külliyeye gitmekteyim. Öğle namazı için Müslümanlar camiye girmekteler. Bu durumda içeriye girmiyor, dıştan fotoğraflıyorum. Güzel bir parkın içinde bu yerler, hamam, şifahane ve cami. Saruhanbey'in de kocaman heykeli ve yatırı bulunuyor parkta. Ama çöpü bizim insanımız bir türlü nereye koyacağını bilemediğinden heykelin dibine atıvermiş.
Sultan Cami, 16. yüzyıl Osmanlı mimarisinin ildeki en önemli örneklerindendir. Külliyenin ana binası olan cami, kesme taş ve tuğladan sade bir üslupla yapılmış, ortada bir büyük, yanlarda iki küçük kubbeyle örtülmüş, iki minareli bir camidir. Mermer minberi oyma ve kabartmalıdır. Kadınlar mahfelinde ise ahşap oymalar bulunmaktadır.
Cami avlusunun kuzeyini çevreleyen medrese binası, ana girişi kuzeye bakan on odalı bir yapıdır. Misafirhane ve yemek odaları beşik tonoz örtülmüş, diğer mekanlar kubbe ile kapatılmıştır.
Yoluma devam. Bir göbek, ortasında bir heykel. Bağdaş kurmuş bir kavuklu elindeki havanda bir şeyler yapmakta. Merkez Efendi, mesir macununu bulan kişi. Şifalı bir yiyecek olduğu kabul edilen mesir macununun ortaya çıkışı tarihsel bir öyküye dayanır. Kanuni Sultan Süleyman’ın annesi Hafsa Sultan, Manisa’da nedeni anlaşılamayan bir hastalığa yakalanır. Bu hastalığa çare için Sultan Cami Medresesi’nin başhekimi Merkez Efendi, 41 çeşit bitki ve baharatın karışımından oluşan bir macun hazırlar. Mesir Macunu ismiyle günümüze kadar ulaşan bu şifalı karışım, Hafsa Sultan’ı kısa sürede sağlığına kavuşturur. Yardımsever kişiliğiyle bilinen Hafsa Sultan, iyileşmesini sağlayan mesir macununun her yıl Nevruz haftasında halka dağıtılmasını ister.
Bu gelenek bugün de kültürel ve geleneksel çeşitli uygulamaları içeren ve baharın başlangıcı olarak kabul edilen Nevruz haftasında yaklaşık 400 yıldır devam etmekte. Mesir Macunu Festivali 2012 yılında UNESCO İnsanlığın Somut Olmayan Kültürel Mirasının Temsili Listesi’ne ülkemiz adına kaydettirilmiştir.
Hemen yakınındaki Muradiye Cami, 16. yüzyıl sonlarında III. Murat adına inşa ettirilen külliyenin içinde yer alıyor. Projesi Mimar Sinan'a ait. İnşası Mimar Mahmut Ağa tarafından başlatılan külliye onun ölümü üzerine Mimar Mehmet Efendi tarafından devam ettirilmiş. Sinan’ın Ege Bölgesi’ndeki tek eseri deniliyor. Önemli bir yapı haliyle. Orayı, cemaatin işini bitirdikten sonra ziyaret ediyorum. Her zamanki gibi ölçüleri hesaplı ve abartısı olmayan bir üslubu var Sinan’ın.
Cami kesme taştan yapılmış ters T planlı. Ortada bir büyük merkezi kubbe, yanlarda ve güneydeki mihrap çıkıntısında ise tonozlu çatı sistemi ile örtülü. İznik çinilerinin en güzel örneklerini mihrap duvarında görmek mümkün. Üst pencerelerin süslemeleri ile yapı, klasik Osmanlı mimarisinin en zarif örneklerinden kabul ediliyor. Tek şerefeli bir çift minaresi ise kuzey cephesinde yer almış.
Manisa Müzesi’nde sıra. Bu yerler bir hat üzerine peş peşe dizili. Müze külliyenin medrese ve imarethane bölümlerinde. Sadece Etnografya kısmı gezilebiliyor. Arkeoloji bölümü 2002’de onarım yapılmak üzere kapatılmış. Yıl 2018, 16’yıldır onarımda. Nasıl bir onarımmış ki bu (!)
Pek zengin değil ama müze. Ve sanki oluruna bırakılmış duygusu vermekte. Bahçedeki lahitlerin üstü açık bırakılmış, içinde toplanan yağmur suyu zamanla sararmış, pis bir hal almış. Osmanlı Salonu diye adlandırdıkları odada vitrinlerin bir kısmı karanlık. Eserler görülmüyor. Söyleyince “Ha, ampul patlamış” denildi.
Ulucami, Kale ve Ağlayan Kale için yükseklere tırmanmak gerek. Uzun bir merdivene kendimi vurmadan önce park içindeki işletmeye oturuyor bir sade (5-) ile dinleniyorum. Ve sonra, saymadım ama, basamakları tek tek çıkmaktayım. Epeyce uzun bir merdiven. Sol dizim nedense sıkıntı işaretleri veriyor merdivende. Bisiklet üzerinde sorun yok ama.
Ulucami’yi, Selçukludan Osmanlıya geçişin işaretlerini gösterdiğini, yolda adres sorduğum bir bey uzun uzun anlatıyor bana. Girişine asılı açıklamadan öğreniyorum ki, Saruhanoğulları Beyliği hükümdarı İshak Çelebi tarafından 1366 yılında yaptırılmış. Mimarı Emet Bin Osman. Minberindeki ahşap oymacılığı göz kamaştırıcı, “Hakiki Kündekâri” tekniği denilmiş (*). Tek minareli olan caminin planı enine dikdörtgen, sekizgen ayak sistemi üzerine oturan bir büyük kubbesi var. Gezerken gördüğüm Eski Yunan, Roma, Bizans ve Selçuklu dönemlerine ait birbirinden farklı sütun başları oldukça ilginç görünüyor.
Hakiki Kündekâri |
(*) Hakiki Kündekâri: Bir çatma tekniği olan hakiki kündekâri, sekizgen baklava ve yıldız biçiminde olan, içi arabesk kabartmalı ahşap parçalarla, bunları birbirine bağlayan oluklu ahşap kirişler içine geçerek bağlanmıştır. Geometrik ahşap parçalar negatif veya pozitif geçmelerle birbirine bağlanarak, yapılacak parça bir uçtan başlayarak adeta sepet örer gibi örülerek bütüne gidilir.
Hemen yakınında bulunan ve külliye dahil olan Çukur Hamam bugün Şehzadeler Belediyesi’nce “Çok Amaçlı Salon” olarak kullanıldığını girişindeki yazı belirtiyor. Ama bugün etkinlik olmadığından kapalı. Nasıl bir düzenleme yapılmış göremeden bölgeden ayrılıyorum. Çektikleri arabalarla pazardan dönen insanları görünce, yakındaysa gitsem dolaşsam diye yerini öğrenip oraya yürümekteyim. Pek yakında değil ama sokak aralarından, bölgedeki mescit ve kütüphanenin önünden geçerek ilerliyorum. Büyük ağaçların altındaki kahvelerde mahallenin insanları oturmuş, sohbet etmekte, gazete okumakta, taş oynamaktalar.
Pazar çok büyük. Bu kadarını gördüğümü hiç hatırlamıyorum. Sebze meyve ve giyim. Dev bir alana yayılmış. Sanki bir mahalleyi kaplamış. Enginarlar, domatesler, hıyarlar, fasulyeler, zeytin, peynir, meyve çeşitleri. Yalnız yadırgadığım bir durum gözüme çarpıyor, pek çok esnaf yarım kilo fiyatı duyurmuş. Böyle bir uygulama kandırmaca. Dalgınlıktan yararlanıp sanki ucuz diye yanaşıp sonra 2 ile çarpınca diğer esnaftan hiç de ucuz olamadığını görüyorsun. Ben böyle adamdan alış veriş yapmıyorum. Sinir oluyorum bu zihniyete.
Yemek yiyecek yer bakınarak geri dönmekteyim. Çok güzel ekmekleri olan bir fırın. Siyes buğdayından da pişirilmiş çeşitleri var. Sultan Camisi karşısındaki güzel bir dükkandan (Merkez Efendi Şifalı Bitkiler Dünyası) mesir macunu alıyorum, hediyelik. Bir tane ikram ediyorlar. Emmek lazım, yoksa çiğnediniz mi dişinizin dolgusunu söker. Öyle yapışkan bir şey ki.
Turizm Enformasyon Ofisi’nden bir iki broşür, güvenlikçiden bazı kısa bilgiler ve yürümeye devam. Bisiklet yoluna rastlamadım burada. Bisikletliye de. Sadece tek tük bizim gibi binen birileri geçti. Midyeciler dikkat çekici çoğunlukta. Manisalıların böyle bir merakı var anlaşılan. Bir de sormazlar mı, midye haram mı helal mi diye. Hadi gel çık şimdi işin içinde. Hanefi mezhebi haram, Hanbeli, Şafii ve Maliki mezhepleri helal sayıyor. Bizdeki Diyanet İşleri ne diyor acaba?
Dün yemek bulamadığım Manisaspor Kebapçısı lokantasında kızartma ve yaprak sarma (yoğurtlu ikisi de), yanına az yeşillik getiriyorlar, bir de suya 20 lira ödüyorum. Yemekler lezzetliydi. Sahibi zeytinyağının en iyisini kullandığını övünçle anlatıyordu. 1957’den beri yazılıydı kartında.
Hava öğleden sonra karardı, rüzgar çıktı ve serinledi. Saat de 5’i geçti. ÖE’ye dönüp elimdeki hediyelik paketi bırakıp tekrar çıkma düşüncesindeyim ama yorulduğumu fark edip kafeteryada bir sade ile enerjimi kazanmaya çalışıyorum. Biraz tabletten haberlere bakmaca. Ardından bir çikolata almak üzere yakındaki A101’e gidip artık yarınki yol için hazırlık yapmak üzere odaya çıkıyorum.
Manisa Tarzanı
|
Geceyi sonlandırmadan önce Manisa’nın ünlü bir şahsiyetini tanıyalım; Manisa Tarzanı. Resmî kayıtlara göre Ahmeddin Carlak ya da kendi ifadesi ile Ahmet Bedevi, Samarra doğumlu (1899) Kerkük kökenli bir Türkmen. Kurtuluş Savaşı'ında savaştığı için İstiklal Madalyası sahibi. Hayatını Manisa’yı tüm Türkiye’ye örnek olacak şekilde ağaçlandırmaya adamış ve yaşadığı süre boyunca binlerce ağaç dikmiştir. Spil Dağı'nda yaşayan ve Manisa sokaklarında üzerinde sadece şort ile dolaşan Ahmeddin Carlak'a halk, 1934 yapımı Tarzan filmi Manisa sinemalarında gösterime girdikten sonra yaşamını bu filmle özdeşleştirerek Manisa Tarzanı adını takmıştır. 1963 yılında hayatını kaybedince Manisa halkınca bir efsaneye dönüştürülmüş, ilde birçok heykeli dikilmiştir. Her yıl ölüm yıldönümü olan 31 Mayıs gününde Manisa'da hatırası için törenler düzenlenir.
Toparlanmadan kalkılacak bir gün. Ağırdan
alıyorum. Geçen trenin sesi odanın içinde.
|
Kültür Merkezi’ndeki hanımdan aldığım yön tarifiyle önce Tıp Müzesi’ne yöneliyorum. İlkin yakınındaki Hafsa Sultan Hamamı çıkıyor karşıma. |
Ardından geldim Tıp Merkezi’ne, Şifahane. Darüşşifa kitabesine göre, 1539-1540 tarihinde Kanuni Sultan Süleyman tarafından annesi adına yaptırılmış. |
1922 Yunan işgalinde yakılan yapı, 1962-63’lerde restore edilmiş. |
Çene cerrahisi ve...
|
... cerrahi tedavilerde kullanılan aletler.
|
Müze, hastalık ve tedavi şekillerini mankenlerle...
|
... anlatan odalara ayrılmış.
|
Külliyenin mimarı Acem Ali, Darüşşifa’nın da planlayıcısı
olmalı. Fakat Acem Ali Darüşşifa’yı tamamlayamadan
ölmüş. Güzel ve etkili bir mekan.
|
Şimdi Sultan Cami’ye, mesir macununun dağıtıldı, çatılardan saçıldığı külliyeye gitmekteyim. |
16. yy Osmanlı mimarisinin ildeki en önemli
örneklerindendir. Külliyenin ana binası olan cami, kesme taş ve
tuğladan sade bir üslupla yapılmış...
|
... ortada bir büyük, yanlarda iki küçük kubbeyle
örtülmüş, iki minareli bir camidir.
|
Yoluma devam. Bir göbek, ortasında bir heykel.
|
Kurtuluş Savaşı sırasındaki yangında yanan ve sonraki yıllarda
da yıkılan hankah ve imarethane binalarının yeri sonraki yıllarda
park şeklinde düzenlenerek “Sultan Parkı” adı verilmiştir.
|
Alpagu oğlu Saruhanbey türbesi (1270-1345)
|
Saruhanbey’in de kocaman heykeli ve yatırı bulunuyor
parkta. Ama çöpü bizim insanımız bir türlü nereye koyacağını
bilemediğinden heykelin dibine atıvermiş.
|
Hemen yakınındaki Muradiye Cami, 16. yy sonlarında
III. Murat adına inşa ettirilen külliyenin içinde yer alıyor.
|
Projesi Mimar Sinan'a ait. İnşası Mimar Mahmut Ağa
tarafından başlatılan külliye onun ölümü üzerine Mimar
Mehmet Efendi tarafından devam ettirilmiş.
|
Cami kesme taştan yapılmış ters T planlı. Ortada bir büyük merkezi kubbe, yanlarda ve güneydeki mihrap çıkıntısında ise tonozlu çatı sistemi ile örtülü. |
İznik çinilerinin en güzel örneklerini mihrap duvarında
görmek mümkün. Üst pencerelerin süslemeleri ile yapı, klasik
Osmanlı mimarisinin en zarif örneklerinden kabul ediliyor.
|
Tek şerefeli bir çift minaresi ise kuzey cephesinde yer almış.
|
Sinan’ın Ege Bölgesi’ndeki tek
eseri deniliyor. Önemli bir yapı haliyle.
|
Manisa Müzesi’nde sıra. Bu yerler bir hat üzerine peş peşe dizili.
|
Neandertal insanının ayak izi. Salihli-Çakallar
tepesi. MÖ 25 bin yılları.
|
Pek zengin değil ama müze. Ve sanki oluruna bırakılmış duygusu vermekte. |
Adak taşı. MS 220, Roma İmp. Devri
|
Bahçedeki lahitlerin üstü açık bırakılmış, içinde toplanan
yağmur suyu zamanla sararmış, pis bir hal almış.
|
Osmanlı Salonu diye adlandırdıkları odada vitrinlerin
bir kısmı karanlık. Eserler görülmüyor. Söyleyince
“Ha, ampul patlamış” denildi.
|
Mimar Sinan (1489-1588)
|
Ulucami, Kale ve Ağlayan Kale için yükseklere tırmanmak
gerek. Uzun bir merdivene kendimi vurmadan önce park
içindeki işletmeye oturuyor bir sade ile dinleniyorum.
|
Saymadım ama, basamakları tek tek çıkmaktayım. Epeyce
uzun bir merdiven. Sol dizim nedense sıkıntı işaretleri veriyor
merdivende. Bisiklet üzerinde sorun yok ama.
|
Ulucami
|
Girişine asılı açıklamadan öğreniyorum ki, Saruhanoğulları Beyliği hükümdarı İshak Çelebi tarafından 1366 yılında yaptırılmış. Mimarı Emet Bin Osman. |
Minberindeki ahşap oymacılığı göz kamaştırıcı,
“Hakiki Kündekâri” tekniği denilmiş.
|
Gezerken gördüğüm Eski Yunan, Roma, Bizans ve Selçuklu
dönemlerine ait birbirinden farklı sütun
başları oldukça ilginç görünüyor.
|
Tek minareli olan caminin planı enine dikdörtgen, sekizgen
ayak sistemi üzerine oturan bir büyük kubbesi var.
|
Hemen yakınında bulunan ve külliye dahil olan Çukur Hamam
bugün Şehzadeler Belediyesi’nce “Çok Amaçlı Salon” olarak
kullanıldığını girişindeki yazı belirtiyor.
|
Vak-Vak Çeşmesi
|
Sokak aralarından, bölgedeki mescit ve
kütüphanenin önünden geçerek ilerliyorum.
|
Çektikleri arabalarla pazardan dönen insanları görünce, yakındaysa gitsem dolaşsam diye yerini öğrenip oraya yürümekteyim. |
Büyük ağaçların altındaki kahvelerde mahallenin insanları
oturmuş, sohbet etmekte, gazete okumakta, taş oynamaktalar.
|
Merkez Efendi. Mesir Macunu'nun her yıl Nevruz haftasında
halka dağıtılması bugüne kadar sürdürülen bir gelenek.
|
Manisaspor Kebapçısı |
Hava öğleden sonra karardı, rüzgar çıktı
ve serinledi. Saat de 5’i geçti.
|
ÖE’nin kafeteryasında bir sade ile enerjimi kazanmaya çalışıyorum.
|
Kocaman kuyruklu bir kuş görünüyor. Büyük
bir malın üstüne konacaksın.
|
(devamı) 10. gün Manisa–Salihli - (öncesi) 7. gün Sındırgı–Akhisar
[bisikletle]Türkiye: Lidyalıların İzinde
Mudanya–Görükle = 43,09 km
Görüklü–Orhaneli = 60,44 km
Orhaneli–Dursunbey = 83,68 km
Dursunbey–Balıkesir = 81,96 km
Balıkesir–Sındırgı = 62,24 km
Sındırgı–Akhisar = 57,17 km
Akhisar–Manisa = 51,81 km
Manisa–Salihli = 76,51 km
Salihli–Kula = 48,22 km
Kula–Uşak = 76,59 km
Uşak–Eşme = 67,73 km
Eşme–Buldan = 75,10 km
Buldan–Nazilli = 84,89 km
Nazilli–Aydın = 47,20 km
Aydın–Bozdoğan = 72,83 km
Bozdoğan-Yatağan = 57,03 km
Yatağan–Muğla = 32,63 km
Muğla–Çıtlık = 33,91 km
Çıtlık–Dalyan = 59,50 km
Dalyan–Fethiye = 63,62 km
Fethiye–Gelemiş = 81,12 km
Gelemiş–Kaş = 52,43 km
Kaş–Demre = 67,61 km
Demre–Karaöz = 59,64 km
Karaöz–Tekirova = 47,55 km
Tekirova–Antalya = 53,37 km
Antalya–İstanbul = 11,66 km
İlginizi çekebilir [bisikletle]Türkiye: Pergamon ve Sagalassos (Tire–Koçarlı)